bizosmanliyiz-1299
  Türk Tarihi ve Destanlar
 

Vatan Haini değil büyük Vatan Dostu Vahidüddin Han

Anadolu'ya üstün vasıflarda bir kumandan göndermek ve ona, millî bir mukavemet mikrakı kurdurmak gayesiyle Vahidüddin, Mustafa Kemal Paşayı saraya çağırıyor.

Hikâyeyi, evvelâ Enver Behnan Şapolyo'nun kitabından Mustafa Kemal Paşa diliyle tespit edelim: «Yaverim Cevat Abbas yine eve geldi. Telâşlıydı.

— Zât-ı Şahane sizi akşam yemeğine davet ediyor!  Dedi.

Mayısın 4 üncü akşamı yedi buçukta Yıldız Sarayına gittim. Beni çok küçük bir odaya aldılar. Biraz sonra Mehmed Vahidüddin geldi. Ayağa kalktım. Beni yanına oturttu. O kadar yakın ki, âdeta diz dize idik. Padişahın sağında hemen dirseğini uzatarak dayadığı küçük bir masanın üstünde bir kitap vardı. Odada sessizlik hüküm sürüyordu. Anlaşılıyor ki, sarayda hiç neş'e yok... Padişah akıbetini düşünüyor. Odanın Boğaziçi’ne acılan büyük bir penceresinden görülen manzara şuydu: İtilâf devletlerinin donanmaları sırayla dizilmişler, topları saraya müteveccih... Tehdit edici korkunç bir manzara... Bu odada oturmakla bu manzarayı görmemek kabil değil... Mehmed Vahidüddin dedi ki:

— Paşa, Paşa, sen şimdiye kadar devletimize çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba gitti! Bu bir tarih kitabıydı.

— Bunları unutunuz! Bundan sonra yapacağınız hizmet, şimdiye kadar yaptığınızdan çok mühim olacaktır. Dikkat ve sadakatle çalışırsanız, devleti, düştüğü bu felâketten kurtarabilirsiniz. Birçok kumandanları Anadolu'nun kolordularına dağıttım. Sizin vazifeniz, bunları teftiş etmek olacaktır.

— Bu hususta elimden geleni yapacağım, bana emniyet buyurunuz efendim.

Padişahın en büyük endişesi: Kuvvetlerimiz dağılmıştır. Umumî Harpten yorgun çıkarak takatimiz kalmamıştır. Bütün ümit; galip devletlerin arzuları hilâfına bir harekette bulunmamaktadır. Onların şikâyet ettiği hâdiseleri de önlemek lâzımdır.

Vahidüddin ayağa kalktı, elimi sıkı sıkı sıktı:

— Muvaffak olunuz!

Sarayı terkettim. O zaman bir kadife kutu içinde bir takım da hediyeler verdi.

Yaverim Cevat Abbas'la gecenin karanlığında derin düşünceler içinde Yıldız tepelerini aşarak Şişliye geldik.»

 

Mustafa Kemal Paşanın ağzından rivayet edilen bu sözlerde, anî olarak huzura çağırılmanın gayesine ait açık bir delâlet yoktur. Kolordu kumandanlarının teftişine memur edilmek ve «galip devletlerin arzuları hilâfına bir harekette bulunmamak» emri, böyle bir tayinin ruhunu izah edemez, müphem kalır ve asıl sebebin gizlendiği hissini verir.

Aynen Mustafa Kemal Paşa dilinden bu anlatışı başa alarak, işin hakikatini biz anlatalım.

Bu işe, şu anda hayatta bulunan eski bir yaverin, bize vesika kıymetindeki bayanlarıyla girişeceğiz.

 

Vatan Haini değil büyük Vatan Dostu Vahidüddin Han ..N.Fazıl Kısakürek

 


 

Oğuz Kağan Destanı

 

Oğuz Kağan Destanının beş ayrı yazması vardır. Çağatayca, Farsça ve Uygurca yazmalardaki Oğuz Kağan Destanı Oğuz boyları, Türk dili, edebiyatı, folkloru, târihi ve kültürü hakkında bilgi verir. Bu yazmaların özeti şöyledir: 

Nuh aleyhisselâmın oğlu Yâfes'in büyük oğlu Türk, doğuda yerleşmişti. Bunun ülkesine Türkistan denildi. Türklerin ilk atası olan Türk'ün oğullarından büyüğü Kara-Han, Karı-Sayram şehrini başşehir edinmişti. Yaylakları, İpanç şehri yakınlarındaki Or-Tag ile Kür-Tag, kışlakları da Porsuk şehri yanındaki Kara-Kum idi. Kara-Hanın kardeşleri Or-Han, Kür-Han ve Küz-Han adlarını taşıyorlardı. Kara-Han, hârika olarak doğan oğluna bir yaşında iken ad koyacağı sırada, bu çocuk “Ben sarayda doğduğumdan, adım Oğuz olsun.” deyince, herkes şaşırmıştı. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan Oğuz, putperest annesinin sütünü sâdece bir defâ emdi. Babası, Oğuz'u, kardeşinin kızı ile evlendirmek isteyince o, Hak dîne girmeyi reddeden amcasının kızları ile evlenmedi. 

Oğuz, gençliğinde yılkıları (at sürüsü) ve insanları yiyen, çok korkulan, azgın bir canavarı öldürerek büyük şöhret kazandı. Oğuz'un, teklif edilen kızlar ile evlenmeyiş sebebini öğrenen babası Kara-Han ile amcaları, onun gizli ve kendi dinlerine uymayan bir din taşıdığını anlayarak, bir av sırasında öldürmeyi plânladılar. Suikastı anlayınca, baba ve amcasını öldürdü. Avlanırken Gök-Işık içinde beliren Gök-Kızı ile evlendi. Gök-Kızından üçüz oğlu olup Gün-Han, Ay-Han, Yıldız-Han, bir rivayete göre de Gün-Alp, Ay-Alp, Yıldız-Alp adlarını verdi. Başka bir gün yine avlanırken, göl içindeki küçük bir adada, dünyâ güzeli Göl-Kızını gördü. Bununla da evlenen Oğuz, Göl-Kızından doğan üçüz oğullarına Gök-Han, Dağ-Han, Deniz-Han, başka bir rivâyete göre de Gök-Alp, Dağ-Alp, Deniz-Alp adlarını verdi. Sonra, Oğuz Han bütün halkını toplayarak, ulu bir toy (ziyâfet) verdi. Kırk yerde ağır sofralar kurdurdu. Toydan sonra Oğuz Han, beğler ile halka yarlıg (ferman) çıkararak, şöyle buyurdu: 

Ben sizlere oldum Kağan
Alalım yay hem de kalkan
Tamga olsun bize boyan
Gökbörü olsun oranı
Demir çıdalar olsun orman
Avlakta yürüsün kulan
İşte deniz işte muran
Gün olsun tuğ gök korıkan

Bundan sonra Oğuz Han dünyânın dört yönüne yarlıg yazdı Elçilere verip gönderdi Bu fermanlarda şöyle deniyordu

“Ben Türklerin kağanıyım dünyânın dört bucağının da hâkimi olsam gerekir. Sizlerden itâatinizi istiyorum. Kim benim buyruğuma baş eğerse, el olursa, hediyelerini kabul eder, kendisini dost sayarım. Her kim de baş eğmezse, ona gazab eder, üzerine ordu çekip, baskın yapar, hemen astırıp, yok ederim!”. 

Bu sırada sağdaki Çin Kağanı, kıymetli hediyelerle elçisini gönderip, itâatini saygı ile arz etti onunla dost oldu. Soldaki Urum Kağan, itâatlerini bildirmediğinden ordusunu çekip, onların üzerine yürüyen Oğuz Han, kırk gün sonra Muzdağ (Buzdağı) eteğine gelince otağına güneyden bir ışık girdi ve içinden, gök tüylü, gök yeleli iri bir erkek böri (kurt) çıktı. Bu Gök-Böri konuşarak, Oğuz Han'a “Ben senin orduna kılavuz olarak önde yürüyeceğim.” dedi ve böyle yaptı. 

Muzdağdan sonra Gök-Börinin kılavuzluğunda batıya yürüyen ordusunun başındaki Oğuz Han, İtil-Müren (Volga Nehri) boyundaki Karadağ önünde yapılan savaşta, kalabalık ordulu Urum-Kağanı yendi, kaçırttı. Urum-Kağanın kardeşi olup, Oğuz'a itâat eden ve saklandığı kaleleri teslim eyleyen Urum-Beğin oğluna, itâatle teslim olması üzerine, Türkçe saklayan, koruyan manâsında “Saklar” (Eslar/Slav) adı verildi. Zaferden sonra, Uluğ-Ordu Beğ adlı birisi, ulu ağaçlardan yaptığı kayıklarla, orduyu İtil'den öteye-batıya, geçirdiğinden, Oğuz Han onu mükâfâtlandırarak, İtil'in batısındaki ülkeleri ona bağışladı ve kendisine oğyuk-ağaç mânâsında Kıpçak-Beğ adını verdi. 

İtil Nehri kuzeyinden karanlıklar ülkesinde yaşayan Kıl-Barak veya İt-Barak kavmini de itâat altına alan Oğuz Han, anayurdu korumak için, Uygun uruğunu vazifelendirmiştir. Anayurttan, Afgan ve Hind üzerine sefere çıkan Oğuz Han, yolda her zaman bindiği ala aygırı kaçıp, tepeleri dâimî karlı Muzdağın karları içine gitti. Buna çok üzülen Oğuz, ordusundaki cesur, soğuğa dayanıklı bir beğin, dokuz gün içinde gidip bu atı karlar içinde tutup, getirmesine çok sevindi. Onu mükafâtlandırarak Tanrıdağlar bölgesinin karlı yaylaklarını ona bağışlayıp “Sen, buradaki beğlere baş ol ve senin adın hep Karluk olsun.” dedi. 

Afgan ve Hind ellerini fethetti. Sonra, İran üzerine Horasan'a yürüdü. Yolda, duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı ve kapısı demirden ulu bir konak gördüler. Bunun kilitli kapısını açmak, çok zor olduğundan, Oğuz Kağan pek becerikli, hünerli bir kişi olan askerlerinden Tömürdü-Kağul adlı birisine, Kal-Aç diyerek, buranın kapısını açmasını buyurdu.Seferde yağmalar ve savaşlarda alınan ganimetlerini taşımak için ağaç araba yapan usta askeri çok beğenen Oğuz Han, ona yüklü arabanın yürürken çıkardığı“Kang-Kang” sesine göre Kanglı adını verdi. 

Oğuz Han, Dağıstan'daki Tarku ve Derbend bölgelerini fethederek oradan Şirvan, Aran, Mugan ve Gürcistan ülkeleri üzerine gelip buraları da feth eyledi. Yaz sıcağında, ordusuyla Sabalan ve Arar dağlarındaki Alatağ (ağrı Dağı) yaylaklarında ordusu ile yayladı. Her iki dağa da Türkçe adlar verildi. Oğuz Hanın, bu çevrede fethettiği ülkeye Türkçe Azar-Baygan adı verildi. 

Oğuz Han, Alatağ yaylasında iken Gürcistan, Irak, Anadolu ve Suriye ülkelerine elçiler gönderip, itâat etmelerini bildirdi. Kış gelince Mugan Çölünü geçerek, ordusu ile orada ve Kür ile Aras nehirleri arasındaki Aran (Karabağ) kışlağında kışladı. Baharda Gürcüler itâat ettilerse de sonradan caydılar. Oğuz Han, kendi oğullarını, iki yüzer kişi ile bu küçük kavmin üzerine gönderdi ve buradan ordusuna erzak tedârik ettirdi. 

Alatağ'dan ordusu ile sefere çıkan Oğuz Han, Anadolu ve Irak üzerine yürüdü. Buraların uluları gelerek, savaşmadan itâat ettiler. Kış bastırınca, Oğuz Han, ordusu ile Dicle Nehri boyunda kışladı. İlkbaharda Şam üzerine yürüdü. Bütün Raka ve Şam ülkesi itâat ettiyse de üç yüz altmış kale kapılı Antakya şehri direnince, bir yıl süren kuşatmadan sonra, burası da zaptedildi. Oğuz Han, Antakya'da tahta geçti. Yanındaki doksan bin askerini bu şehre yerleştirip, kışladı. Askerlerin çoluk çocuğunu da bu ulu şehirde barındırdı. Bu şehirden Altı oğlunu (Filistin ve Mısır ülkeleri) Tekfur'un üzerine öncü olarak gönderdi. Eğer itâat etmezse ordusu ile kendisinin de geleceğini bildirdi. İki gün ve iki gece süren savaşta yenilen Tekfur, yakalanarak Antakya'da Oğuz Hana gönderildi. Oğuz Han itâatini arz eden Tekfur'u haraca bağlayıp yeniden kendi ülkesine hâkim tâyin etti. 

Yunan ve Frenk ülkesinin durumunu Tekfur'dan öğrenen Oğuz Han, üç oğlunu Yunan, üç oğlunu da Frenk ülkelerini itâat ettirmeğe gönderdi. Tekfur da kendi elçisi ile bu iki ülkeye aaa elden şu haberi yolladı: “Bu Oğuzlar, çok büyük kudret ve kuvvet sâhibidirler. Güneşin doğduğu yerden buralara kadar bütün ülkeleri ellerine geçirmişlerdir. Onlara hiç kimse dayanamaz. Siz de kendi isteğinizle, yıllık vergi vererek, onlara itâat ediniz. Karşı çıkıp da halkınız kırılmasın.” Sonunda, Frenk ve Yunan ülkeleri itâat edip, haraca bağlandılar. Üç yıl Antakya'da kışlayan Oğuz Han, Bağdat İsfahan yolu ile İran'a gelip, Demevan Dağından, Horasan-Herat (Afgan) yolu ile ülkesine dönmeğe karar verdi. 

Oğuz Han Amuderya'yı (Ceyhun) geçerek, Ilak ülkesindeki Semerkand bölgesine vardı. Buhara sınırındaki Yalbulağaz mevkiine geldi. Anayurduna erişti. Elli yılda dünyâyı feth eden ulu cihangiri, Kanglı ve uygurlar, dokuz günlük yoldan gelerek karşıladılar. Kürtak Yaylağına gelen Oğuz Han burada, bin evi doyuracak koyun ile dokuz yüz kısrak kestirerek, ulu bir toy verdi. Oğuz Hanın yanında soylu, yaşlı, uzun tecrübeli ve ak saçlı bir Düşüme(vezir) vardı, adı Uluğ-Türk idi. Bu vezir, bir gün rüyâda gördü ki, bir Altın Yay doğudan batıya doğru gidiyor. Uyanıp, rüyâyı, Oğuz Hanın ve neslinin cihan hâkimiyetine tâbir etti. Bunun üzerine Oğuz, oğullarını çağırıp, avlanmalarını istedi. Büyükler doğuya, küçükler batıya doğru ava çıktılar. Gün, Ay, Yıldız yolda bir Altın-Yay Gök, Dağ, Deniz de yolları üzerinde üç Gümüş-Ok bularak dönüp babalarına getirdiler. Buna çok sevinen Oğuz Han, okların herbirini küçük oğullarının birisine verdi “Ok, yaya tabidir, onu atarken de öyle olunuz” dedi.

Sonra dönüp, Altın-Yay'ı üçe bölerek, her parçasını büyük oğullarından birisine verdi: Bunlara, Boz-Oklar dedi. Sonra, büyük kurultay toplayarak, yanına kırk kulaç boyunda bir direk diktirip, üzerine bir altın tavuk koydu ve dibine bir Akkoyun bağladı soluna da kırk kulaçlık direk diktirip, üzerine bir Gümüş-Tavuk koydurdu ve dibine bir Karakoyun bağladı. Oğullarından Bozokları, sağ (doğu) yanına, üç-okları da sol (batı) yanına oturtarak, kırk gün, kırk gece yiyip içtiler. Ulu toy yaptılar. Sonra Oğuz Han ülkesini altı oğlu arasında bölüştürdü ve rûhunu teslim etti.


 

 

 



 

 

TÜRKLERİN YARATILIŞ DESTANI


 

Daha hiç bir şey yokken Tanrı Kayra Han'la uçsuz bucaksız su vardı.Kayra Han'dan başka gören sudan başka görünen yoktu.Ay ,Yıldızlar,Gök ve Toprak yaratılmamıştı.Bütün Tanrıların en büyüğü,varlıkların başlangıcı insanoğullarının da ilk atası ,Tanrı Kayra Han'ın bu sade sudan alemde canı sıkılıyordu.O yalnızlık içinde düşünürken suda bir dalga belirdi.(Akine) Ak ana (denilen bir kadın bir hayali görünerek)Tanrı'ya "yarat! " dedi,yine suya gömüldü.

Bunun üzerine Kayra Han, kendine benzer bir varlık yaratarak Kişi adını koydu. Kayra han'la  kişi sonsuz suyun semasında iki siyah kaz gibi, rahatça uçmaya koyuldular. Fakat kişi bundan memnun olmadı. Hayatından değişiklik aradı.İlk olarak kendisini yaratandan daha yüksekte uçmaya kalktı.Onun bu duygusunu sezen Tanrı,Kişi'den uçma gücünü aldı.Kişi suya yuvarlandı.Boğulmak üzereyken yaptığına pişman  olarak Tanrıdan imdat diledi.

Tanrı "Yüksel!" emrini verdi. Kişi suyun derinliğinden çıktı ve Tanrı'nın yine suyun içinden yükselttiğini bir yıldızla oturarak bakmaktan ve boğulmaktan kurtuldu.

Kişi, artık uçamaz diye, tanrı Kayra Han dünyayı yaratmayı düşündü. Kişi’ye suyun dibine dalıp bir avuç toprak çıkarmayı emretti. Fakat o bu toprağı çıkarırken de kötülükler düşündü: Toprağın bir kısmının ağzına saklayarak ileride kendisi için gizli bir dünyayı yaratmayı tasarladı. Avucundaki toprağı su yüzüne serpince Tanrı Kayra Han , toprağa "Büyü!" emrini verdi. Bu toprak dünya oldu.Fakat "büyü!" emrini alınca Kişi'nin ağzındaki toprak da büyümeğe başladı.O kadar büyüdü ki Tanrı "Tükür!"  buyurmasaydı kişi boğulacaktı.

Kayra Han'ın tasarladığı dünya önce dümdüz topraktı. Fakat Kişi'nin ağzından dökülen ıslak toprak dünya ya fırlayarak yeryüzünü bataklıklar ve tepeciklerle örttü. Buna çok kızan Tanrı, Kişi’yi kendi ışık aleminden  kovdu ve ona şeytan : Erlig adını verdi.

Sonra yerden dokuz dallı bir ağaç bitirerek her dalın altında ayrı bir insan yarattı.Bunlar dünyadaki  dokuz ayrı insan cinsinin ataları oldular.

Toprağın yeni insanları güzel ve iyiydiler.Erlig onları kıskandı.Kayra Han'dan onları kendisine vermesini istedi.Tanrı buna razı olmadı.Fakat şeytan,onları kötülüğe sürükleyerek,kendine çekmeyi biliyordu.Kayra Han ,şeytana kapılan insanların bu akılsızlığına kızarak onları kendi hallerine bıraktı.Erlig'i yeniden lanetleyerek toprak altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına sürdü.Kendisi içinde göğün onyedinci katında bir nur alemi yaratarak oraya çekildi.İnsanları büsbütün başı boş bırakmamak için de  onlara doğru yolu gösterecek bir melek gönderdi.

Erlig Tanrı Kayra Han'ın semasını görünce o da kendisi için bir gök yaratmak istedi ve (birçok yalvarışlarla)Tanrıdan bu izni aldı.

Erlig'in tebaası ,yani kandırdığı fena ruhlar gökle yer arasındaki yeni dünyada Kayra Han'ın dünyasındaki insanlardan daha iyi ;(daha serbest) yaşıyorlardı.Bu durum Kayra han'ın canını sıktı.Erlig'in dünyasını yıkmak için oraya kahraman Mandişere'yi gönderdi.O kuvvetli mızrağıyla vurarak , korkunç gök gürültüleri arasında bu dünyayı parça parça etti.

Parçalanan bu dünya aynı gürültülerle,Erlig ve insanlar için yaratılan ilk dünyanın üzerine yıkıldı.İri dünya parçaları yer yüzünün biçimini bütün bütün bozdular.Eski dünyaya ,şimdi yüksek dağlar , derin boğazlar balta girmez ormanlarla dolmuştu.

Kayra Han ,Erlig'i dünyanın en alt katına sürdü.O arada ne güneş,ne ay,nede yıldız ışığı vardı.Tanrı,Erlig'e dünyanın sonuna kadar orada oturmayı emretti.

Tanrı Kayra Han,şimdi,onyedinci kat gök'den kainatı idare etmektedir.Diğer gök katlarından yedinci katta gün Ana ,altıncı katta Ay Ata oturmaktadır.

Cemal Anadol Tarihe Hükmeden Millet Türkler C.1

 


 

ERGENEKON DESTANI 






Ergenekon Destanı, "Büyük Türk Destanından bir parçadır. Türk kavimlerinden Göktürkler'i mevzu alır. Göktürkler'in menşeini açıklamak ister. Ergenekon Destanı'nın özeti şöyledir:


Türk illerinde Göktürkler'e itaat etmeyen bir yer yoktu. Bunu kıskanan yabancı kavimler birleşerek Göktürkler'in üzerine yürüdüler. Maksatları öç almaktı. Göktürkler, çadırlarını, sürülerini bir yere topladılar. Çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince, vuruşma da başladı. On gün vuruştular. Göktürkler üstün geldi.

Bu yenilgiden sonra yabancı kavimlerin hanları ve beyleri av yerinde toplanıp konuştular.


"Göktürkler'e hile yapmazsak akıbet işimiz yaman olur," dediler.


Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar.


Göktürkler, "Bunların vuruşma güçleri bitti, kaçıyorlar," deyip arkalarından yetiştiler.


Düşman, Göktürkler'i görünce, birden döndü. Vuruşma sonunda düşman, Göktürkler'i gafil avlayıp yendi. Göktürkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını ve mallarını öylesine yağmaladı ki, bir ev kurtulmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdi. Küçükleri kul edindi. Her düşman birini alıp gitti.


Göktürkler'in başında İl Han vardı. Çocukları çoktu. Fakat bu uğursuz vuruşmada bir tanesi hariç, hepsi öldü. Kayı adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Han'ın Dokuz-Oğuz adlı bir de yeğeni vardı. Kayı ile Dokuz-Oğuz düşmana tutsak olmuşlardı. Fakat on gün sonra bir gece ikisi de kadınları ile beraber atlara atlayıp kaçtılar. Göktürk yurduna geldiler. Burada düşmandan kaçıp gelen çok deve, at, öküz ve koyun buldular. "Dört taraftaki illerin hepsi bize düşman. Gereği odur ki, dağların içinde insan yolu düşmez bir yer izleyip oturalım," dediler. Dağa doğru sürülerini alıp göç ettiler.


Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine bir yoldu ki, bir deve veya bir at güçlükle yürürdü. Ayağını yanlış bassa yuvarlanıp parça parça olurdu. Göktürkler'in vardıkları yerde akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, meyveler, ağaçlar ve avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Hayvanlarının kışın etini yediler; yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "Ergenekon" adını koydular.


İki Göktürk prensinin Ergenekon'da çocukları çoğaldı. Kayı Han'ın çok çocuğu oldu. Dokuz-Oğuz Han'ın daha az oldu. Çok yıllar bu iki Hanın çocukları Ergenekon'da kaldılar. Pek çoğaldılar.


Dört yüzyıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki, Ergenekon'a sığışamaz oldular. Buna bir çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki, "Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasından yol izleyip bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında her kim bize dost olursa, onunla görüşelim. Düşmanla vuruşalım".


Kurultay bu kararı alınca, Göktürkler, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar, bulamadılar.


O zaman bir demirci dedi ki, "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat madene benzer. Şunun demirini eritsek, belki dağ bize geçit verirdi". Göktürkler, varıp demircinin gösterdiği dağ parçasını gördüler. Demircinin tedbirini de beğendiler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın üstünü altını, yanını, yönünü böylece odun ve kömürle doldurduktan sonra, yetmiş deriden büyük körükler yapıp yetmiş yere koydular. Odun-kömürü ateşleyip körüklemeye başladılar,


Tanrı'nın gücü ve inayeti ile ateş, kızdıktan sonra demir dağ eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak kadar yol oldu. O kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününün, kutsal saatini bekleyip bu yoldan Ergenekon'dan çıkmaya başladılar. Bu kutsal gün, ondan sonra Göktürkler'de bayram oldu. Her yıl o gün gelince büyük tören yapılır; bir parça demir alınıp ateşte kızdırılır. Bu demiri Önce Göktürk Ham kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. 

Ondan sonra Türk beyleri de böyle yapıp bu günü kutlarlar.


Ergenekon'dan çıkınca, Göktürkler'in ulu hakanı Kayı Han soyundan Börteçine, bütün illere elçiler gönderdi; Göktürkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Tâ ki, eskisi gibi bütün iller Göktürkler'in buyruğu altına girer.

www.haber3.com dan alınmıştır

 


 

Osmanlı Devlet Nişanı'nın sembolleri


Tasarım harikası Osmanlı Devlet Nişanı'ndaki 30 ayrı sembolün anlamlarını biliyor musunuz?


Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Dr. Selman Can, Osmanlı Devleti'nin sembolü haline gelen 'Osmanlı arması' fikrinin İngiltere Kraliçesi Victoria'dan çıktığını söyledi. 

Osmanlı'da arma geleneğinin bulunmadığını belirten Can, Kraliçe Victoria'nın 19. yüzyılda arma tasarımı yaptırarak, Sultan Abdülmecid'e hediye ettiğini söylüyor. Osmanlı arşivlerinde araştırmalar yapan Dr. Can; tepesinde güneş, hükümdarın tuğrası, Osmanlı sancağı, adaleti temsil eden terazi, Kur'an-ı Kerim gibi birçok sembollerle Osmanlı'yı anlatan armanın İngilizler tarafından yapıldığını savunuyor.

Dr. Selman Can, arma fikrinin Osmanlı ile Rusya arasındaki Kırım Savaşı sırasında ortaya çıktığını anlatıyor. Dr. Can'ın verdiği bilgilere göre, bu dönemde İngiltere, Osmanlı ile yakın ilişkiler kurmaya çalışıyordu. Fransa'nın Sultan Abdülmecid'e verdiği 'Legion' nişanı İngiltere'yi harekete geçirdi.

İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransa'nın verdiği nişana karşılık Kasım 1856'da Dizbağı Nişanı'nı Osmanlı Sultanı'na sundu. Dr. Can, nişanla birlikte gelen Osmanlı armasıyla ilgili şu bilgileri veriyor: "Böylece Sultan Abdülmecid, Dizbağı Nişanı'nın sahibi oldu.

Ancak 1346'da Kral III. Edward tarafından ortaya çıkarılan Dizbağı Nişanı'nın geleneğinde şöyle bir uygulama vardır: Nişanı alan kişi ya da hükümdarların armaları Londra'da Windsor Sarayı'nda bulunan Saint George Kilisesi'nin duvarında asılmaktadır. Ancak Osmanlı Padişahı'nın arması bulunmamaktadır. Bunun üzerine Kraliçe Victoria, Prens Charles Young ismindeki arma uzmanını Osmanlı için arma tasarlamak üzere görevlendirir. İstanbul'a gelerek araştırmalarda bulunan Young'a, Etyen Pizani isminde bir tercüman yardımcı olur."

İngiliz tasarımcı, padişahlık alameti olan saltanat kavuğunu, sorgucu, ay-yıldızlı sancağı ve tuğrayı ön plana çıkararak bir arma hazırlar. Bir yılda hazırlanan arma, Osmanlı Devleti'nin Londra Sefiri Kostaki'ye teslim edilir. Kostaki tarafından İstanbul'a gönderilen arma çizimlerini Sultan Abdülmecid de beğenir. Bu şekilde oluşan Osmanlı Devleti arması İngiltere'nin Saint George Kilisesi'ndeki yerini alır. Kraliçe Victoria'nın Charles Young'a tasarlattığı arma, Sultan 2. Abdülhamit döneminde terazi ve silahlar eklenerek son şekline kavuşur.

Tarih bilgisinin söylentilerle oluşturulamayacağını kaydeden Dr. Selman Can, şu uyarıda bulunuyor: "Tarihle iç içe yaşayan bir toplumuz. Ancak tarihî konular üzerinde bilgi birikimimiz son derece zayıf. Sorgulamayı ve araştırmayı öğrenen nesiller ancak tarihi doğru okuyabilir."



Otuz ayrı sembol bulunuyor

Prens Charles Young ismindeki bir İngiliz tarafından tasarlanan Osmanlı armasında; güneş, 2. Abdülhamit'in tuğrası, sorguçlu serpuş, kalkan, sancak, mızrak, top, kılıç, borazan, yay, çapa, hilafet sancağı, Kur'an-ı Kerim, terazi, kılıç, süngülü tüfek, şefkat nişanı, Mecidi nişanı, nişan-ı iftihar, nişan-i Osmani gibi 30 ayrı sembol bulunuyor.

İŞTE SEMBOLLERİN ANLAMLARI:

1- Tuğranın etrafındaki güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir

2- II. Abdülhamit'in tuğrası

3- Sorguçlu serpuş: Osman gaziyi ve tahtı temsil eder

4- Yeşil Hilafet sancağı 

5- Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur

6- Çift taraflı teber

7- Toplu tabanca 

8- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır, adaleti temsil eder.

9- (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler.

10- Nışan-ı al-i imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere veriliyordu.

11- Nışan-ı Osmani: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi

12- Asa ve şeşper

13- Çapa, Osmanlı denizciliğini temsil eder.

14- Bereket boynuzu

15- Nışan-ı iftihar

16- Yay

17- Mecidi nişanı 

18- Borazan, modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir

19- Şefkat nışanı, 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi

20- Top gülleleri (Bazı armalarda bulunmuyor.)

21- Kılıç

22- Top, topçu ocaklarını temsil eder

23- El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik Türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.

24- Mızrak.

25- Çift taraflı teber, orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.

26- Tek taraflı teber (balta)

27- Bayrak

28- Osmanlı sancağı

29- Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını remzeder

30- Kalkan, Ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder.


http://www.haber3.com/haber.php?haber_id=358255 alınmıştır


 

 


 


 


 

SATUK BUĞRA HAN EFSANESİ

Abdülkerim Satuk Buğra Han  ile ilgili tarihe mâal olmuş olan şu fıkra oldukça önemlidir:

Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.) Miraca çıktığında Cebrail (A.S.) ile ruhların bulunduğu mahalli gezerler.O sırada Peygamberimiz ,diğerlerinden çok parlak iri bir ruhu göstererek,bu kimin ruhudur diye sorar.Cebrail (A.S.):

-Kardeşim Muhammed (S.A.V.) o ruh Türklerin atası ve 333 yıl sonra Türkistan'ı hak dinine sokacak olan Saltuk Buğra Han 'ın ruhudur,diye cevap verir.Bunun üzerine Peygamberimiz el açıp  :

-Ya Rabbi Türkleri benim ümmetimden kıl ,diye dua eder.Bazıları bu ruhun Oğuz Han olduğunu söylerler.

Doğum tarihi kesin olarak belli olmayan Satuk Buğra Han,Karahanlılar'ın üçüncü hükümdarı olup,955 te ölmüştür.96 yaşında öldüğüne dair rivayet vardır.Kabri,Kaşgar'ın kuzeyinde Artuç mevkiinde olan Satuk Buğra Han ,Karahanlılar'ın ilk hükümdarı Kül Bilge Han'ın oğludur.

İbn'ül Esir'e göre ;Satuk Buğra Han 'a rüyasında ,gökten inen bir insan Türkçe olarak;"Müslüman ol,dünya ve ahirette kurtul!..." demiş,o da İslamiyet'i kabul etmiş,At -başı ve Kaşgar şehirlerini Müslüman yapmış.İslamiyet'i en iyi şekilde temsil eden yüce Türk Milleti'nin öncüsü olmuştur.*

Tarihe Hükemden millet Cilt ll Sahife 201-202


 

 

 





 

 

Sene 1915 Sonbaharın serin ve yağışlı günlerinden biri l.Dünya harbi bütün cephelerde devam ediyor.Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu.Yiğitlerin biri şehit oluyor bini yetişiyor.Cepheye durmadan takviye gidiyor.İşte o kuvvetlerden biri Bilecik İstasyonu'nda beklemektedir.

Ak saçlı,beli bükülmüş,soluk benizli,başı yaşmaklı,ihtiyar bir Türk anası orada duruyor.Buna  yanaşan bir Türk subayı ile arasında şu konuşma geçiyor.

-Valide yağmurun altında niye bekliyorsun?Anadolu'nun vefakar ve sabırlı anası şöyle cevap verir:

-Trende oğlum var.Onu selametlemeye geldim.

-Oğlun kimdir?Nerelidir?

-Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin.

-Onu görmek ister misin ? Çağırayım mı?

-Sana dua ederim oğlum.Ona söyleyecek tek bir sözüm daha var.Hüseyin kısa zamanda bulunur.Elini öpen oğlunu bağrına basan ana,bir daha şöyle der:

-"Hüseyin'im,yiğit oğlum benim!..Dayın Şıpka'da,baban Dömeke'de,Ağabeylerin Çanakkale'de şehit düştüler.Bak,son yongam sensin.Eğer,minareden ezan sesi kesilecekse ,caminin kandilleri sönecekse,sütüm sana haram olsun.Öl de köye dönme!..Yolun Şıpka'ya uğrarsa ,dayının ruhuna bir fatiha okumayı unutma.Haydi oğul!Allah yolunu açık etsin!...

 

 



 

 

Belgeleriyle Osmanlı hoşgörüsü

Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, yaklaşık 600 yıl 3 kıtada çeşitli milletlerden insanları barış içinde bir arada tutan Osmanlı hoşgörüsü ve adaletinin belgelere yansıyan örneklerini, ''Gökkubbe Altında Birlikte Yaşamak'' adlı kitapta topladı. 

Kitapta yer alan belgelere göre, Batılıların ''Muhteşem Süleyman'' olarak tanıdıkları Kanuni Sultan Süleyman, 1560'da beylerine, ''Her türlü vergiyi sadece kanunlar çerçevesinde toplattırasın. Hiçbir kimseye fazladan bir akça dahi aldırtmayasın'' emrini verirken, 2. Abdülhamid, 1894'te binlerce kilometre uzaklıktaki Amerika'da orman yangınlarından zarar görenlere 300 lira yardım gönderdi. Abdülaziz, Sivas'tan Rusya'ya göç eden 30 kadar Rum ailenin tekrar Osmanlı devletine dönmek istemeleri üzerine yol masraflarının karşılanması için emir verirken, Genç Sancağının Akçasırt Köyünden 13 Ermeni eşkıya, pişmanlıklarından dolayı 2. Abdülhamit tarafından affedilerek iskan edildi. 

FATİH'İN HOŞGÖRÜSÜ... 
Batılılara Osmanlı hoşgörüsünü ilk tanıtan padişahlardan Fatih Sultan Mehmet, 4 Nisan 1478 tarihli Bosna ruhbanlarının dini hayatlarını serbestçe sürdürebilmeleri hakkındaki fermanında şöyle seslendi: ''Ben ki, Sultan Mehmed Hanım... İhsan edip Bosna rahiplerine buyurdum ki; Kiliselerinizde korkusuzca ibadet ve memleketimizde korkusuzca ikamet edin. Ne vezirlerimden ne de halkımdan kimse bunları incitmesin ve rencide etmesin. Allah'a, Peygamber'e, Kur'an'a ve kuşandığım kılıca yemin olsun ki, canları, malları ve kiliseleri bana itaat ettikleri sürece güvencem altındadır.'' Fatih Sultan Mehmed, Kudüs ruhbanlarının dini hayatlarını serbestçe sürdürebilmeleri hakkındaki 29 Eylül 1458 tarihli fermanında da şöyle emir verdi: ''Makamıma gelip yüz sürerek ellerinde mevcut olan Hz. Peygamber ve Hz. Ömer'den bu yana Kudüs-ü Şerif'teki Hz. İsa'nın doğduğu Beytüllahm Kilisesi, Kamame Kilisesi v.b. kutsal mekanlar ile ilgili sahip oldukları hak ve imtiyazları yeniden talep eden Kudüs Rum patriği Atnasyos ve ruhbanlarına aynı imtiyazları verdim. Bunları kimse rencide etmesin. Kim ki, bu hükmün feshini murad ederse Allah'ın ve Resulünün hışmına uğrasın.'' 

''KİMSEDEN FAZLA VERGİ ALINMASIN'' 
Kanuni Sultan Süleyman ise 16 Ağustos 1560 tarihli fermanında, halktan fazla vergi toplanmamasını istedi. Kanuni'nin fermanı şöyle: ''Semendire Beyine hüküm ki, Huzur içinde yaşayan halkımdan hiç kimseye hiç bir zaman zulmedilmesine rızam yoktur. Vergi toplama görevinde bulunanların kanuna aykırı olarak halktan fazla akça aldıklarını işittim ve buyurdum ki; Her türlü vergiyi sadece kanunlar çerçevesinde toplattırasın. Hiçbir kimseye fazladan bir akça dahi aldırtmayasın. Dinlemeyenleri yazıp bildiresin...'' 

YORTU GÜNÜNE RASTLAYAN PAZARIN KALDIRILMASI Abdülmecid, 30 Mart 1847 tarihli fermanında halkın rahatça ibadet edebilmesi için yortu gününe rastlayan pazarın başka günlere alınması için emir verdi. Abdülmecid fermanında, ''Yenişehir-i Fener'de öteden beri her hafta pazar, çarşamba ve cuma günleri kurulan pazarın, pazar günleri halkın yortu gününe rastlaması sebebiyle sadece çarşamba ve cuma günleri kurulması ve Defterhane-i Amire'deki kaydının da değiştirilmesi hususu emrim olmuştur'' dedi. 2. Abdülhamit ise 1895'te maddi sıkıntı içinde bulunan Ermeni Katolik Patrikhanesi'ne yardım yapılması için emir verirken, 3. Selim, çıkardığı fermanla İstanbul'da yaşayan Ermeni ve Rumların evlilikleri sırasında kanunsuz vergi alınmamasını istedi. 3. Selim, 14 Aralık 1793 tarihli fermanında, şöyle dedi: ''İstanbul ve civarında oturan Rum ve Ermenilerin evlilikleri esnasında resmi vergi ve harçlardan başka kanunlara aykırı yollardan akça talebiyle rencide edilmemelerine ve fakir halkın himayesine dikkat etmeniz hususunda fermanım sadır olmuştur. Buyurdum ki, emrime uyma konusunda son derece hassas ve dikkatli olasınız ve aksine hareket etmekten sakınasınız.'' Sultan 5. Mehmed Reşat da, 1914 tarihli yazısında, ''Beykoz'a bağlı Polonezköyü'nde Bezm'i Alem Valide Sultan Vakfı'na ait arsa üzerine okul, kilise ve çan kulesinin yapılmasına izin verdiğini'' bildirdi. 

OSMANLI HOŞGÖRÜSÜNE SIĞINANLAR... 
Osmanlı padişahları, topraklarına sığınan yabancılara da büyük hoşgörü ile yaklaştı. Sultan Abdülaziz, Horasan Hükümdarı'nın ilticasına ilişkin 1861 tarihli Erzurum Valisi'ne gönderdiği emirde şöyle dedi: ''Horasan hükümdarı iken otuz sene önce İran devleti tarafından Tebriz'e sürülen Muhammed Han, Osmanlı devletine sığınmak maksadıyla İstanbul'a gelmek üzere yola çıkmıştır. Bu gibi devlet adamlarına ikram ve ihsanda bulunmak yakışık alacağından kendisine en güzel şekilde yardımda bulunulması uygun olacağı görüşündeyim.'' Abdülaziz de 5 Eylül 1865 tarihli emrinde, ''Sivas'tan Rusya'ya göç eden 30 kadar Rum ailenin, tekrar Osmanlı devletine sığınmak istemeleri ancak maddi imkana sahip olmadıkları için kendilerine yol masrafı olarak Tiflis'teki Osmanlı devleti temsilcisi aracılığıyla ihtiyaçları olan paranın verilmesi''ni istedi. 

İSPANYA VE PORTEKİZ'DEN KOVULANLAR... 
Kitapta, İspanya ve Portekiz'den kovularak Osmanlı hoşgörüsüne sığınan Yahudilerin tahrir kayıtları da bulunuyor. 1519 tarihli tahrir kayıtlarında İspanya ve Portekiz'den kovulmalarıyla Osmanlı devletine iltica edip Edirne'ye yerleştirilen Katalan cemaatine ait 29 hane, Portekiz cemaatine ait 45 hane, Alman cemaatine ait 8 hane, İspanya cemaatine ait 42 hane, Bolye mahallesinden 33 hane ile Gerur cemaatinden haneler ile aile reislerinin isimlerine yer veriliyor. 

ERMENİLERE GÖSTERİLEN HOŞGÖRÜ... 
Paris'te A. Amadonu, Liyon Hıraçya, K. Mıhitarof, A. Kirkoryaniç, K. Milenyan, Y. Masisyan ve Ş. Kananyan adlı Ermeni komite reisleri, Osmanlı Sarayı'na gönderdikleri 1898 tarihli mektupta, yaptıklarından pişmanlıklarını şöyle dile getirdi: ''Bizler Ermeni milleti olarak, Osmanlı padişahlarının diğer tebaaya olduğu gibi Ermenilere de pek çok lütuf ve ihsanda bulunduklarına şahidiz. Zaten İslam ve Ermeni milletleri arasında eskiden beri dostluk münasebetleri mevcuttur. Bazı bozguncuların yalan sözlerine rağmen biz Osmanlı devletinin hizmetinde sadıkane çalışmaktan geri durmayacağız. Zira Osmanlı uyruğunda olmak, bizim için bir iftihar vesilesidir.'' Öte yandan 2. Abdülhamit, 1904 yılında Ermenilere gösterilen hoşgörünün bir örneğini daha sergiledi. Muş'un Akçasırt köyünden evlerini yakarak dağa çıkan 13 Ermeni pişmanlıkları dolayısıyla 2. Abdülhamit tarafından affedilerek iskan edildi. 

FELAKET YAŞAYAN ÜLKELERE YARDIMLAR 
Osmanlının hoşgörüsü, başka kıtalara da uzandı. 2. Abdülhamid, 18 Eylül 1894 tarihinde binlerce kilometre uzaklıktaki Amerika'da orman yangınlarından zarar görenlere 300 lira yardım gönderdi. Osmanlının bu yardımına karşılık, Washington Sefareti bir yazıyla teşekkürlerini bildirirken, bütün Amerikan gazeteleri de bu yardımdan övgü ile bahsetti. Abdülmecid, 1847'de İrlanda'da meydana gelen büyük kıtlık nedeniyle bu ülkeye cömert bir yardım yaparak diğer Avrupa devletlerine örnek olurken, 2. Abdülhamit 1900 yılında Hindistan'da kıtlık çeken halka Bağdat ve Basra'dan yeterli miktarda zahire satın alınarak gönderilmesi için talimat verdi. 

''BİRLİKTE YAŞAMAK'' 
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay, kitaba ilişkin AA muhabirine yaptığı açıklamada, Osmanlı Devleti'nin yaklaşık 600 yıllık bir dönemde bünyesinde farklı din, millet, mezhep ve kültüre sahip bir insan topluluğunu adil bir yönetim anlayışıyla barış içinde yönetme kabiliyetini gösterdiğini söyledi. Osmanlı devletinin bu adil yönetimi sayesinde birbirinden çok farklı özelliklere sahip insanların, kendi dil, din ve kültürlerini serbestçe yaşayabildiklerini kaydeden Sarınay, şunları kaydetti: ''Bunun adı günümüz diliyle 'birlikte yaşamak'tır. Birlikte yaşamak demek, çok kültürlülük içinde birbirlerine hoşgörü gösterebilmesidir. Bugünün dünyasının temel sorunu olan bu konuda Osmanlı Devleti zengin bir tecrübeye sahiptir. İşte bu tecrübe, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığında belgeler ışığında hazırlanan 'Gökkubbe

http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=29548&uniq_id=1152175481 ALINMIŞTIR


 

 



 

 

Kür Şad İhtilali

Türk tarihinin karakteristik ve mühim hadiselerinden biridir.

Prens Kür Şad,Göktürk Hanedanından 10.büyük Türk İmparatoru Çuluk Kağan'ın küçük oğludur.Çuluk Kağan 2 yıllık bir saltanattan sonra bir Çin Prensesi olan zevcesi İçing Hatun tarafından zehirlenerek 621 de öldürüldü.Yerine kardeşi,yani Prens Kür Şad'ın amcası Kara Kağan geçti.Türk geleneğine göre,Kara Kağan,dul yengesi,Yani Kür Şad'ın üvey anası ile evlendi.Zaten kararsız bir kişi olan yeni kağan Çinli zevcesinin entrikaları ile tamamen yanlış hareketlerde bulundu.Üst üste gelen soğuk ve kıtlık yıllarında Türk İllerinde büyük tahribat yaptı.630 yılında bu vaziyetten yaralanan Çin ordusu Türk ordusunu bozdu.Kara Kağan ile 100.000 Türk ,Çinlilere esir düştü.Çinliler in elinde  4 yıl esir yaşayan Kara Kağan 634 yılında kederinden öldü.

Kara Kağan'ın yerine Çinliler,Göktürk Prenslerinden Sirba Kağan'ı Türk İmparatoru ilan etti.Fakat bu kukla hükümdar,Çin'e tabi olmayı kabul ettiği için,bin yıldan beri İstiklal içinde yaşayan Türkler,Sirpa Kağan'ı tanımadılar.Çinlileri kovmak ve ellerindeki esirleri kurtarmak için gizliden gizliye çalışmalara başladılar.40 kişilik bir ihtilal komitesi teşekkül etti.bu komite Prens Kür Şad'ı başkan seçti Ancak ihtilal başarıya ulaşırsa,Kür Şad İmparator olmayacaktı ve siyasetten çekilecekti.Çünkü ihtilalin tamamen milli mahiyette olduğundan kimse şüphe etmemeliydi.Kür Şad 'ın imparator olmak gayesiyle başa geçtiği söylenmemeliydi.Bu fikirde olan Türk Prensi ,arkadaşlarının kendini Kağan namzedi göstermelerini kabul etmedi.Bunu üzerine, ihtilalden sonra Kür Şad'ın ağabeyinin oğlunun,yani yeğeninin Türk kağanı ilan edilmesi kararlaştırıldı.

Bu sıralarda Çin de 18.İmparatorluk hanedanı olan Tanglar'dan 2.İmparator Li Şihmin 40 yaşında ve 13 yıldan beri tahtta idi.Çin ,50 milyon nüfusu ile cihanın en kalabalık devleti idi.Kuzey Çin'de in boyunduruğund0a yaşayan yüz binlerce Türk ,her an imha edilmek tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyordu.

Türk İhtilal Komitesinin Planı şöyleydi:

İmparator Li Şihmin esir edilecek,Türk illerine kaçırılacak,sonra Çin sarayında esir bulunan Türk asilzadeleri ve Çin boyunduruğundaki Türk toprakları ile değiştirilecektir.İhtilal başarıya ulaşır ulaşmaz da bütün Türkler ayaklanacaklar,rastladıkları Çinli'yi öldürüp bağımsızlık kazanacaklardı.Çin imparatorunun her gece kılık değiştirerek başkenti Çangan'da dolaştığı Türkler tarafından haber alınmıştı.Bir sokak baskını ile imparatorun esir edilmesi oldukça kolay olacaktı.Ancak kararlaştırılan gece ,aksi bir tesadüfle,büyük bir fırtına patlak verdi.İmparator sarayından çıkmadı.Kür Şad,gecikirse ihtilalin duyulup Türklerin kılıçtan geçirilmesinden korktu.Akıl almaz bir cesaretle,imparatorluk sarayını basıp imparatoru ele geçirmeyi kararlaştırdı.Arkadaşlarının çok iyi birer savaşçı olmalarına güveniyordu.

Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi Çin imparatorluk sarayını bastı.Kanlı bir çarpışma oldu.Yüzlerce Çinli muhafız 40 Türk savaşçısının ok ve kılıç darbeleriyle can verdi.Çinli muhafızların yerden mantar biter gibi çoğaldığı ve İmparatorun ele geçirilemeyeceğini anlayan Kür Şad,sarayı terk etmek emrini verdi.İmparatorun ahırına hücum eden 40 Türk seyisleri öldürüp buldukları atları alıp Çin Başkentinden çıkmaya muvaffak oldular.Ancak bütün bir Çin ordusu 40 yiğidin peşine takıldı Vey ırmağı kıyısına gelince duraklayan Türkler bir kaç yüz Çin askerini öldürdükten sonra Göz yaşartan bir kahramanlık içinde öldüler.Kür Şad ve 39 arkadaşı Vey ırmağı kenarında ki sarı topraklar üzerinde kaldılar.

Türkiye tarihi-Yılmaz ÖZTUNA cilt 1


 

 


 

 


 

İstiklal Savaşı'nın en küçük askeri !

İşte İstiklal Savaşı'nın en küçük askeri Nezahet Onbaşı'nın kahramanlık öyküsü..


 

Cumhuriyet tarihinin ilk İstiklal Madalyası bir çocuğa verilmişti. Dokuz yaşında savaşan Nezahet Onbaşı, o madalyayı hiçbir zaman alamadı. İşte onun kahramanlık öyküsü... 
Nene Hatun, Halide Edip, Erzurumlu Kara Fatma, Adile Onbaşı, Kara Ayşe ve daha nicesi... Onlar İstiklal Harbi'nin sembol kadınlarıydı. O listede adı çok anılmayan; ama daha küçük bir kız çocuğu iken cephelerde at süren, çarpışan bir de Nezahet Onbaşı vardı. Babasıyla Geyve Savaşı, Konya İsyanı, I. ve II. İnönü Savaşları ile Sakarya ve Gediz muharebelerinde gösterdiği kahramanlıklarla anılacaktı. Yaşı küçük olduğu için Cumhuriyetin kadın kahramanlarının listesine bile çok sonraları girecekti. Çünkü o, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin İstiklal Madalyası ile ödüllendirmeye karar verdiği ilk çocuktu.

Nezahet Onbaşı'nın hikâyesi aslında Çanakkale Savaşı günlerine kadar uzanıyor. Savaş yıllarında annesi Hadiye Hanım daha 24 yaşındayken ince hastalığın (verem) kurbanı olur. O günlerde İstanbul işgal altındadır, küçük kızın babası Albay Hafız Halit Bey ise cepheden cepheye koşmaktadır. Hafız Halit Bey bir müddet sonra komutasındaki 70. Alay ile Anadolu'daki Milli Mücadele saflarına katılma kararı alır. Tabii kızını da yanında götürmek zorunda kalır. Böylece kader Küçük Nezahet'i daha 9 yaşındayken cephelerle tanıştırır.

At sırtında geçen ilk günün gecesinde donma tehlikesi atlatır. El bebek gül bebek büyüyeceği bir dönemde öksüz kalmıştır çünkü. Hafız Halit Bey küçük kızını kimseye emanet edemeyeceğini düşünerek adeta cephelerde büyütür. Küçük Nezahet, askerlerden at binmeyi, silah tutmayı öğrenir. Tam üç sene cephelerde bilfiil babasının katıldığı her muharebeye katılır. 70. Alay'ın simgesi olur adeta. Cephede Mustafa Kemal Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün de dikkatini çeker.

BEN BABAMLA ÖLMEYE GİDİYORUM, SİZ NEREYE GİDİYORSUNUZ?

İstiklal Savaşı başladığında Alay Komutanı Albay Halit'e, Yunan askerleriyle en çetin çarpışmaların yaşandığı Gediz hattını müdafaa görevi verilir. Minik Nezahet, yanı başında süngü süngüye çarpışan Mehmetçik'in şehit oluşunu görecek kadar savaşın içindedir artık. Gediz Cephesi Yunanlılara karşı ilk yenilginin alındığı cephelerden biridir. Ancak Türk askeri düşmanın lojistiğini kesmek için verdiği mücadeleyi sonuna kadar sürdürür. Zor anlar yaşanır. Tarihe kaybedilen muharebe olarak geçen Gediz Cephesi'nde sadece bir alay başarılı olmuştur. O da Hafız Halit Bey'in kumandasındaki 70. Alay'dır. Küçük Nezahet'i onbaşı yapacak, daha sonra onu Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsülerindeki tartışmalara taşıyacak en önemli olaylardan biri de bu sırada vuku bulur.

Türk askeri Yunan saldırıları karşısında zor anlar yaşamaktadır. O sırada cepheden kaçmayı düşünenler bile olur. Yaklaşık 600 kişilik alayı ile en zor sınavı veren Hafız Halit, umutların tükendiği noktada atıyla askerlerin önünü kesen küçük kızı Nezahet'i bulur. Minik, ama vatan sevgisiyle dolu yürek cephe gerisine kaçmaya çalışan askerlerin karşısına duvar gibi dikilir ve ağzından şu sözler dökülür: "Ben babamın yanına ölmeye gidiyorum, siz nereye gidiyorsunuz?"

Babasına destek olmak isteyen bir çocuğun çırpınışlarının ötesindedir gayreti. Atın üstündeki küçük kız, askerlerin yüzüne tokat gibi bir gerçeği, 'vatan sevgisini ve şehadeti' haykırınca hepsi geri döner. Çoğu cephede şehit düşer, ancak Gediz muharebesi kaybedilse de Yunan askerinin Anadolu'nun içlerine kolay sızması geciktirilir. Küçük Nezahet, sınavı kazanmıştır. Artık o elinde oyuncaklarıyla askerin arasında gezen bir kız çocuğu değil, 70. Alay'ın Nezahet Onbaşısı'dır.
İLK İSTİKLAL MADALYASI’NI BU ÇOCUĞA VERELİM

Bu kahramanlık hikâyesi Cumhuriyet'in ilânından hemen sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin en hararetli tart ışmalarından birine konu olur. Tarih 30 Ocak 1921'dir. Bir milletvekili Meclis Riyaseti Celilesi'ne (başkanlık) Nezahet Onbaşı'ya ilk İstiklal Madalyası’nın verilmesini önerir: "Bursa Mebusu Operatör Emin Beyin, muhtelif harp cephelerinde bilfiil müsademata iştirak eden (çatışmalara katılan) 12 yaşlarındaki Nezahet Hanımın İstiklal madalyasıyla taltif edilmesine dair takriri... Muhtelif harp cephelerinde bilhassa son Gediz ve İnönü meydan muharebelerinde bilfiil müsademata iştirak ve her an efrat ve hatta zabitanı teşci eden (cesaretlendiren) yetmişinci alay Kumandanı Hafız Halid Beyin kerimesi on iki yaşlarında Nezahet Hanıma ilk İstiklal madalyasının itasını teklif ve teklifi vakım Heyeti Umumiye'nin tasdikine arz edilmesini rica ederim. (30 Kanunusani 1337 - Bursa Mebusu Operatör Emin Bey.)" 

Erzurum Mebusu Celaleddin Arif Bey izahat verilmesini ister. Operatör Emin Bey söz ister ve Nezahet Onbaşı'nın cephelerdeki kahramanlıklarını bir bir anlatır. Babasını ve askerleri nasıl cesaretlendirdiğini söyler: "Bu çocuk mutlaka muhtac-ı taltiftir. İlk İstiklal madalyasını bu çocuğa verirsek büyük bir kadirşinaslık gösteririz. Ha onu arzedeyim, bütün askerlerimiz buna (Türk Jandark'ı) namını vermişlerdir." İzmit Vekili Hamdi Namık Bey itiraz eder, İstiklal madalyalarının Yunan madalyalarına benzetilmemesi için 12 yaşında bir çocuğa verilemeyeceğini, sadece hediye ile taltifini önerir.

Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey araya girer, İstiklal Madalyası’nın da ötesinde küçük Nezahet'in asker yapılmasını, mirimiran (tuğgeneral) rütbesiyle ödüllendirilip, paşa hanım olmasını teklif eder. Meclis başkanı hem hararetli hem latifelerle dolu konuşmaların sonunda Emin Bey’in teklifi gereği ilk İstiklal Madalyası'nın minik kıza verilmesi gerektiğini söyler. Meclis zabıtlarına bu aynen geçirilir. Tartışmalar sürer, ordu kumandanlığına sorulması bile gündeme gelir. Meclis'teki bu tartışmalar aslında küçük Nezahet'in ömrü boyunca peşini bırakmayacak iç burkan bir hikâyenin temelini oluşturur.

Hem Kurtuluş Savaşı gazisi babası Albay Hafız Halit Uzel Bey hem kendisi defalarca başvurmasına rağmen İstiklal Madalyası'nı bir türlü alamaz. Nezahet Onbaşı bir çeyizlik hediye ile de taltif olunur. Çeyiz de tıpkı İstiklal Madalyası kararı gibi zabıtlara geçmesine rağmen gerçeğe dönüşmez.

Aradan yıllar geçer. Tam 65 yıl sonra bir gazetecinin köşe yazısında konuyu gündeme getirmesiyle dönemin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Necmettin Karaduman tarafından bir takdir beratı verilir. Nezahet Onbaşı, 6 Temmuz 1986'da Dolmabahçe Sarayı'nda sessiz sedasız bir törenle şükran plaketini aldığında 78 yaşındadır. Aradan 6 yıl geçer ve madalyasını göremeden 84 yaşında hayata gözlerini yumar.

Nezahet Onbaşı şimdi Anadolu yakasındaki Karacaahmet Mezarlığı'nda İstiklal Madalyası sahibi kocası emekli Albay Rıfat Baysel ile yan yana yatıyor. İstiklal Mücadelesi'nin çocuk kahramanı Nezahet Onbaşı'dan geriye iki kızı İnci ve Oya hanımlar, torunu Şebnem ile onun kızları Didem ve Gizem kaldı. Bir de İstiklal Madalyası ile taltifini onaylayan TBMM tutanakları...

ATATÜRK'TEN İLTİFAT

Küçük Nezahet'in birbirinden ilginç anıları da var tabii ki. Padişah yanlısı Kuvvay-ı İnzibatiye askerleri Albay Hafız Halit'in sorumlu olduğu alayın Anadolu'daki Milli Mücadele Orduları'na katılmasını (1919) istemez. İşte küçük Nezahet o çatışmalarda bir askerin yanı başında şehit oluşuna şahit olur. Yüreğini sarsan bu anıyı çocuklarına sık sık anlatır.

İlk asker elbisesini 1920'de giyer. Erlerin kullanılmayan kıyafetlerinden minik kıza bir haki elbise dikilir. Çerkes Ethem ile cephede karşılaşır. Asker elbiseli bu küçük kızı merak eden Çerkes Ethem, niye bu kıyafetleri giydiğini sorar. Nezahet'in cevabı, "Ben askerim." olur. Askerin silahı olmazsa asker olmaz, diyen Çerkes Ethem çatışmalarda ele geçen bir Yunan filintasını ona silah olarak verir. 70. Alay'ın adı 'Kızlı Alay' diye anılmaya başlar. Birinci İnönü Muharebesi'nde cepheye gelen Atatürk alayın sembolü Nezahet'le tanışır. Atatürk'ün sebeb-i ziyareti aslında Alay Komutanı Hafız Halit'i denetlemektir. Atatürk komutan çadırında kulaklarında küpe, asker elbiseli olarak Nezahet Onbaşı ile karşılaşınca çok şaşırır. Yanındakilere sorar, "Kim bu?" diye. Komutanımız Albay Halit'in kızı cevabını alınca daha da şaşırır. Sonra ona sorar, "Ne arıyorsun sen burada?" O da vecize haline gelen sözünü söyler: "Ben askerlerin kalesiyim, dönmek isterlerse karşılarında beni bulurlar." Cevap Atatürk'ün çok hoşuna gider. Küçük kızı sever. Bursa Ahudağ eteklerinde, Bozüyük'te Atatürk'ün özel vagonunda ve Akşehir'de olmak üzere üç kez daha cephede karşılaşırlar.

ASKER KIYAFETLERİ İÇİNDE MİNİK BİR KIZ

Asker kıyafetleri içindeki küçük kız Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa'nın da gözünden kaçmaz. At üstünde onu gördüğünde, "Kim bu küçük asker, niye bu kadar küçükleri askere alıyorsunuz?" diye yanındakileri fırçalar. Sonra sarı sarı küpelerini fark eder minik kızın. "Aç bakayım şapkanı?" der, saçlarını okşar, iltifat eder: "Kimsin sen? Parola ne?" "Onbaşı Nezahet." İnönü gülümser: "İyi o zaman ben seni kurmay yapıyorum." Sonra Alay Komutanı Hafız Halit'in kızını cephelerde büyütmek zorunda kaldığını öğrenir. Paşanın kurmay iltifatı karşılıksız kalmaz, Nezahet Onbaşı, karargâh binasının bahçesindeki asma (üzüm) yapraklarından yaptığı sarmayı Paşa'ya ve babasına ikram eder.

İstiklal Harbi sona erer, Nezahet Onbaşı babasıyla birlikte İstanbul'da yaşamaya devam eder. 13 yaşındayken adının ilk duyulduğu o meşhur tartışmalı TBMM oturumu yapılır. Küçük Nezahet, Fransız İhtilali'nin simge ismi 16 yaşındaki Jan Dark (Jeanna D'Arc) ile özdeşleştirilir. Ama madalya rüyası bir türlü gerçekleşmez. İstanbul Kumkapı'da açılan Jan Dark Enstitüsü'nün de en başarılı öğrencisi olur. Ancak bir aile kararıyla ortaokuldan sonra okuldan alınır.

Okuma sevgisi ve asker olma isteği yüreğinden hiç çıkmaz. İstiklal Harbi'nin genç kahramanlarından Yüzbaşı Rıfat ile 1931'de evlenir. Uzel soyismi artık Baysel'dir. Yüzbaşı Rıfat da Alman Mektebi'ni okurken 17 yaşında okulunu terk edip Kuleli Askerî Lisesi'ne kaydını yaptırmıştır. Daha okulunun birinci yılında o da kendini Milli Mücadele cephesinde bulur. Mehmet Rıfat (Asım), İstiklal Madalyası alan ilk genç askerlerdendir. Nezahet Hanımla evlendikten sonra Atatürk'ün yaverlerinden biri olur. 

Nezahet Onbaşı ve ailesi Atatürk'e çok yakın oldukları halde hiçbir zaman alamadıkları İstiklal Madalyası’nı şikâyet konusu yapmaz. Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenen devlet törenlerinde, balolarda Nezahet Onbaşı da vardır. Dönemin asker ve lider eşlerinin tamamıyla iyi ilişkiler kurar. En büyük üzüntüsü okuyamamak olur. Ama hayalleri yarım kalır.

Evliliğinin yedinci yılında ilk kızı İnci, daha sonra Oya dünyaya gelir. Evinin kadını ve iyi bir anne olur. Çocuklarını Kurtuluş Savaşı'nın hikâyelerini anlatarak büyütür. Hayat arkadaşı Rıfat beyi de 1974'te kaybeder.


 

SON İSTEĞİ TÜRK BAYRAĞINA SARILMAKTI 

Annesinin son günlerinde yeniden Milli Mücadele günlerini yaşamaya başladığını söyleyen büyük kızı İnci Üçok (Baysel), Nezahet Onbaşı'nın ölüm anını şöyle anlatıyor: "Çok rahatsızlanmıştı. Gülhane Askerî Tıp Akademisi'ne kaldırdık. Hastanede, 'Bak gördün mü Alay geldi. Karşıda askerler. Bak kızım babam beni almaya geldi. Alayın hepsi burada.' diyordu. Onlar son sözleri oldu."

Büyük kız İnci, "Askerler onun her şeyiydi. Ay yıldızlı bayrağı ve askerleri gördüğünde gözleri dolardı." diyor. Annesinin intizamlı bir hayatı olduğunu, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili hatıralarını hep coşkuyla anlattığını söylüyor. 

İstanbul Özel Saint-Joseph Fransız Lisesi Felsefe öğretmeni küçük kızı Oya Baysel ise tek bir isteğini yerine getiremediklerini dile getiriyor: "Onun son dakikasına kadar hep yanında olduk. Tek isteği var yapamadığımız. Öldüğümde Türk bayrağına sarın demişti. Bir takım asker geldi, cenaze törenine. Ama tabutuna al bayrağı koyamadık. O günün telaşıyla birileri Bayrak Kanunu var deyip engellemişti. Biz de unuttuk."

Nezahet Onbaşı 24 Eylül 1993'te GATA'da vefat eder. Ve eşinin yanına Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilir. O, ardında birçok kimsenin bilmediği tarih kayıtlarına not düşülen bir kahramanlık hikâyesi bıraktı. Nezahet Onbaşı'nın alamadığı İstiklal Madalyası TBMM'nin 69 numaralı Kanunu mucibince Cumhuriyet'in ilk yıllarında 6 bin 920 kişiye verildi. Madalya alanlar arasında 70. Alay Komutanı Hafız Halit Bey ve Nezahet Onbaşı'nın eşi Rıfat Baysel de vardı. Bugün Meclis Kütüphanesi'nin raflarında yer alan 6 defterin kayıtlarına göre İstiklal Madalyalı kahramanların ilk 1500'ü Atatürk'ün silah arkadaşları, milletvekilleri ve cephede yer alan komutanlara verilmiş. Sonra erlere, halk kahramanlarına, Maraş'a, Antep'e, Urfa'ya İstiklal beratı ve madalya verilmesi kararlaştırılmış. Kayıtlara ilk İstiklal Madalyası olarak geçen tek taltif Nezahet Onbaşı'ya yani bir çocuğa aitti. Ancak o madalyasını alamadan hayata gözlerini kapadı.

TBMM'NİN İLK İSTİKLÂL MADALYASI TARTIŞMASI

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 140. oturumunun 1. Celsesi'nde Nezahet Onbaşı'ya İstiklal Madalyası verilmesi şöyle gündeme gelir.

Gündem Maddesi 4.

- Bursa Mebusu Operatör Emin Beyin, muhtelif harp cephelerinde bilfiil müsademata iştirak eden (çatışmalara katılan) 12 yaşlarındaki Nezahet Hanımın İstiklal madalyasiyle taltif edilmesine dair takriri.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesine

Muhtelif harp cephelerinde bilhassa son Gediz ve İnönü meydan muharebelerinde bilfiil müsademata iştirak ve heran efrat ve hatta zabitanı teşci eden (cesaretlendiren) yetmişinci alay Kumandanı Hafız Halid Beyin kerimesi on iki yaşlarında Nezahet Hanıma ilk İstiklal madalyasının itasını teklif ve teklifi vakım Heyeti Umumiye'nin tasdikina arz edilmesini rica ederim. (30 Kanunusani 1337- Bursa Mebusu Operatör Emin Bey.)

CELALEDDİN ARİF BEY (Erzurum) - İzahat verirlerse iyi olur efendim.

OPERATÖR EMİN BEY (Bursa) - Efendim, bu Nezahet Hanım denilen küçük hanım, mini mini hanım, sekiz yaşında öksüz kalmış. Babasından başka kimsesi olmadığı için onun kucağına düşmüş ve harbi umumide muhtelif cephelerde bu çocuk harp içinde büyümüştür. Hafız Halit Bey denilen zat da gayet kahraman bir kumandanımızdır. O kahramana layik bir çocuktur. O çocuk kendi eliyle yüzü mütecaviz bir zabitan sarsıldığını görse hemen yanına koşar, haydi beraber çarpışalım der, onunla beraber çarpışır. Babasında ufak bir tereddüt görse hemen babasına koşar, aman baba hiç müteessir olma, annem vakıa ölmüştür, seni de vururlarsa ben yetim kalmam. Bana millet bakar, haydi babacığım diyerekten bu suretle teşvik eder ve kim bir parça sendelerse Nezahet Hanım mutlaka onun yakasına yapışır. Bu çocuk mutlaka muhtacı taltiftir. İlk İstiklal madalyasını bu çocuğa verirsek büyük bir kadirşinaslık gösteririz. Ha onu da arzedeyim, bütün askerlerimiz buna (Türk Jandark'ı) namını vermişlerdir.

HAMDİ NAMIK BEY (İzmit)- Efendim Emin Bey biraderimizin buyurdukları Halit Beyle kerimesini bendeniz de tanırım. Hakikaten böyledir. Türklerin bir Jandark'ı addolunabilir. Yalnız bendeniz diyorum ki; pek kıymettar addettiğimiz İstiklal madalyalarını Yunan madalyalarına benzetmemek için 12 yaşında bir çocuğa verilmesini caiz görmüyorum. Bendeniz; muvafıksa Büyük Millet Meclisi namına bu kıza büyüdüğü zaman cihazını temin edecek bir hediye (çeyiz kastediliyor) takdim edelim. (Hay hay sesleri)

TUNALI HİLMİ BEY (Bolu) - Efendim bendeniz ilk defa olarak olmak üzere Osmanlı tarihinde bir paşa hanım görmek istiyorum. Kendisine mirimiran rütbesinin tevcihini teklif ediyorum. Yalnız nişan değil, bir rütbe. (Handeler)

REİS - Operatör Emin Beyin teklifi veçhile Nezahet Hanıma ilk İstiklal madalyasının şimdiden tevcihini...

HAMDİ NAMIK BEY (İzmit) - Efendim izahat vereceğim. Malumu aliniz İstiklal madalyası tevdiinde Divan-ı Riyaset'in tetkikat icrası kanun iktizasındandır. Bir defa ordu kumandanlığından sorulsun, tetkik edilsin, doğrudan doğruya Meclis karar vermez.

REİS - Kanunu mahsusu mucibince Divan-ı Riyasete havalesini tensip buyuranlar el kaldırsın. Efendim bir daha arzediyorum. Anlaşılmadı. Takririn Divanı Riyasete tevdiini kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın. Kabul edilmiştir.

DR. SUAT BEY (Kastamonu) - Evvela kabülünü nazarı itibara alalım. 

TUNALI HİLMİ BEY (Bolu) - Efendim benim de teklifim nazar-ı dikkate alınsın, mirimiran olsun.

MEHMET RAGIP BEY (Amasya) - Aksini reye koymaya mecbursunuz. Yok ayağa kalkacaksınız diyeceksiniz efendim.

YAHYA GALİP BEY (Kırşehir) - Riyasete karşı bu kadar itap edilmez....

REİS - Beyefendi; sükuta davet ediyorum. Nizamname beni mecbur etmez. Şüphelenirsem aksini reye korum. Şüphe yoktur, ekseriyet vardır.

....

Tartışmalar bu şekilde noktalanır. Ancak Divan Başkanlığı'na sevk edilen İstiklal Madalyası'nın takdimi meselesi Nezahet Onbaşı'nın ömrü boyunca hayata geçirilemez.

*Kaynak TBMM Tutanakları 7. Cilt 440. sayfa

İLK HARP HEYECANI

Nezahet Hanım Milli Mücadele'ye katılışının ilk safhalarına ait anılarını Tarih ve Coğrafya Dünyası Mecmuası'na şöyle anlatmış:

"Gelinkondu Köyü'nde kurduğumuz karargah benim için yeni bir hayata başlangıç teşkil etti. Artık talim devresini bitirmiş, acemilikten kurtulmuş, muallem bir asker olmuştum. Cephelerde sükunet olduğu için çadırda babamın hizmetine bakıyordum. Babamın elbiselerini temizliyor, söküklerini dikiyordum.

Bir akşam üstüydü. Çadırın önünde oturmuş, babamın ceketindeki sökükleri dikiyordum. Birden silah çatırdıları duyuldu. Bütün bölükler silah başı yaptılar, ileriye keşif kuvvetleri gönderildi. Babam da hazırlıklarını bitirerek yanıma geldi:

- Haydi, dedi; benimle gel.

-Nereye gidiyoruz?

-Askerlikte sual sorulmaz. Verilen emirler yapılır.

-İyi ama ben asker miyim?

-Şu dakikadan itibaren askersin.

Hiçbir cevap hayatımda bu derece beni sevindirmemişti. Demek ki babam beni artık asker olarak kabul ediyordu. İçimde sevinç bulutları dalgalana dalgalana hazırlıklarımı bitirdim, bölüklerin toplandıkları yere doğru koştum. Silah sesleri hâlâ duyuluyordu.

Bölükler emir aldıktan sonra yürüyüş koluna geçtik. Birkaç saat sonra, keşif bölüğü döndü. Yanlarında çopurlu poturlu ve silahlı bir sürü insan vardı. Bunlar çetelermiş. Reisleri de Gavur Ali diye anılan biri. Biraz evvel silah atanların bunlar olduğu anlaşılmıştı. Meğer bu adamlar bir köy civarından geçerlerken hep böyle yaparlarmış. Gavur Ali'yi babamın yanına getirdiler. Babam sordu:

-Kimsiniz siz? Bu silah sesleri nedir?

-Ben Gavur Ali; biz de sizdeniz. Baskın yapmak için cephanemiz kalmadı. Bize cephane verin.

-Ya duyduğumuz silah sesleri neydi?

-Köy kenarından geçiyordum, bizimkiler aşka geldi.

-Ben, keyif için mermi yakanlara cephane vermem. Bir tek kurşunun bile bugün için kıymeti vardır.

Çeteciler babamın bu sözlerinden memnun olmadılar, homurdana homurdana uzaklaştılar. Sonradan öğrendiğime göre bu çetelerin çoğu Milli Mücadelemize hizmet etmişler. Fakat bir kısmı da köyleri basıp talan etmişler.

ÇERKES ETHEM SİLAH HEDİYE ETTİ

Gelinkondu Köyü'nden şafakla beraber ayrıldık. Geyve istikametine doğru ilerliyorduk. Ben, atımla babamın yanında gidiyordum. 

İkinci karargahımızı Geyve Akhisarı'nda kurduk. Burada benim için çok mühim yeni bir hadise oldu; bölüklerimizden biri, zararlı faaliyette bulunan çetecilere karşı gönderilmişti. Bir haylilerlemiş olan bu bölüğe bir emir götürülmesi gerekiyordu. Bu iş için iki atlı hazırlandı. Babama beni de bu atlılarla göndermesi için yalvardım, razı oldu.

İki atlı ile birlikte karargahtan yel gibi uzaklaştık. Tarlalardan geçerken başka bir atlı grubun bize doğru geldiğini gördük. Askerlerden biri bu grubu tanıyormuş.

-Bursa grubu, diye bağırdı. Ben:

-Ne yapacağız şimdi? Diye sordum.

-Hiç, dediler; Kuvayı Milliyecidir. Bizimle birliktir. Bir şey yapmazlar.

Atlı grup bize yaklaşınca önlerindeki adam attan indi. Doğru bana yürüdü ve atımın yularını tutarak sordu:

-Sen kimsin küçük?

-Nezahet.

-Baban kim senin?

Yanımdaki asker cevap verdi:

-Bizim kumandanımız Halit Beyin kızıdır bu.

Çete Reisi beni okşadı:

-Sen, dedi; iyi bir asker olacaksın ama birşeyin noksan.

Üstüme başıma göz gezdirdim; her şeyim tamamdı.

-Benim hiçbir şeyim eksik değil.

-İyi düşün bakalım küçük.

-Herşeyim tamam benim.

-O halde nasıl harp edeceksin?

Silahsız olduğumu ima etmek istediğini anladım.

-Bana göre silah yok ki...

Güldü:

-Ben sana silah bulurum.

Sonra adamlarından birini çağırdı. Ver şu silahını, dedi. Adam omuzundan çıkardığı silahı reise verdi. O da bu silahı bana uzatarak:

-Al bakalım küçük, dedi; işte şimdi tam asker oldun.

Görüştüğüm ve bana silah hediye eden bu çete reisinin Çerkes Ethem olduğunu sonradan öğrendim. O zamana kadar hiç böyle küçük silah görmemiştim. Meğer bu Yunanlılardan alınmış bir filinta imiş. Çok sevinmiştim; aylarca hasretini çektiği oyuncağa kavuşan çocuk gibiydim....

(Nezahet Onbaşı'nın bu silahını daha sonra babası Hafız Halit alır. Kendini yaralayabileceği düşüncesiyle mermilerini boşaltır. Nezahet onbaşı aylarca sırtında bu filintayla cephelerde gezer.)

Aksiyon
Fatih Uğur


 

 


 


 

1955 te T.B.M.M.de Basın kanunu hakkında şiddetli tartışmalar yapılıyordu.Bir yaz günü Ankara'da Prof. Osman Turan ile Özen Kıraathanesi'nde oturuyorduk.Bir masa ötede Hamdullah Suphi Tanrıöver'in sesini duyan Osman Turan ona doğru bakınca  bizi masasına çağırdı.Gittik Şuradan buradan derken söz basın kanunu üzerindeki sert tartışmalara geldi.O sırada mahut gazetelerden birisi ,kendi düşüncesine ters düştüğü halde,Sultan Abdülhamit Han lehinde tefrika yayınlıyordu.Söz buraya gelince Hamdullah Suphi Tanrıöver'e :

"-Beyefendi! Sultan birinci Abdülhamit l.Mebusan Meclisini kapatmamış olsaydı,şimdiye kadar demokraside bir hayli mesafe almış ve bugünkü sert tartışmalara da yer kalmamış olacaktı", dedim.

Hamdullah Suphi Tanrıöver büyük bir kızgınlıkla sandalyesinden kalkıp oturduktan sonra :

-Sen! birinci Osmanlı Mebusan Meclisi'ni bilir misin? dedi ,

Yaşımın bunu bilmeme imkan vermediğini söyleyince :

-Tarih kitaplarında resmini görmedin mi?

-Gördüm

-Hani (Eliyle tarif ederek) lahana başlı hocalar ve yanlarında dal fesli (sadece fes sarıksız demek) kişilerin resimlerini gördün mü?

-Evet Gördüm.

-İşte bu lahana başlı hocalar bu memleketin gerçek sahibinin temsilcileri idiler.Fakat medresenin yetiştirdiği,günün gidişinden ,politikanın gerçek yüzünden ,Hıristiyan mebusların gerçek niyetlerinden habersizdiler.Dal fesliler de Rum,Ermeni,Yahudi,,Arnavut,Dürzi,Nasturi ve diğer milletlerin temsilcileriydiler.Bunlar Avrupa'da okumuş,politikanın bütün inceliklerini bilen;devleti içinden yıkmak isteyen hainlerdi.Bu şeytanlar o saf ve temiz hocaları çabucak kandırıp arkalarına taktılar.Memleket çıkarlarına ters düşen ,devleti içinden çökertecek hareketlere giriştiler.Eğer Sultan Abdülhamit l.Meclisi dağıtmamış olsaydı,imparatorluk daha o gün dağılmış olacaktı.Buna göre sen ne dersin İmparatorluk mu çökmeliydi,yoksa Mebusan Meclisimi dağılmalıydı? dedi.

"-Şüphesiz meclisin dağılması daha iyidir." dedim.

-Öyle ise sultan Abdülhamit de senin dediğini yaptı.Meclis'i dağıtarak  İmparatorluğu otuzüç sene daha ayakta tutmayı başardı.dedi,

Hamdullah Suphi Tanrıöver'in bu sözleri kafamı allak bullak etmiş çocukluğumda yaşlı halkın söylediklerine hak kazandırmış oluyordu.İsyan edercesine:

-Beyefendi! Öyle ise neden başında bulunduğunuz Maarif vekilliği Sultan Abdülhamit'i bize kötü tanıttı?

Güldü.Derin bir nefes aldı.Eliyle havada bir çizgi yaptıktan sonra:

-bir inkılap yapılmış,saltanat kaldırılmış,Cumhuriyet ilan edilmişti.Politika gereği saltanat ve sultanları kötülemek lazımdı.Biz de öyle yaptık.dedi,

Saltanatın kaldırılmasının üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmiş ,Türk Milleti kendi hakimiyetinin tadını almış,her dört senede bir oylarıyla kendini idare edecekleri serbestçe seçmiş,diktatör taslaklarına gereken dersi vermiş,varlığını hür demokratik düzen içersinde yürütmeye kararlı olduğunu göstermiştir.Bu durumda artık Hamdullah Suphi Tanrıöver'in belirttiği gibi rejim endişesi kalmamış Sultan Abdülhamit Han tarihin malı olmuştur.Tarih olan bu devri idare edeninde ,iftira ve yalanlardan arınmış gerçek hüviyetinin bilinmesi lazımdır.

Sultan Abdülhamit Han'a Kızıl sultan lakabı Anadolu'nun yarısını Ermenistan yapmak isteyen Ermeni komitacılarına engel olmasının sonucu Ermeni yanlısı Fransızlar tarafından takılmış olduğu gibi İslam ve Türk düşmanı İngiltere Başbakanı Gladstone 'da ona cani demiştir.Bu adları takanların her birisinin azılı Türk düşmanı oldukları bilindiği halde bu sıfatları kullanan zavallı Türk aydınlarına ne demeli? Kültür Emperyalizmi  ile Avrupa'nın düşünce esirliğine düşen zavallı Türk aydınları  Sultan Abdülhamit Han'a o kadar düşman kesilmişlerdi ki,1905 senesinde Ermeni komitacıları Anadolu'da Ermenistan devleti kurulmasına engel gördükleri Sultan Abdülhamit Han'a suikast düzenleyip,cuma Selamlığında bomba atmaları üzerine Tevfik Fikret meşhur "bir lahzai teahhur" adlı manzumesinde:

"Ey şanlı avcı,dâmini beyhude kurmadın,
Attın fakat yazık ki,yazıklar ki vurmadın!"

Diyor.Bu ne derin gaflet veya hainlik.bombayı atan kim?Ne için atmış? Öldürmek istediği kim? ve Niçin öldürmek istemiş? Öldürülmek istenmesi Türk'ün bin yıllık anayurdu üzerinde bağımsız Ermenistan kurmak isteyenlere engel olması değil mi? Bu nasıl aydınlık?

Sultan Abdülhamit Han'a isnat edilen kusurlardan birisi de son derece vehimli olduğu iddiasıdır.Sultan Abdülhamit Han vehimli değil,ihtiyatlı bir hükümdardır.Amcası sultan Abdülaziz'in Mütercim Rüştü,Hüseyin Avni,Mithat ve Süleyman Paşalarla Şeyhulislam Hayrullah Efendi tarafından alaşağı edildiğini gördükten başka ,Ruslar Ayastafanos'ta iken Ali Süavi'nin giriştiği Çırağan Olayı'na ,sadık.Mahmut Celalettin,Mütercim rüştü Paşaların adlarının karışmasıyla ,sultanın ihtiyatlı davranmasını kınamak insafsızlık olmaz mı? Ama o bunları yine devlet işlerinde vazifelendirmiş şüphe üzerine cezalandırmaya kalkışmamıştır.

ABDÜLHAMİT HAN'IN MUHTIRALARI
Mehmet Hocaoğlu Sayfa:8-9-10

 


 


 

RUMELİ HİSARININ YAPILIŞI



Sultan Fatih'in İstanbul'u muhasara ettiği zaman yaptırdığı Rumeli Hisarı, uzaktan bakıldığıda eskimez harflerle «Muhammed» biçiminde okunacak şekilde inşa edilmiştir.

Bunun yapılışını ise, Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde şöyle anlatmaktadır:

— İstanbul daha küffar elinde iken, tepenin başında bir kilise vardı. Kilisenin papazı ise gizlice Müslüman olmuş ve İstanbul'u fethedecek kumandanın Muhammed (Mehmet) isminde birisi olacağını kitaplarında okumuştu. Edirne'de İkinci Mehmet'in (Fatih) tekrar tahta çıktığını duyunca derhal gizlice bir mektup ile:

— İstanbul'u fethedecek ni'melemir sensin, buraya bir kale ve Akdeniz'in boğazında iki kale yapıp, istanbul'a iki taraftan yiyecek ve giyecek yardımı girmesine müsaade edilmezse kıtlık ve pahalılık olması -muhakkaktır. Azametle Edirne'den deniz gibi askerle, bu bizim tarafa teşrif ediniz, dedi.

Fatih bu mektubu alınca göğsü genişledi ve bir kat daha ferahladı, İstanbul'a av yapmak maksadıyla gelip, boğazdaki gizli Müslüman papazla da görüştü. Papazla Rumeli Hisarı'nın yapılmasında mutabık kaldılar. Fakat daha oralar küffar elinde olduğu için, bunu nasıl yapacaklardı. Padişah Bizans Kralına bir çok av gönderdi ve onunla dostluk alış - verişinde bulundu. Bu arada Fatih şimdiki Rumeli Hisarı'nın olduğu yeri, Konstantin'den bir av köşkü yapmak için izin istedi. Fakat Konstantin bunu kabul etmeye yanaşmamakla beraber, red de etmedi ve:

— Bir sığır derisi kadar çiftlik yaparsa makbulümdür. Ama bir tamir derisinden büyük olursa iznim yoktur, sonra barışa aykırı hareket edilmiş olur, dedi.

Kralın bu sözlerini Fatih'e tebliğ ettiler. Hazreti Fatih, elçi önünde öküz derisi büyüklüğünde bir kule yapmaya başladı. Elçi gittikten sonra ne kadar ırgat ve mimar varsa hepsi buraya toplanarak Rumeli Hisarı'nın inşasına başlandı. Hazreti Fatih, Krala verdiği sözü zahiren bozmamıştı. Çünkü Kral'ın kendisine gönderdiği öküz derisini iyice gerdikten sonra, ince dilimler halinde dildirdi, bir ip gibi yaparak nereye kadar yetişmişse o kadar büyüklükte bir hisar yaptı.

Hisarın yapılışı sırasında çok büyük yararlığı dokunan Müslüman papaz:

— Padişahım, mübarek adınız Mehmet'tir. Kitabımızda Konstantin devletinin sizin elinize geçeceği yazılıdır. Şimdi bu kalenin şekli sizin isminize benzer şekilde olmalıdır. Ben bu işi kırk seneden beri hesap eder dururum. Fakat bu zamana kadar kimseye açmış değilim. Bu işte bir nevi mütehassıs sayılırım, diyerek paçaları sıvadı ve hakikaten Rumeli Hisarı kûfî yazı ile «Muhammed» şeklinde yapıldı., Hisarın gizli gizli yapılışı tam altı ay sürdü. O zamana kadar etrafını çalı - çırpı ile örtüyorlardı. Yapılıp da artık yıkılması diye bir korku kalmayınca bir gece hisarın etrafındaki ormanlığı ateşe verdiler. Bir gecede orman yanıp kül oldu ve hisarın hakiki görünüşü bir inci gibi ortaya çıktı. Bundan sonra daha evvel hazırlanan asker, bütün top ve tüfeklerini alarak kaleye yerleştiler ve kale bir cephanelik haline geliverdi.

Kral bu hali işitince: «Barışa aykırı bir kale yapmışlar» diyerek bir elçi gönderdi.

Hazreti Fatih ise, daha evvel dilim dilim yaptığı sığır derisini göndererek:

— Barışa aykırı bir hareket yok. Biz sığırın derisinin yetişebildiği yer kadar bina yaptık, dedi ve ondan sonra da muhasaraya girişildi.


 

 



 

 

Kınali Ali



Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da onlarla Sohbet ediyor, ' Nerelisin?' gibi sorular soruyordu.

Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı Yanına 
çağırdı ve merakla sordu: 
" Adın ne senin evladım?" dedi. 
" Ali, komutanım" dedi. 
" Nerelisin?" 
" Tokatlıyım, komutanım, Tokat'ın Zile kazasındanım..." 
" Peki evladım,bu kafanın hali ne? 
Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?" 
" Cepheye gelmeden önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden yaktığını 
da bilmiyorum." 
" Peki dedi üsteğmen. "Gidebilirisin Kınalı Ali." 


O günden sonra Ali'nin adı Kınalı Ali oldu. 


Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki kınayı da 
alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen ve dürüst 
tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı. 
Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım istedi. 
" Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum. 
Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?" 
Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi. 
" Sen söyle biz yazalım" dediler. 
Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de Söylenenlerin doğru 
yazılıp yazılmadığını denetliyordu. 
" Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben burada çok 
iyiyim, beni sakın merak etmeyin." 
Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını 
sorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini 
merak etmemesini söyledikten sonra, Biz burada var oldukça bilesiniz ki 
düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir tümcesi ile bitiriyordu. 
Tam zarf kapatılırken Ali " iki üç satır daha ekleteceğini" söyleyerek 
Mektubun sonuna şunları yazdırdı. 
" Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, Burada 
komutanlarım da, arkadaşlarımda benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmek 
sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet'e gelecek, Onu gönderirken sakın 
kına yakma saçına. Burada onunla da dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden 


öperim anacığım." 


Gelibolu'da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler kesin sonuç almak 
için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz önceleri 
birer, birer, sonraları beşer,beşer, 
Onar, onar şehit oluyorlardı. Gelen destek güçleri de yeterli olmuyor, 
onlarında sayıları giderek azalıyordu. 
Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali'nin komutanı bu durum karşısında 
çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç erlerine 
insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye 
göndermek zorunda kalmaması için Allah'a dua ediyordu. 
Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları, 
komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini 
istediler.Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi 
ve ölüme gönderdiğini bile, bile bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. 
Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye hayır, 


bile,bile ölüme gidiyorlardı. 


O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan 
Kınalı Ali'nin bölüğünden tek kişi geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehit 
olmuştu. Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali'ye anne, babasından 
mektup geldi. Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ile 
okumaya başladı. Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna 
aile adına babası yanıt veriyordu. 
" Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim. Öküzü 
sattık, parasının yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye 
gidecek küçük kardeşine veriyoruz. şimdi öküzün yerine tarlayı ben 
sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da. Sen sakın bizi düşünme." 
Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdikten sonra 
"şimdi * sana diyeceği var" diyerek sözü ona bırakıyordu. 
Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali'nin anasının ağzından yazılmıştı 


şöyle diyordu anası: 


" Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de 
yakma demişsin. 
Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalga 
geçmesinler. 

Bizde üç işe kına yakarlar; 

1 - GELİNLİK KIZA, GİTSİN AİLESİNE, ÇOCUKLARINA KURBAN OLSUN DİYE 
2 - KURBANLIK KOÇA, ALLAH'A KURBAN OLSUN DİYE 
3 - ASKERE GİDEN YİĞİTLERİMİZE, VATANA KURBAN OLSUN DİYE... 

Gözlerinden öper, selam ederim. Allah'a emanet olun 
" Ali'nin mektubu okunurken ve çevresindeki herkes onu dinlerken, hıçkıra, 
hıçkıra ağlıyordu... " 

(Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesindedir.)

 

 



 

 


 

1539 tarihinde Paolo Giovio "Turcicarum Perum Commentarius"adlı eserinde şöyle diyordu:

"Osmanlıların o kadar asil ve ciddi bir askeri disiplinleri var ki,eski Yunan ve Roma sisteminin de kat kat üstündedir."

Buna karşılık ,Fransız diplomatı Phlippe   de Fresne'e tesir eden Osmanlı mülkiye idaresinin vasıfları olmuştur.Bu diplomat 1573 tarihinde yayınlanan kitabında Sultan hakkında görüşlerini şöyle belirtmektedir:

"Sultan, örf ve adet,din ve dil bakımından bu kadar çeşitli halkları o şekilde idare ediyor ki,bunlar sanki bir tek şehrin insanlarıdır;her tarafta hüküm süren sulh ve itaat öylesine esaslıdır."

Jean Bodin ise Türklerin en çok hayranlık ve saygı uyandıran hususiyetlerinin müsamahakârlıkları olduğu kanaatindeydi:

"Avrupa'nın büyük bir kısmına hakim olan Türk Padişahı,bu dünyadaki herhangi bir kral gibi,kendi dini akidelerini korumaktadır.Bununla beraber kimseyi zorlamamakta ,aksine herkesin vicdanının emrettiği şekilde yaşamasına izin vermektedir."


 

Bu medih ve hayranlıklarda yer yer yanılmalar mevcut olabilir.Bununla beraber,isterik bir anlayışı reddettikleri ve gerçeği vermeğe çalıştıkları gözden uzak tutulmamalıdır.Neresinden alınırsa alınsın ,bu görüşler Osmanlı sosyal hayatını kavramağa çalışan makul ölçülerden ayrılmamak bakımından gerçekliği temsil eden gayretlerin mahsulleridir.

Osmanlı İmparatorluğu hakkında yazılan ilmi yazıların miktarı gittikçe artıyordu.16.asır Avrupalıları, Yeni dünya hakkında yazılan benzer eserlerden ziyade bu mevzu ile alakadardılar ve Osmanlı İmparatorluğu hakkında geniş bilgi sahibi olmağa son derece hevesliydiler. Sadece Fransa'da 1480 ile   1600 yılları arasında Türkiye hakkında 80 den fazla kitap basılmıştır. Buna karşılık Amerika hakkında yazılmış kitapların sayısı 40 ı geçmiyordu. Bu devir Avrupa edebiyatında rastlanan bazı eserler cidden yüksek vasıflara haizdi.

Prof.Paul  COLES
Avrupa'da Osmanlı Tesirleri adlı eserinden


 

 

 


 


 


 

CEVAT PAŞA VE KUTSAL MAYINLAR


 

Çanakkale Savaşları,ciltler dolusu kitaplarda,bolca anlatılmış ,ama ben dilimin döndüğü kadar ,o savaş içinde yaşanmış ve halkımız arasında dilden dile dolaşan menkıbeleri , imkansız gerçekleri bir ışık kümesi halinde yansıtmaya çalışacağım.

25 Şubat 1915 .Düşman donanmaları üçüncü kez istihkamlarımıza saldırmış;Seddülbahir,Kumkale,Orhaniye ile Ertuğrul Tabyaları düşmanın ateşi karşısında cehennemi bir hal almıştı.Savaş adeta bir tufanı andırıyordu.

Zırhlılar topları kısa menzilli Seddülbahir ve Kumkale Bataryaları'nın ateş alanları içine girince, erlerimiz tekbirler getirerek top başına koştular,ama ne yazık ki çok eski bir teknoloji ürünü olan bu alman yapımı toplar dumanın kalkmasını bekleyip düşmanın gözle görülür duruma gelmesini bekleyinceye tek düşman kat kat fazla top mermisini onların üzerine yağdırıyor,askerimizi bunaltıyor ve ateş tufanı içinde bırakıyordu.

İstihkamlarımızdaki demode toplar, top çemberlerinin bozulması, namlulara ,mataforalara ,top raylarına isabet eden düşman mermileri ile işleyemez bir hale gelmiş ve bu istihkamlar elden çıkmıştı.

Müstahkem Mevki topçu Kumandanı albay Talat ,Cevat Paşa'ya ;bu acıklı halimizi rapor ederken :"Bataryaları terk ediyoruz komutanım." diyordu.

Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa ,o gece geç vakit yatağa girdi.Çok yorgun ve huzursuz idi.Hemen dalıverdi.Rüyasında Allah tarafından buyuruldu ki :"ey Cevat ,sen Müslüman Türk topraklarının kumandanısın.bu topraklar üzerinde yaşayan sizler,benim kelamıma hürmet ve tazim edersiniz.Size müjdeler olsun ki;yakında zafere  müyesser olacaksınız.Deniz üzerine bak."Dönüp denize baktı denizin üstü,yoğun bir nurla kaplı idi.O nurlu dalgalar arasında çiçeklerle bezenmiş ,(Kef ve Vav) harflerini gördü,hemen uyandı.

Cevat Paşa ,bu rüyasını etrafındakilere açıkladı,ama ne çare ki,kimse tabir edemiyordu.

Düşmanın kıyaslanmayacak derecede çok üstün sayıda ve taretler içinde korunmuş çabuk ateşli ve büyük çaplı toplarının acımasız saldırısı karşısında ;Seddülbahir,Ertuğrul,Kumkale ve Orhaniye istihkam ve bataryaları artık susmuş,moloz ve toprak yığını haline geldiğinden savaş dışı kalmıştı.

Bu düşen istihkamlarımızın yerine;Tenger,Soğanlıdere ve Baykuş Bataryalarını takviye ettirmek üzere teftişe çıkan Cevat Paşa,dönüşte Kilitbahir'den istimpota binerken;sevgili kızı Bedile Hanım'ı hatırladı.

Bedile Hanım ,yedi yıl evvel veremden ölmüş,Cahidi Sultan ,Hazretleri ile sonsuz uykularını yanyana uyuyorlardı.

Çabuk adımlarla yukarıya çıktı.Zaman zaman yukarıya çıktı .Zaman zaman Oruç tutup,daima abdestli gezen Cevdet Paşa,Bedile mezar taşının başındaydı.buğulu gözlerle duasını okurken,belki kaç defa okuduğu kitabe gözüne ilişti.

"Bedile Hanım Sallara_i Mahvu tubâ etti.
Henüz bir Gonca ümid idi onaltı yaşında,
Esvabbade ecel soldurdu emri nabagah etti.
Bedile'me Nur viren ananın nazında
Verem kuydu mu bucağında
Seni makber nâpah etti."

Tam ayağa kalkacağı sırada ,rüyasında âşinası olduğu sesi burada da işitti.,gayp hazinesinin kapısı burada da aralanmış :

"Ey Cevdet depolardaki 26 Mayını denize döşe.Türk'e Türk'ten başka dost yoktur."

Bu hâl karşısında büyük bir heyecan korku ve şaşkınlığa kapıldı,Fakat kendini çabuk toparladı.dönüp arkasında baktığı zaman ortalıkta kimsecikler yoktu.

Sırlar aleminden bir ifşaat mıydı.?..kapıdan dışarıya ayak atmıştı ki :karşısına pir yüzlü bir ihtiyar dikildi!..

Eşi ve benzeri olmayan  o nur yüze kim bakabilirdi ki Paşa da  olsun.gözleri kararıp kendinden geçmek üzereydi ki o pir yüzlü zat ,Paşanın kolundan tuttu,yüzüne baktı.:"bir derdiniz mi var?" dedi.

Paşa gördüğü rüyayı  ve başından geçenleri bir bir anlattı.

Pir yüzlü zat düşünmeye vardı ve sonra  rüyayı şöyle yorumladı:

"Kafirler hiçbir zaman bu topraklara hakim olmayacaklardır.Deniz üzerinde ki nur zaferin nişanesidir.Bu nişaneyi hazırlayan (Kef) ve (Vav) harfleridir.Ebced hesabında gördüğün ve tarif ettiğin (Kef) harfi 20,(vav) ise 6 rakamını bildirir.Bu iki sayıyı topladığımız zaman ,26 rakamı ortaya çıkar.Bu 26 mayını hemen denize döşe ki zaferinize sebep olsun" der ve oradan uzaklaşır.

Paşa, aşağıya inerken ; Koca şair Hayali'den bir mısra hatırlar:

O mahiler ki,derya içredir,deryayı bilmezler"
Hele ,işin sırrına dudak değdirebilmişti.Fazla durak tutmadı,doğru konağına geldi.O akşam bir bardak şerbet ile iftar etti.

Her yiğit kişi gibi o da olayı hanımına açıkladı.

Hanımı:"Mayın grubu kumandanından  meseleyi öğren,depolarda kaç mayınımız var? " dedi.

Mayın grubu kumandanı  Nazmi Bey,Cevat Paşa 'ya :"Elimizde 26 mayın bulunmaktadır.bu mayınlar da ,bir Türk ustası tarafından yapılmıştır.Alman teknisyenleri istemediklerinden dolayı ,halen depoda bulunmaktadır.Şimdiki durumda Boğaz'a döşenmiş 377 alman yapısı mayın bulunmaktadır." dedi.

Cevat Paşa bu açıklamadan son derece memnun ve müyesser oldu.

Her gün uçaklarımızın yapmış oldukları keşif uçuşları raporlarını gecenin ilerlemiş  saatinde inceledi.Raporları genelde iç açıcı bulmadı.

6 Mart 1915 günü Cevat Paşa Nusret Mayın Gemisi Komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey'le  Nazmi Bye2i makamına çağırdı.Onlardan 7/8 Mart gecesi depolarda mevcut olan 26 mayının Anadolu Yakasında ki Kumbağı burnu ile Rumeli yakasında Soğanlıdere Karanfil Burnu arasında kalan bölgeye 13 erli iki sıra halinde döşenecek şekilde bir planın yapılmasını istedi.

7/8 Mart 1915 gecesi herşey hazırlanmış ,fedakar askerimiz akşam yemeğini yemiş ,Çimenlik Kalesi'nde ki Fatih Camii'nde yatsı namazını toplu halde kılmışlardı.

Nusret Mayın gemisi ,tarihi görevi yapmaya hazırdı.

Zifiri karanlık bir havada,gemi,ağır yolla deniz üzerinde yol alırken ,yüzbaşı Hakkı zaman zaman denizin derinliklerini iskandil ettiriyordu.Gemi çizilen rotayı takiple istenilen noktaya gelince ;Anadolu yakasından Rumeli yakasına iki sıra halinde halis muhlis 26 Türk mayını tekbir ile denize indirilmiş ve Allah'ın yüce emanetine bırakılmıştı.Daha evvelce ,Boğaz'a döşenmiş olan 377 Alman mayınının arasından hiç bir zayiata uğramadan Marmara'ya geçen İngiliz ve Fransız denizaltları,Yeşilköy sahillerine kadar gelebilmiş ve bu arada ,Marmara Deniz'inde,bir çok Türk gemisini de batırmıştı.

Biz bu konuda kısa açıklamayı yaptıktan sonra ,Boğaz'a döşenmiş mayınların ne dereceye kadar sağlıklı bir silah olduğunu belirtmiş olduk.

Düşmanın 1914 de başlattığı savaş Boğaz'a sanki cehennemi taşıdı.Gemilerin saldırılarının tarihleri birbirini kovalamış ,geceler gündüzü ,gündüzler akşamlara dönmüş,Ama düşman saldırısından bir türlü vazgeçmemişti.

18 Mart 1915

Gün henüz ağarmamıştı.Boğaz'ın çevresinde bulunan istihkamlarda sessizlik hüküm sürüyordu.Bu arada Anadolu Hamidiye tabyasından ilahi bir ses duyuldu.Yozgatlı Hafız Salih;başını hafifçe yukarıya kaldırmış ,elini yanağına dayamış,bir duyanın  bir daha asla unutamayacağı tatlı bir sesle ezanı saba makamında okuyordu:

"Allahü ekber,Allahü ekber!"

Tabyadakiler daldığı derin sessizlikten uyandı.Yavaş yavaş kapılar açıldı.temiz ,sakin,vakur yüzlü erler,ezanı,getirdikleri kelime_i şahadetle tamamlamışlardı.

İşte burada ,o okunan ezanla İlahi sesin getirdiği İlham Mehmet Akif'in o temiz ruhu ile hemdem oluyordu.

"Ruhumun senden İlahi şudur ancak emeli,
Değmesin ma'bedimin göğsüne na_mahrem eli,
Bu ezanlar_ki şehadetleri dinin temeli"

Bugün hava açık ,parlak bir ilkbahar,gökyüzü bulutsuz,hatta,hatta biraz da sıcak denecek derecede uygun durumda idi.

Denilebilir ki güneş bile bugün,Dünya Tarihi'nde en büyük bir zafer'i kazanacağını müjdeleyen bir yüzle doğmuştu.

Bu büyük deniz saldırısı günü ,sabahın erken saatinde ,bir keşif uçağımız düşman donanmasının durumunu anlamak üzere havalanarak Boğaz'dan dışarı çıktı.

Bozcaada dolaylarında bulunan Fransız zırhlılarının pruva hattı üzerinde ,İngiliz zırhlılarının peşisıra gelmeye başladıklarını gördü.Uçağımız keşfini güzelce yaptıktan sonra ,Çanakkale'ye dönerek düşmanın gelmekte olduğunu haberini komutanlığa bildirdi.Komutanlık bu haberi bütün bataryalara yayarak harbe hazır bulunmalarını emretti.

Bugün savaş vardı.Askerler sevinçteydi,abdest alıyorlar,töğbe istiğfar ediyorlar ,hellallaşıp kucaklaşıyorlardı.Her biri bu savaşın ya gazileri ,ya şehitleri olacaklardı.

Saat 10.30 da önde Triumi zırhlısı ,ondan sonra da Agamemnon ,Lord Nelson ,Kuin Elizabeth Enfleksibl,Prens Jorj zırhlıları,bunları takip eden 5 torpido muhibi pruva hattı üzerinde Boğaz'ın içine doğru ilerlemeğe başlamışlardı.

18 Marttan önce ,düşman donanması her Boğaz'a girdikçe yaptıkları gibi bu seferde yine , düşmüş olmalarına rağmen Medhal istihkamlarımıza 5-10 mermi savurdular.Savaş artık başlamıştı.

İlk savaşı açan Triumi oldu.Anadolu obüs bataryalarını ve Dardanos'u ateş altına aldı.Prens Jorj Tenger bataryaları ve Mesudiye 'yi Lord Nelson,Ağamemnon ve Enfleksibi Namazgah ve Rumeli Mecidiyesi 'ni Kuin Elizabeth Anadolu Hamdiyesi ile Çimenlik'i ateşe tuttular.Bu ateşe karşılık hiçbir bataryamız karşı koymamıştı.

Fransız zırhlılarından Şarlman ,sufren,Buve ve Goluva;anadolu kıyısını kovalayarak İngiliz zırhlılarını takviye ettiler.

Artık savaş gittikçe savaş kızışıyor,harp alanları ateşten bir tufan haline dönüşüyordu.

Bataryalarımız ateşe başlamıştı.Fakat ,düşman zırhlılarını delik deşik edecek ,onları batıracak güçlü mermilerimiz yoktu.

Saat 12.20 e doğru Fransız zırhlısı Buve toplarımızın isabetli atışları sonucu bir yara almıştı.Buve korkunç ateşini kesmiş,kendisini kurtarmak ,boğazdan dışarıya kaçmak üzere geri dönüşü yaparken 7 Mart gecesi döşenen kutsal Türk Mayınlarının birine çarptı.Birkaç saniye içinde bütün gövdesi denize yattı ve önce baş taraf,sonra da gövdesi kaybolup gitti.

Bu kargaşa içinde Sufren ve Şarlman zırhlıları da kutsal mayınların içinde perişan idiler.Goluva da kutsal mayına çarpmış,başı aşağıda Tavşan Adası'na kadar gidebildikten sonra kendini karaya oturtmuştu.

Artık birbiri ardınca fevkalade durumlara şahit oluyoruz.Gemiler kelebek gibi daima kutsal mayınlara koşuyor,ardından korkunç akıbetlerine uğruyorlardı.Kutsal mayınlar görevlerini Allah'ın hikmeti ile gerçekleştiriyorlardı.

Fransız gemilerinin perişan hali ,18 Mart zaferinin bir başlangıcı ve harp tarihimizin bir dönüm noktası oldu.

Saat 14.00 Fransız gemilerinin yerine İngiliz gemileri geçti ve aynı saate Dardanos bataryası tam bir isabetle savaş dışı kaldı.

Saat 15.00 de İrrezisibtl zırhlısı isabet aldı, müteakiben Enfleksibl kruvazörü kutsal bir mayın çarparak ağır yaralı bir halde harp alanından çekildi.

Daha sonra, İrrezisibtl kutsal mayınla kucaklaştı.Oşin zırhlısı bu gemiyi kurtarayım derken ;mayına çarptı...Bu arada iki torpido muhribi de kutsal mayınlarının hışmına uğramıştı.

Gün batarken  İrzisbitl,akyarlar hizasında ,Oşin de Trova önlerinde Boğaz önlerinde Boğaz sularına gömülüp gittiler.

Boğaz'ın iki yanı tam bir cehennem olmuştu.Topların  bitmez tükenmez gürlemeleri içinde , tabyalara düşen mermiler,ince bir toz tabakasını havaya kaldırıyor,rüzgarın tesiriyle Boğaz'a çökmüş bir bulut gibi uzayıp gidiyordu.

Vakit ikindiye dönerken, düşman gemilerinin hücum gücü kırılmış;batanlar batmış,sağ kalanlar geriye çekiliyordu.

Savaş sonrası ,hiç bir batarya kumandanı ,4-5 adet mayın tarama gemisi dışında "Şu gemiyi ben batırdım." diyememiş ve daima kutsal mayınlardan söz açılmıştı.

Savaşı idare eden ,Cevat Paşa 'nın keramet ehli gibi,deniz'de 377 mayın dururken,bir avuççuk 26 mayını genel taarruzdan evvel Boğaz'ın sularına döşemesi ,büyük bir keramet değil midir?

Her oluşun bir sebebi bulunduğu gerçektir.Yeryüzünde sebepsiz hiç bir oluş yoktur.Dünya ne kadar maddi yöne kayarsa kaysın ,biz yine de manevi bir atmosferin varlığına muhtacız.Doğrusu da bu değil midir?

Cevat Paşa 'nın velayetteki yüceliği ,kerametteki kemalini anlamak ve ondan hükümler çıkarmak bilgin kişilerin karıdır.bize,burada fazla kelamdan ziyade ,susmak düşer.

Kim ne derse desin ,bu savaşı,nasıl anlatırsa anlatsınlar,öyle desinler;böyle desinler.Halkın ağzına kilit vuramazlar ya!...

İşte bir mühür gibi Çanakkale'nin bağrına damgalanmış olan ve halkın muhayyilesinde böyle yer eden Cevat Paşa ,Çanakkalelilerin gönlünde taht kurmuş ,onun unutulmazlar arasında kalmasını sağlamak ve yeni nesillere adını öğretmek için,bir mahalleye adı verilmiştir.

"Allah vatanı ve dini uğruna himmet gösterenleri armağansız bırakmaz!"

Bu anlatılanlar günümüzde herhalde Irak'ta koca ülkeyi 20 günde ABD kuvvetlerine teslim edenlere birşeyler anlatır!...

ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE MENKIBELER Mehmet İhsan Gençcan 1994


 

 


 


 

Deli Aslan nam adına içerim


 

1588 de bir Avusturya elçisi Edirne'ye gelmişti.Devlet ricali tarafından elçinin şerefine bir ziyafet verildi.Ziyafette elçi su bardağını kaldırıp:

-Bunu kimin için içerim bilir misiniz? Bunu Cezar'da ve Hünkar'da  akranı bulunmayan ,kılıcı üstüne kılıç olmayan vardığı yere mutlaka muvaffak olan yiğit Frans Uram'ın aşkına içerim,der.Bizimkiler buna verecek cevap bulamamış başlarını yere eğmişken Resiülküttab muavini Ali Ağa sofranın öbür ucundan bardağını kaldırıp:

-Baka elçi bey dedi.Bende bunu kimin için içerim bilir misin..Senin Frans Uram dediğin kimse Şebeş palangası altına geldikte küçük bir müsademeden sonra geri dönüp kaçarken ,onu arkasından kovalayan ,fakat yetişemeyip bir ok atarak ,hâsaki bilmem neresini eğerinin arka başına mıhlayan,Deli Aslan nam bahadırın aşkına içerim

Osmanlılarda Fazilet mücadelesi Tahsin Ünal


 

 


 


 

Erlik mi sayarsız?



Kanuni,1532 de Alman seferine çıkmadan Ferdinand'a gönderdiği bir mektubunda ,onu bir meydan muharebesine davet ediyor ve:

"-Hayli zamandır erlik davasın edip merdi meydanım dersiz.Bir kaç kerre üzerinize vardım.Mülkünüzü dilediğim gibi tasarruf ettim.Ne senin nede kardeşin Şarl'ın nam-u nişaneniz göremedim.Avretinizden ve askerlerinizden utanmazmısız?...

Beç sahrasına gel de Allah'ın takdiri ne ise yerin bulsun.Saltanatı üleşelim...Üleşelim de reaya ve fukara taifesi de rahat ve asude bir hayata kavuşsun.Yoksa,meydanı gazayı aslandan boş buldukta ,tilki gibi şikara çıkmayı erlik mi sayarsız?..Bu seferde karşımıza çıkmazsaz , bari erlik davasının dile getirip dilinize almayasız.Avretliği ve tilkiliği kabul edip bir köşeye çekilesiz." diyordu.

Bu meydan okumaya rağmen Ferdinand hiç bir zaman Kanuni'nin karşısına çıkmamış ve onunla bir meydan muharebesi yapmamıştır.Osmanlı Ordusu gelirken , o Almanya içine çekilmiş,dönerken Osmanlı Ordusu'nun peşine takılarak hem kaybettiği yerleri kolayca almış,hem de  üssünden uzak diyarlarda , düşman arayan Osmanlı ordusunu yıpratmıştır.

Osmanlılarda Fazilet mücadelesi -Tahsin Ünal- sahife 95


 


 


 

Kanije zaferinden sonra Padişah tarafından Tiryaki Hasan Paşa' ya Üç Hil'at murassa bir kılıç ve üç tane de at hediye edilmişti ayrıca birde tebrik ve teşekkür name yazılmıştı.

Paşa:maiyetinde bulunan Faizi Çelebi ye Padişah tan gelen teşekkür name yi okumasını söyleyip Faizi   Çelebi okudukça da Hüngür hüngür ağlar,Faizi:

"-Ne var,ne oldu?Neden ağlarsız Paşam."

"-Ben ağlamayayım da kimler ağlasın,oğlum.Ettiğimiz küçücük bir hizmete karşılık bize padişah,vezirlik vermiş.Padişah mektubu yazılmış.Devletin vezirliği benim gibi kocalaşmışlara verilir,padişah mektubu küçük hizmetlere yazılır oldu da ona ağlarım oğul,"diye cevap vermiştir.Koca Hasan Paşa bir de bugün yapılanları görseydi acaba ne düşünürdü.


 


 


 


 


 

 



 

 


 

Osmanlı İmparatorluğu

Orta Avrupa'dan Hazar Kıyılarına, Kırım’dan Yemen'e Cezayir'den Mısır'a kadar olan topraklara yayılan Oğuz kökenli bir Türk devleti olan  Osmanlı İmparatorluğu, hiç şüphesiz ki diğer büyük Türk Devletleri gibi devrinin en büyük ve güçlü devletidir.

Osman Bey tarafından 1299 da kurulmuş, 1923 te Birinci Dünya Savaşı'ndan mağlup çıkmış devletlerin, galip olan devletlerce parçalanması sonucu yıkılmıştır.

600 yıl boyunca Anadolu, Avrupa, Asya ve Afrika’nın bazı kesimlerinde egemenlik kuran Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlara Kanuni Sultan Süleyman zamanında ulaşmıştır. Bu dönem sonunda İmparatorluğun sınırları 6.milyon Km2 ye yaklaşmış nüfus ise değişik ulus, dil, din mezhep ve ırklardan olmak üzere 60.000.000 kadardı.

Kurucuları Oğuzların Bozok koluna bağlı Kayı boyundandır. Horosan'dan göç ederek Anadolu'ya gelen Kayılar, Anadolu Selçuklular ı tarafından Bizans sınırına yerleştirilmiştir. Bir yandan Bizans'a karşı verilen başarılı savaşlar bir yandan Moğol istilasından kaçan Türk boylarına kuçak açılması beyliği güçlü bir konuma getirmiş ve 1299 da bağımsızlıklarını ilan etmiştir.

Osmanlı Beyliğinin Kurulusu; Osman Bey, Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla başa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakımdan Anadolu'nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlarından Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan Şeyh Edebali'nin kızı ile evlenerek, gücünü artırmış oldu. Bundan sonra Osman Gazi, diğer beyliklere deyilde Bizans'a karşı genişleme politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar'i ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik'i alarak, burayı beyliğin merkezi yaptı (1299). Bu tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu Sultani III. Alâeddin Keykubad'ın İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın kuvvetleri tarafından tutulup, İran’a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasından bazıları ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey'e teveccüh göstermiş; Oğuz ananesine göre onun hâkimiyetini tanımayı kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey'in önünde diz çökerek, onun verdiği kımızı içmek suretiyle tabiiyetlerini sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki Osmanoğullarinin, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı hâkimiyetini tanıdıkları bilinmektedir. Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra idaresi altındaki bölgeleri beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve savaşlarda yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan'a Sultanönü, büyük kardeşi Gündüz Bey'e Eskişehir’i, Aykut Alp'e İnönü’yü, Hasan Alp'e Yarhisar'i ve Turgut Alp'e de İnegöl’ü verdi. Diğer oğlu Alâeddin’e ise şeyh Edebali'nin emin ve nazırlığında, ailenin geçimi için, Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi.1302'de Bursa tekfurunun liderliğinde birlesen Rum tekfurlarının Koyunhisar (Bafeon) savasında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman Bey'in Bursa ve Kocaeli taraflarına akınlar yapmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk kuşatması altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için oğlu Orhan’ı görevlendirmişti. Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat etti ve oğlu Orhan Bey Osmanlı tahtına çıktı.

Orhan Bey, 1326 yılında Bursa’yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele geçirince babasının vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi'nin naaşıın Bursa'ya nakletti ve burayı devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey'in komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel ise İstanbul kıyılarına kadar akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan telâşlanan Bizans İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun başında Osmanlılara karşı harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savası’nda ağır bir yenilgi aldı (1329). Bu zafer, İznik ve İzmit’in ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır.

Rumeli’ye Geçiş; Karasi Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balıkesir ve civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevki ye sahip olmuştur. Nitekim Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi değerli komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir. Bizans içindeki taht kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları karşısında, gittikçe güçlenen Osmanoğullarından yardım isteyen Kantakuzen'in talebi üzerine Orhan Bey'in oğlu Süleyman, bir orduyla Rumeli'ye geçti (1345). Edirne'yi kuşatan Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozan Süleyman Pasa bu zaferin karşılığında Gelibolu'daki Çimpe Kalesi'ni Bizans'tan aldı. Böylece Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde etmiş oluyordu (1356). Süleyman Pasa Gelibolu'nun ardından Tekirdağ’a kadar olan bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu'dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi. Böylece Rumeli'de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşa’nın ölümünden sonra Rumeli'deki fetihler için kardeşi Murat Bey görevlendirildi (1359). Ancak 1362'de babası Orhan Bey'in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa'ya döndü ve Osmanlıların 3. hükümdarı olarak tahta çıktı (1362).Rumeli ve Balkanlarda Fetihler; I.Murat (Hüdavendigar) önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf etmekle ise başladı ve bu arada elden çıkan Ankara’yı yeniden aldı. Anadolu'da birliğin sağlanmasının ardından Murat Hüdavendigar, inkitaya uğrayan Rumeli ve Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar karstiklik içindeydi. Bir taraftan Sırp hükümdarı Düsan'in ölümü ile Sırplar arasında iç mücadeleler şiddetlenmiş, öte yandan Macar Kralı Layos, Balkanlarda Ortodokslara olan baskıları artırmıştı. Evrenos ve Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak Keşan’dan Dimetoka'ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden ele geçirmişlerdi. Sazlidere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin Pasa tarafından fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında yer alan Bizans barış yapmak zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak isteyen Macar, Bulgar, Sırp ve Ulahlardan müteşekkil bir Haçlı ordusu Macar Kralı Layos'un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü. Ancak Meriç sahilindeki Sırp Sindiği denilen mevkiide, kalabalık Haçlı ordusunu hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir bozguna uğrattı (1364). Sırp Sindiği zaferiyle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve bunu kolaylaştıracağı için Osmanlı başkenti Bursa'dan Edirne'ye nakledildi. Fetihler karşısında çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar (1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Bati Trakya ve Makedonya’nın bir kısmı Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil'in de ele geçirilmesinin ardından Sırp Kralı Lazar, vergi verip, gerektiğinde asker göndermek şartıyla Osmanlılarla barış anlaşması imzaladı(1374). Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen bölgelere Anadolu'dan mütemadiyen Türk nüfus kaydırılarak bölgede demografik dengeler Osmanlılar lehine değiştirilmeye başlanmıştı. Bu tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve Anadolu'da Türk birliğini sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu Bâyezid'i Germiyan beyinin kızı ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak Osmanlılara verilmiştir. Ayni şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehri gibi bazı şehir ve kasabalar Hamidogullari'ndan para karşılığı satın alınmış, Candarogullar da Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artik Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı; Karamanogulları.

Alâeddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat bilerek, harekete geçmiş ancak I. Murat Konya önlerinde Karamanogullarını yenilgiye uğratınca Karaman beyi af dilemek zorunda kalmıştır(1387)

Murat Hüdavendigar'in yeniden Rumeli'ye yönelmesiyle birlikte Nis ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi.(1385/88). Timurtas Paşa’nın Sırp kuvvetleri tarafından baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat Çandarlı Ali Pasa, Bulgar Kralı Sisman'i esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına attı. Buna rağmen Haçlı ordusu ilerleyişini sürdürünce, I. Murat ordusunun başına geçerek düşmanı Kosova'da karşıladı. I.Murat’ın oğulları Bâyezid ve Yakup'un da yer aldığı Osmanlı birlikleri büyük bir zafer kazandı. Sırp Kralı Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman kuvvetlerinin büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 Haziran 1389). Fakat I.Murat savaş meydanîni gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalım savası olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır.

Anadolu'da Türk Birliği’nin Sağlanması; I. Murat’ın şehit edilmesinin ardından oğlu Bâyezid, devlet adamlarının ittifakıyla hükümdar ilân edildi. Babasının ölümünü fırsat bilen Anadolu'daki beyliklerin Osmanlılar'a bıraktığı toprakları yeniden ele geçirmek maksadıyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle Anadolu'ya döndü. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan beylikleri ortadan kaldırıldı. Ertesi yıl Hamidogullari Beyliği toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda Anadolu beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. ardından Osmanlıların en önemli rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen Yıldırım Bâyezid, Konya’yı kuşattı. Alaeddin Ali Bey'in barış talebi, Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla kabul edildi.(1391). Fakat Yıldırım Bâyezid'in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek Ankara Sancak Beyi Sari Timurtaş Paşa’yı esir alması üzerine, Yıldırım Bâyezid, Alaeddin Bey'e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu'ya geçen Yıldırım, üç gün süren savasın ardından ele geçirilen Alaeddin Bey'i ortadan kaldırdı ve toprakları Osmanlılara ülkesine dahil edildi(1397). Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu'da Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı Burhaneddin devleti kalmışdı. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin'in müttefiki durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp beyliğin Kastamonu şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). ardından, ertesi yıl Amasya ve Merzifon civarı Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı Burhaneddin'in 1398'de Kara Yülük tarafından öldürülmesi üzerine, ona bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer birer ele geçirildi. Böylece Fırat’ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı sancağı altında birleştirilmiş oluyordu.

Yıldırım Bâyezid'in İstanbul kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri. Yıldırım Bâyezid'in Karaman seferine anlaşma gereği katılan Bizans İmparatoru V.Yuannis'in oğlu Manuel'in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek İstanbul’a kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul’u kuşatmaya karar verdi. 1391'de başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla İstanbul Boğazı’nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların gelmesini önlemeyi ve iaşe zorluğu altında savunmayı kırmayı hedefleyen bu muhasara Timur'un Anadolu'ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir yandan da Yıldırım, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine devam etmekteydi. kuşatma altındaki Bizans’ın da talebi ile Türklere karşı yeni bir Haçlı ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti. Yıldırım Bâyezid düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası’nda düşmanı karşıladı. 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. savaş meydanından kurtulabilenler, kaçarken Tuna'da boğuldular.(1396) Haçlılardan geriye sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa'da pek çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından, Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibarı bu zaferle bir kat daha artan Yıldırım, Niğbolu dönüsünde Anadolu birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya başlayacaktır.

Ankara savası ve Fetret Devri: Yıldırım Bâyezid, Fırat boylarına kadar topraklarını genişlettiği sırada, Timur da Iran, Azerbaycan ve Irak’ı ele geçirmişti. bazı Anadolu beyleri Timur'a sığınırken, ülkeleri istilâ edilen Celayirli Ahmet ve Karakoyunlu Kara Yusuf da Yıldırım Bâyezid'in yanına kaçmıştı. Böylece her iki devlet biribirine sınır komsusu olmuş, ancak bu durum iki hükümdarın da Türk dünyasının liderliğine oynamaları sebebiyle olumsuz neticeler doğurmuştur. Timur, Osmanlılara sığınan Celayirli Ahmet ve Kara Yusuf'un iade edilmemesini bahane edip Sivas’ı kuşatmış ve kendisine teslim edilmesine rağmen şehiri tahrip etmişti(1400). Bu olaydan sonra da her iki hükümdar arasında mektuplaşmalar devam etti. Fakat Timur'un, Anadolu beyliklerine topraklarının geri verilmesi ve bazı şehirlerin kendine bırakılması gibi talepleri Yıldırım tarafından reddedildi. Dolayısıyla iki fatih için savaş artık kaçınılmaz hâle gelmişti. 160 binlik Timur'un ordusunu, 70 bin kişiyle Çubuk Ovası’nda karşılayan Yıldırım Bâyezid, savasın baslarında üstünlüğü ele geçirdi. Ancak Timur'un safında eski beylerini gören bazı askerlerin saf değiştirmesi ve Kara Tatarların Osmanlı ordusunun arkasını çevirmesi savasın talihini değiştirdi. Bir avuç askerle direnmeye çalışan Yıldırım Bâyezid sonunda esir edildi (26 Temmuz 1402). Ankara Savası’nı kazanan Timur, Anadolu beyliklerini tekrar ihya etti ve böylece Anadolu Türk birliği parçalandı. Balkanlardaki Türk ilerleyişi durduğu gibi bir kısım topraklar da elden çıktı. Yıldırım’ın oğulları arasındaki taht mücadeleleri Osmanlı devletinin "Fetret Devri" boyunca 12 yıl müddetle devam etti. Şayet bu savaş gerçekleşmemiş olsaydı, hiçbir direnme gücü kalmayan İstanbul büyük bir ihtimalle Yıldırım Bâyezid zamanında Türklerin eline geçecekti. Dolayısıyla Ankara savası Osmanlıları en az 50 yıl geriye götürmüştür. Esir düsen Yıldırım Bâyezid, yedi ay boyunca Timur'un yanında şehir şehir dolaştırıldıktan sonra üzüntüsünden ecele yenik düştü. Osmanlı şehzadeleri tahtın sahibi olabilmek için kıyasıya birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Bu mücadele Çelebi Mehmet'in tek başına devlet idaresine hâkim olusuna kadar devam etti (1413). Çelebi Mehmet kardeşleri Süleyman, Isa ve Musa Çelebi'yi bertaraf ettikten sonra Anadolu Türk birliğini yeniden tesis etmek için çaba sarf etti. Güçlenen Karamanogullarinin nüfuzunu kirdi, Karamanoğlu Mehmet Bey'in eline geçen Osmanlı topraklarını geri aldı. Candaroğulları beyliğinden Çankırı’yı ve ardından Canik (Samsun) bölgesini yeniden Osmanlı ülkesine kattı. Fakat Şehzade Mustafa ve Simavna Kadısı oğlu şeyh Bedreddin'in isyanları ülkeyi karıştırmaktaydı.(1419) Şehzade Murat Rumeli ve Manisa'da ortaya çıkan bu isyanı bastırdı, şeyh Bedreddin ve adamları yakalanarak idam edildi. Timur'un beraberinde götürdüğü Mustafa Çelebi de Anadolu'ya döndüğünde tahtta hak iddia etmişti. Şehzade Mustafa’nın Selanik’te başlattığı isyan bastırıldı. Asi şehzade Bizans'a sığınmak zorunda kaldı. Çelebi Mehmet öldüğü zaman Osmanlı ülkesinde sükûnet büyük oranda tesis edilmeye başlanmıştı (1421).

Babasının en büyük yardımcısı olan şehzade Murat tahta çıktığı zaman Bizans tarafından karşısına çıkarılan amcası Mustafa Çelebi'nin isyanını bir kez daha bastırdı ve Bizans’ı cezalandırmak için İstanbul’u kuşattı(1422). Bu defa küçük kardeşi Şehzade Mustafa’nın isyan haberini alan II. Murat, kuşatmayı kaldırarak kardeşini cezalandırmak zorunda kaldı. İsyancıların yanında yer alan Anadolu beyliklerine karşı harekete geçen II. Murat, Candaroğlu İsfendiyar Bey'i itaat altına aldı. İzmir Beyi Cüneyd'i ortadan kaldırıp, İzmir, Aydın ve Menteşe civarını ele geçirdi. Germiyanoglu Yakup Bey'in çocuğu olmadığından, topraklarını Osmanlılara bırakmayı vasiyet etmişti. Onun ölümüyle Germiyan ili de Osmanlılara katılmış oldu(1428). Balkanlarda da durum Osmanlılar lehine düzelmeye başladı. Nitekim Fetret devri sırasında elden çıkan topraklar geri alındığı gibi, 1440'a kadar Belgrat hariç bütün Sırp toprakları Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Fakat Erdel ve Eflâk'ta üst üste gelen bazı küçük bozgunlar Avrupa'da Büyük bir sevinçle karşılanarak, Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı seferinin tertip edilmesine cesaret vermişti. II. Murat, Balkanlardaki Osmanlı varlığını tehlikeye atmamak için Macarlarla Segedin Antlaşmasını imzaladı (1444) ve bu anlaşmadan sonra tahttan feragat etti. Küçük yastaki oğlu II. Mehmet'in hükümdar olmasını fırsat bilen Macarlar anlaşmayı bozdu ve yeni bir Haçlı ittifakı oluşturuldu. II. Murat yeniden ordunun başına geçerek düşmanı Varna Savası’nda karşıladı. Macar kralı öldürüldü. Haçlıların lideri durumundaki Jan Hünyad güçlükle kaçabildi(1444). Çandarlı Halil Paşa’nın ısrarıyla ikinci kez tahta çıkan II. Murat, Mora ve Arnavutluk'a sefer düzenledi. Varna’nın intikamını almak isteyen Jan Hünyad yeniden harekete geçti. Fakat II. Kosova Muharebesi'nde bir kez daha Sırplar büyük bir yenilgiye uğratıldı (1448). Varna ve Kosova savaşlarıyla Osmanlılar Balkanlardaki durumunu iyice güçlendirmiş, Bizans’ın batıdan yardim alma umutları ise tamamen ortadan kaldırılmıştır. II. Murat 48 yaşında ölünce II. Mehmet yeniden Osmanlı tahtının sahibi olmuş (1451) ve Osmanlı Devleti artik bu dönemde tam bir cihan devleti hâline gelmiştir.

 

Kurucusu'nun adıyla "Osmanlı Devleti" adıyla anıldı. Yenişehir’i devletin merkezi yaptı.1326 da Bursa'nın alınmasından kısa bir süre sonra ölen babasının yerine Orhan Bey başa geçti. İznik, İzmit, Gelibolu, Bolayır, Malkara, Çorlu, Tekirdağ ve Ankara'yı ele geçirerek topraklarını genişletti. İlk kez para basıldı. Yerine geçen oğlu l.Murat döneminde Trakya ya doğru sınırlar genişledi Edirne Başkent oldu. Osmanlı’nın sürekli Balkanlar'a doğru büyümesi üzerine Bulgar, Sırp, Hırvat, Arnavut Prensleri birleşerek Osmanlı ordusunu Bloşnik'te yenilgiye uğrattılar. Bunun  üzerine Avrupa devletlerinin oluşturduğu cephe 1389 da Kosova'da bozguna uğratıldı. Bu savaşta şehid düşen padişah  l.Murad yerine Yıldırım Bâyezid  padişah oldu. Bu dönemde ayaklanan beyler üzerine yapılan seferlerle bunlara son verilmesi yanında İstanbul kuşatıldı, Haçlı ordusu 1396 da Niğbolu'da yenilgiye uğratıldı.1400 yılında İstanbul'u ikinci kez kuşatan Yıldırım Timur ordularının Anadolu'ya girmesi üzerine kuşatmayı kaldırdı. Ankara yakınlarında yapılan savaşta Osmanlı Ordusu'nun yenilmesi ve Yıldırım'ın esir düşmesi ile sonuçlandı.(Bazı kaynaklar Yıldırım'ın esarete dayanamayıp intihar ettiğini ileri sürer) 1403 yılında Yıldırım vefat etti.

Yıldırımın ölümü üzerine oğulları arasında başlayan taht kavgaları sonucu yaşanan fetret dönemi 11 yıl sürmüş ve Çelebi Mehmed 'in kardeşlerini öldürüp yönetimi ele geçirmesi ile sona ermiştir.Zayıflayan devlet otoritesi ll.Murad döneminde yeniden sağlandı.Murad ll Bizans'ı kuşattı,Venediklilerle savaştı,Selanik,eflak,Sırbistan yeniden Osmanlı topraklarına katıldı.Oğlu Mehmet ll yi tahta bırakması üzerine başlayan Haçlı seferleri sonucu ordunun başına geçmiş Varna'da Haçlı ordularını bozguna uğrattıktan sonra Yeniden padişah olan Murad ll, 1448 de Kosova'da haçlı ordularını bir kez daha yenilgiye uğrattı.Ölümü üzerine Mehmet ll yeniden padişah oldu.

Mehmet ll İstanbul'u kuşattı 53 günlük kuşatmanın ardından Ortaçağ'ı kapatıp yeni Çağ'ı açan fethi gerçekleştirirken aynı zamanda Osmanlı devletini büyük bir imparatorluk haline getirmenin de ilk adımı atılmış oldu.Bu fetihle Fatih unvanını alan Mehmet ll 1459 da Sırbistan'ı, 1460 Mora’yı,1461 de Trabzon'u1471 de Kırım'ı topraklarına kattı.1473 yılında ise yenilgiye uğrattığı Akkoyunlu imparatoru ile yapılan Otlukbeli savaşından sonra Anadolu'ya tamamen hakim oldu.1474 Karamanoğlu Beyliğini yıktı.

Fatih'in 1481 de ölümüyle yerine geçen Bayezit ll döneminde Cem sultan ile taht kavgaları Şahkulu ayaklanması ve Hersek ve Boğdan egemenlik altına alındı. Yerine geçen Yavuz Sultan Selim (1512) döneminde Şah İsmail'e karşı Çaldıran (1514),Memluklulara karşı 1516 Merc-i Dabık ve 1517 Ridaniye zaferleri kazanıldı.Ülke sınırları Suriye,Hicaz,Mısır'a kadar uzadı,Halifelik Osmanlılar a geçti.1520 de vefatı üzerine yerine geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman zamanında sınırlar en geniş konuma geldi.Belgrad,Rodos ele geçirildi.Macaristan Osmanlı İmparatorluğu' na bağlandı.1528 yılında Avusturya ya açılan savaşta Viyana kuşatıldıysa da ele geçirilemedi.1538 de Preveze'de Haçlı donanması yenilgiye uğratıldı Akdeniz Osmanlı 'nın kesin hakimiyetine girdi.1566 da Kanuni'nin ölümü üzerine yerine geçen ll.Selim döneminde 1570 Kıbrıs alındı.İnebahtı'da Osmanlı donanması yenildi.Donanmanın çok büyük bir kısmı imha olmasına rağmen  çok kısa bir dönemde donanma yeniden düzenlenerek Akdeniz'e açıldı.

Selim ll nin yerine geçen 1574 Murat lll döneminde İran'a savaş açıldı.12 yıl süren bu savaşlardan Osmanlı ordusu zaferle ayrıldı.Kars Tebriz,Tiflis,Karabağ,Gence,Şehrizor,Nihavend,Osmanlı topraklarına katıldı.1593 de Avusturya'ya açılan savaş esnasında Murad lll öldü.Yerine oğlu Mehmed lll geçti.1596 da Avusturya ordusu yenilgiye uğratıldı.1606 da Zitvatorok antlaşmasıyla savaşlara son verildi.

lll.Murad'ın ölümünün ardından İran’la 1595 yılında başlayan savaşlarda kazanılan topraklar kaybedildi.Yönetimdeki zayıflıkların ardından 1618 de Genç Osman tahta çıktı Yeniçeri ocağının bozulması ve ıslah çalışmalarının  tepki çekmesi üzerine başlayan ayaklanmalar yüzünden öldürüldü.Yeniden başlayan istikrarsızlık lV.Murat'ın padişahlığına  kadar sürmüş  V.Murat'ın yönetimi ve disiplini sağlaması ardından İran'a yapılan seferlerle Revan Bağdat Geri alınmış,lV.Murat'ın ölümünden sonra yeniden başlayan karışıklıklar sonunda Mehmed lV.Padişah oldu.Venedikliler Osmanlı donanmasını yenerek Çanakkale Boğazı önlerindeki  adaları aldılar 1656 da Köprülü Mehmet Paşa Sadrazam oldu devlet otoritesi yeniden sağlandı Venedikliler yenilerek adalar geri alındı.Ardından Sadrazam olan  Fazıl Ahmet Paşa döneminde Girit Osmanlılara geçti.Selim ll den Köprülü'nün ölümüne kadar olan devreye " Duraklama dönemi " diyoruz.

Avrupa’daki gelişmeler Osmanlıların bu gelişmelere ayak uyduramaması sonuncunda devletin gücünün ve itibarının zayıflamasına neden oldu.Avusturya'ya başkaldıran Protestan Macarlara Osmanlıların yardım etmesi üzerine Avusturya ile barış sona erdi.1683 de ll.viyana kuşatması gerçekleşti.Lehistan,Venedik, Avusturya'nın birleşmesi sonucu Osmanlı ordusu yenildi 1699 da imzalanan Karlofça antlaşması ile Macaristan ,Polonya,Kamaniçe İmparatorluk topraklarından ayrıldı.İçte yaşanan huzursuzluk sürekli savaşlar sonunda Rusya ile yapılan 1774  Küçük kaynarca antlaşması ile çöküşü başlatmış oldu.Artık "yıkılış dönemi" başlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu Küçük kaynarca antlaşması ile kaybettiği Kırım'ı almak için Rusya'ya savaş açtıysa da Avusturya'nın da savaşa girmesi sonucu iki cephede birden savaşmak zorunda kaldı.Avusturya ile barış yapıldıysa da Rus savaşı kaybedildi.1789 da lll.Selim Orduyu Modernize etme çalışmaları ardından Avrupa ile diplomatik ilişkiler kuruldu,Mısır'ı işgal eden Fransa'ya karşı Rusya ve İngiltere ile ittifak kuruldu.Mısır'ın kurtarılması ardından Rusya Eflak ve Boğdan'a saldırdı. Çıkan ayaklanmalarda Selim lll öldürüldü.Mustafa Vl.Padişah oldu.Taht kavgaları bundan sonrada sürdü.1812 de Rusya ile Bükreş antlaşması imzalandı.Osmanlı egemenliğinde yaşayan halkların bağımsızlık hareketleri güçlenmeye başladı.1839 da ilan edilen Tanzimat ile devlet yönetimi yeniden düzenlendi.1856 Kırım savaşı Osmanlı İmparatorluğu'nun zaferi ile sonuçlandı.Savaş sonunda yapılan Paris antlaşması ile Osmanlı imparatorluğu bir Avrupa devleti olarak kabul edildi.1877-1878 Osmanlı Rus savaşlarından yapılan antlaşmalarla Bosna Hersek,Tunus, Mısır ve Doğu Rumeli Osmanlı topraklarından ayrıldı.1908 de ll.Meşrutiyet ilan edildi.Anayasa yeniden yürürlüğe girdi.İttihat Terakki iktidarı ele geçirdi.Almanya'nın yanında l.Dünya Savaşı'na (1914-1918) katıldı.Fransa,İngiltere,Rusya ya karşı yenik duruma düşen Almanya'nın yanında Osmanlı Devleti de mağlup sayıldı.Bunun ardından çok ağır şartlar altında yapılan antlaşmalar sonucunda Anadolu Fransa,Yunan ve İtalyalar tarafından işgal edildi.Buna karşılık M.Kemal önderliğinde 19 Mayıs 1919 tarihine başlayan kurtuluş harekatı sonucunda 1 Kasım 1922 de Büyük Millet Meclisi ,Osmanlı saltanatına son verdi.


 


 


 


 


 


 


 



 

Babur İmparatorluğu



Hind Türk İmparatorluğu

Hindistan yarımadasında Zahir'üd -din Babur Şah tarafından 1526 da kurulmuş ,İngilizler'in çeşitli entrikalarla devleti yıkmaları ve İngiltere 'ye bağlanmaları ile 1858 de son bulmuştur.

Avrupalıların "Büyük Moğol İmparatorluğu" da dedikleri bu devletin kurucusu Babür Şah'tır.

Babür Şah ,Baba tarafından Timur'un ana tarafından Cengiz Han'ın soyundan gelir.Onbir yaşında Fergana hükümdarı olan (1494) Babür,tahtını kısa sürede yitirdi.(1501) .Kendine bağlı askerlerle Afganistan'a geçti.Kabil'i ele geçirdi.Fergana ve Semerkant'tan gelen yandaşları ile burada küçük bir devlet kurdu.Devleti genişletmek ve eski ülkesini geri almak için yaptığı savaşlarda başarılı olamayınca Hindistan'a yöneldi.Pencap'ın dedesi Timur'dan kendisine miras kaldığını öne sürerek o bölgeye seferler düzenledi.1524 yılında Pencap'ı 1526 yılında ise Delhi'yi ele geçirdi.Öteki önemli kentleride alarak 1528 yılında tüm Kuzey Hindistan'a egemen oldu.1530 yılında öldü.

Oğlu Hümayun'a güçlü bir devlet bırakmıştı,ancak o babası kadar başarılı bir imparator olamadı.Daha sonra yerine geçen oğlu Ekber Şah ise devleti yeniden güçlendirdi.Sonraki İmpratorlar Cihangir ve Cihan Şah zamanında  Babür İmparatorluğu en parlak dönemlerini yaşadı.Şah Cihan'ın genç yaşta ölen karısının anısına yaptırdığı "Tac Mahal" bugün bile ününü korumaktadır.Şah Cihan'dan sonra imparatorluk giderek zayıfladı.1858 yılında Hindistan'ın İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesi ile İngiliz egemenliği altına girdi.

Bu devirde Türkistan Timurlu kültür ve mimarisinin Hindistan'da tesirleri devam etmiş,muhtelif renkte bayraklar ve tuğlar kullanılmıştır. İmparatorluğun kurucusu olan Babür Şah iyi bir devlet adamı  iyi bir ozan ve yazardı. Babürname (Kültür bakanlığı tarafından 3 cilt olarak yayınlandı) adını verdiği eserinde kendi yaşamını şiirsel bir dille anlatmıştır.Çağatay Türkçesi ile yazılan eser önce Farsça'ya sonra da başka dillere çevrilmiştir.


 


 

 



 

 


 

Büyük Timur İmparatorluğu

 

Timur'un babası Çağatayların ve önemli kolu olan Barulas (Barlas)  aşiretinin reislerindendi. Ataları Cengiz'in sülalesi ile birleşmektedir. Devletin kurucusu Timur, Çağatay Hanlığı'nın son hükümdarı Tuğluk -Temür'e itaat edip kiş ve çevresini idare etti. Hâkimiyetini kurabilmek için çevredeki emir ve hükümdarlar ile amansız mücadeleye girişti.

Timur sırasıyla Harezm, Horasan ve Altınordu üzerine sefer yaptı. Anadolu’da Ahlat, Adilcevaz ve Van'ı zaptetti (1392–1397) yıllarında İran üzerine seferler yaptı.

1398–1399 yılında Hindistan seferi ile Delhi yağmalandı.1399 da yedi yıl süren Anadolu Seferi'ne çıktı. Osmanlı sultanı yıldırım Bayezit'i (1402) Ankara savaşında mağlup etti.1405 yılında Çin seferine hazırlandığı sırada öldü.

Timur'un ölümü ile oğulları ve torunları arasında ülke pay edildi. Oğullarından Şahruk 1420 den itibaren devleti tekrar eski gücüne kavuşturdu.

1370 de Timur tarafından kurulan Timurlar Devleti 1507 de Akkoyunlular la ve Karakoyunlular la mücadele neticesinde zayıflamaları ve Özbeklerin istilasına uğraması sonucu yıkılmıştır.

İtil'den Ganj nehrine, Tanrı Dağları'ndan Şam'a kadar olan topraklarda hüküm süre Timurlar, Orta Asya da bulunan Türkleri birleştirmiş, Türkistan da büyük bir uygarlık kurmuşlardır. Bu uygarlığın tesirleri dört bir tarafa yayılmışlardır.

Timur'un Tuğ'u üzerinde çift ejderli bir alem vardı. Çeşitli renkte, üstünde arslan tasvir edilen resimler de bayraklarla temsil edilmişlerdir.

İmar Faaliyetleri

Timur, Semerkand’ı imara çok önem vermiş, ele geçirdiği ülkelerden getirdiği ustalara Semerkant civarında yeni yerleşme yerleri kurdurmuş, bağ ve konaklar inşa ettirmişti. Timur ve hanedan mensuplarından bazılarının gömülü olduğu Gur-i Mir adlı türbe Timur tarafından inşa edilmişti. Onun inşa ettirdiği eserlerin en önemlilerinden biri ise Ahmed-i Yesevî hankâhıdır. Timur’dan sonra Şahruh zamanında devlet merkezinin Herat olması bu şehrin yükselmesini sağladı. O, Moğol istilâsı sırasında tahrip edilmiş olan Merv şehrini yeniden inşa ettirmişti. Uluğ Beg’in inşa ettirdiği eserler olarak Buhara medresesi, Semerkand medresesi ve Kûhek tepesi eteğindeki ünlü rasathane sayılabilir. Hüseyin Baykara devrinde Herat, kültür ve sanat merkezi olarak zirveye ulaştı. O, burada medrese, hankâh ve darüşşifa inşa ettirdiği gibi, Ali Şir Nevâî de Herat ve çevresinde 370 tane hayır eseri inşa ettirerek, bunları idare için bir vakıf kurmuştu. Bu gibi imar faaliyetlerine hanımların ve beglerin de katıldıklarını biliyoruz.

Ticari Faaliyetler

Tahripkârlığına rağmen Timur, ticaretin devlet için büyük bir gelir kaynağı olduğunun farkında idi. Semerkand’da pek çok dokuma atölyesi bulunuyor ve şehir baharat ticaretine merkezlik ediyordu. Clavijo’nun ifadesine göre Timur, başşehrini dünyanın en mükemmel şehri yapmak için ticareti daima teşvik etmişti. Bu düşünce iledir ki, 1402 yılında Fransa kralına gönderdiği mektubunda “Karşılıklı olarak tüccarların gelip-gitmesini, tüccarlara güçlük çıkarılmamasını, zira dünyanın tüccarlar sayesinde bayındır ve müreffeh bir hal aldığını” ifade ediyordu. Tüccarları koruma siyaseti Şahruh zamanında da devam etti. Zira bununla ilgili ifadelere biz onun Çin’e ve Memlûk sultanına gönderdiği mektuplarında da rastlıyoruz.

Tebriz ve Sultaniye’nin ticarî önemi, İlhanlılar zamanında olduğu gibi, Timurlular zamanında da devam etti. Sultaniye uluslararası bir pazar durumunda idi. Burada biriken pek çok ürün Müslüman tüccarlardan başka Ceneviz ve Venedikli tüccarlar vasıtasıyla Trabzon, Kefe ve Suriye üzerinden Avrupa’ya sevk ediliyordu.

Güneydeki Hürmüz’ün de uluslararası ticaretin önemli bir merkezi olduğu anlaşılıyor. Güney İran’daki Yezd şehrinde ise bol miktarda şeker kamışı üretildiğinden şeker imalathaneleri bulunuyordu. Ülkenin en iyi dokumaları da buradan her yana gönderiliyordu. En canlı ticaret merkezlerinden birisi ise Kabil olup, Hint malları nın pazarı ve dağıtım merkezi durumunda idi. Kuzeyde ise aynı rolü Suğnak şehri oynuyordu. Burada Deşt-i Kıpçak’ın çeşitli yerlerinden getirilen ürünlerin, özellikle deri ve kürk gibi ürünlerin ticareti büyük önem taşıyordu.

Kökenleri Uygurlara uzanan, Moğollar devrinde canlandırılan, devlet sermayesine dayalı ortaklık kurumu, bu devirde de varlığını sürdürmekte idi. Devlet hazinesinden kredi alan ortaklara büyük imkânlar sağlanıyor, hatta Tarhanlık verilerek vergilerden muaf tutulup, hiç kimsenin onları rahatsız etmemesi, rüşvet istememesi ve hayvanlarına dokunmaması buyruluyordu. Hissedarları arasında hükümdar ailesi ve ileri gelenlerin bulunduğu bu ortaklıklarda faizli kredi usulü de uygulanmı ş, bu ise şeriata aykırı görüldüğünden zaman zaman anlaşmazlıklara ve ulemânın muhalefetine yol açmıştır.

Başkent olmasından dolayı Herat, devletin gelirleri ve servetin biriktiği yerdi. Ebû Said döneminde büyük bir ticaret merkezi haline gelen şehirde büyük sermaye sahipleri ortaya çıkmış, hatta hükümdar zaman zaman onlardan borç alma yoluna gitmiştir. Ardından Hüseyin Baykara devrinde Herat’ta biriken servet, her türlü iktisadi faaliyetleri de artırmış, eski çarşı ve pazarlar yeni ilâvelerle büyütülmüştü. Herat’a bağlanan ticaret yolları üzerinde bu devirde yeni yeni ribatlar yapılmış olması bunun en büyük delilidir.

Edebiyat

Timur, pek çok hükümdarda mevcut bulunan başarılarının yazılarak, şahsının ebedileşmesi arzusu taşıdığından seferleri sırasında günlük tutturuyor ve tarih yazıcılığını teşvik ediyordu. Şamî ve Yezdî’ninZafernâme ’leri bu teşvik sonucu ortaya çıkmış olup, Timur’un hayatını öğrenmek için başvurulması geren en önemli kaynaklardı r. Şahruh devrinin en büyük tarih yazarı şüphesiz Hafız-ı Ebrû’dur. Abdürrezzak-ı Semerkandî, Mirhond ve Handmir son dönem Timurlu tarihini öğrenebilmek için önemli kaynaklar olup, Farsça yazılmışlardır.

Bu devirde Farsça şiir artık gerilemeye yüz tutmuş olup, başlıca temsilcileri olarak Şirazlı Hâfız (ölm. 1390) ile Câmî (ölm. 1492) sayılabilirler. Zengin şehir merkezlerinde, İran şairlerini tanımış olan Timurlu Mirza ve begleri, kendi dilleri ile de şiirler yazılmasını arzu ediyorlardı. Bu arzu ve teşvik kısa zamanda ürünlerini verdi.

XV. yüzyıl Çağatay edebiyatının zaman bakımından ilk önemli siması olan Sekkakî’nin Divan’ı bize kadar gelmiştir. Onun kaside ve gazelleri ilk ürünler olmasından dolayı değerli olup, o, bir şiirinde “Dünya benim gibi bir Türk şair, senin gibi (Uluğ Beg) bir âlim hükümdar ortaya koymadan önce, felek daha uzun yıllar dönmeye devam edecektir” diyor. Timur’un torunu Mirza İskender adına yazdığı Mahzenü’l-Esrâr adlı mesnevisi ile tanınan Harezmli Haydar, Türkî Gûy (Türkçe söyleyen) lâkabı ile şöhret kazanmıştı. XV. yüzyılın ilk yarısının en güçlü şairi Lütfî idi.

O, kaside, gazel ve tuyuk gibi nazım çeşitlerinin hepsini başarı ile kullanmıştı. Şairleri himaye eden bu mirza ve beglerin kendileri de Türkçe şiir yazıyorlardı. Bunlar arasında Seyyid Ahmed, İskender, Bediüzzaman, Şah Garib, Sultan Ahmed ve Ebû Bekir mirzalara ait eser veya parçalar bizce bilinmektedir.

Bazı begler adına Uygur alfabesi ile eserler çoğaltıldığı da görülmektedir. Bahtiyarnâme,Miraçnâme,Kutadgu Bilig ve Tezkire-i Evliyâ gibi eserlerin o devirde Uygur alfabesi ile yazılmış örnekleri günümüze kadar gelmişlerdir.

XV. yüzyılın ilk yarısında gelişen Çağatay edebiyatı, yüzyılın ikinci yarısında da bu gelişmesini sürdürdü. Sultan Hüseyin Baykara ile Ali Şir Nevaî bu devirde devletin hem siyasî idaresine, hem de kültür hayatına damgasını vurmuş olan şahsiyetlerdir.

Ali Şir Nevaî, hayatının sonlarına doğru yazdığı Muhakemetü’l-Lügateyn adlı eserinde, kelime zenginliği ve ifade kabiliyeti bakımından Türkçenin Farsçadan çok üstün olduğunu ilk defa söylemek cesaretini göstermiş ve Türk şairlerini Türkçe yazmaya teşvik etmiştir. Bu bakımdan da o, Türkçeyi Farsçadan geri kalmayan bir kültür dili haline getirmeye çalışmıştır. Bu gayreti sonucunda Nevâî, Türkçenin sadece bir şiir dili değil, nazım ve nesrin her çeşidini ifade gücüne sahip, Farsça ile her hususta rekabet edebilecek bir kültür dili olduğunu gösterecek eserler meydana getirdi. O, serveti, siyasi gücü ve eserleri ile Herat’ta sanatkârları n kutbu durumuna yükselmiş olup, ünü Türkistan’dan Balkanlara kadar bütün Türk yurtlarında yayılmıştı. Nevaî dili, yüksek bir edebi dil olarak kabul edilmiş,eserlerini tanımak edebî kültürün tamamlanması için gerekli sayılmış ve serleriyle ilgili bir takım sözlük ve antolojiler düzenlenmiş, eserlerine daha sağlığında nazireler yazılmıştır. O devrin Herat’ı, sadece Horasan ve Türkistan’ın medeni merkezleri ile değil, Şiraz, Bağdad, Tebriz, Kahire, Bursa, İstanbul ve Kazan gibi şehirlerin edebi çevreleri ile de temas halinde idi.

Resim ve Süsleme

Timurlular devri resim sanatının menşei olarak Bağdad ve Tebriz’deki Celâyirli okulu ile Şiraz okulu gösterilmektedir. Timur buraları ele geçirdikten sonra, bu şehirlerdeki sanatkârların bir kısmını Semerkand’a götürmüştür. Bu sanatkârlara ait mimari eserler ve onların duvarlarını süsleyen bazı duvar resimlerinin varlığı kaynaklarda kaydedilir. Çağdaşı tarih yazarı İbn Arabşah, Timur’un bazı saraylarında onun savaş meydanları, şehir kuşatmaları, seferleri, zaferleri ve eğlence meclislerinin tasvir edildiği resimlerden söz eder. Aynı yazar Timur devrinin en büyük nakkaşı olarak Bağdadlı Abdülhayy’ı saymaktadır.

Timur’un ölümünün ardından karışıklık yılları sona erince, bu sanatkârların bir kısmı Herat’ta toplanmışlardı. Buna rağmen Bağdad, Tebriz ve Şiraz gibi eski merkezler faaliyetlerini tamamen durdurmamışlardı. Resim sanatı Şiraz’da Mirza İskender zamanında devam ettiği gibi, onun ölümünden sonra diğer Timurlu mirzaları ve Türkmen hanedanları Kara ve Ak Koyunlular zamanında da faaliyetini sürdürdü.

Kendisi de hattat olan Şahruh’un oğlu Baysungur, Herat’taki konağını adeta bir sanat akademisi haline etirmişti. Tebrizli Cafer’in 1427 tarihli bir raporu bize burada çalışanlar ve çalışmalar hakkında ilgi çekici bilgiler veriyor. Anlaşıldığına göre,burada 100’den fazla sanatkâr çalışıyordu ve herkeste mesleğinde en iyi, en büyük olma arzusu yaygın bir hal almış, bunun sonucu olarak Timurlu resim sanatı büyük ilerleme kaydetmişti.

Baysungur’un ölümünden sonra da bu çalışmaların devam ettiği anlaşılıyor. Zira daha sonra Hüseyin Baykara ve Nevaî’nin şahsında yeniden koruyucu bulan sanatkârlar ortaya çıkmış, minyatür sanatında bir yenilik yapmayı başaran Bihzad yetişmişti.O, daha sonra Safevîlerin yanına giderek, yetiştirdiği talebeleri ile Timurlu resim sanatının devamlılığını da sağlamıştır.

Musiki

Timur’un seferleri sırasında ele geçirerek Semerkand’a gönderdiği sanatkârlar arası nda bazı çalgıcı ve okuyucular da bulunuyordu. İbn Arabşah Timur devri okuyucuları arasında Abdüllâtif, Mahmud, Celâleddin ve Meragalı Abdulkadir’in adlarını vermektedir. Clavijo’nun etraşıca anlattığı gibi, kadın ve erkeklerin katıldığı toylar veriliyor, bu arada çalgılar çalınıp, şarkılar söyleniyordu. Bu devirde musikide özellikle iki kişinin adından daima zamanın en büyük üstadları olarak söz edilir.

Bunlardan biri Endicanlı Yusuf, diğeri ise musiki nazariyeleri ilmindeki bilgisi ile tanınan Meragalı Abdülkadir idiler. Sesinin güzelliğini işiten Şahruh’un oğlu İbrahim Sultan, Endicanlı Yusuf’u defalarca kardeşi Baysungur’dan yanına Şiraz’a istemiş ise de bu isteği yerine getirilmemiş idi. Meragalı Abdülkadir’e gelince o, Timur’un Bağdad’ı ele geçirmesi üzerine Semerkand’a gönderilmiş, Timur’un ölümünden sonra ise Herat’ta yaşamış ve eserlerini de burada kaleme almıştır. Onun çocukları daha sonraları Osmanlı ülkesinde de musikişinas olarak tanınmışlardır.

Timurlular devrinin kültür merkezi Herat, XVI. yüzyılın başında önce Timurlular ile Şibanîler ve ardından da Şibanîler ile Safeviler arasındaki mücadeleler sonuncunda eski ihtişamını kaybetti. Öyle ki Timurluların sona ermesinden henüz 5-10 yıl geçmeden kültür ve sanat merkezi olarak Herat’ın artık hiçbir önemi kalmamıştı.


 

 



 

 


 

İLHANLILAR



Yakın Doğu'da İran'da devlet kuran Moğol hanedanı.(1256-1353) Kurucusu Cengiz Han'ın torunlarından Hulagu Han'dır. Büyük Moğol Hanı Möngke (Mengü) kardeşi Hulagü'yu Batı Asya da  Moğol saldırılarını yeniden başlatmak ve pekiştirmekle görevlendirince ,Hulagu,Kuzey İran'daki Batını İsmaili devletinin (Haşhaşiler) başkenti Alamut'u yerle bir ederek egemenliklerine son verdi.(1253).Ardından Horosan ve İran'ın geriye kalan bölgelerini ele geçirerek Büyük Han'a bağlı İlhanlı Devletini kurdu.(1256).Daha sonra Irak'ta halife ordusunu bozgunu uğratarak Bağdat'a gidi ve son abbasi Halifesi Mustasım'ı yakalatıp öldürttü.(1258).Suriye üzerine yürüdü.Ancak Filistin'de Ayn Calut Savaşı'nda (1260) Mısır Memelukluları,'na yenildi.Tebriz'i devletinin başkenti yapan Hulagu,böylece ölüm tarihi olan 1264 e kadar İran ,Irak ,Kafkasya ve Anadolu beyliklerini de içeren geniş bir bölgede Büyük Han adına hüküm sürdü.Hülagu'nun yerine babası gibi Budhacı olan büyük oğlu Abaka geçti. (1265). Hristiyanlığa büyük ilgi duyan ve ülkede bir çok kilise yaptıran Abaka ölünce (1282),Hristiyanken tahta çıktığında müslümanlığı kabul eden kardeşi Ahmet Teküdar ilhan oldu.Onun öldürülmesi üzerine (1284) yerine Buddhacı olan Abaka'nın büyük oğlu Argun geçti.Onun ölümü üzerine de kardeşi Geyhatu beşinci ilhan olarak tahta çıktı.(1291).Öldürülünce (1295) Hulagu 'nun torunu Baydu ardılı oldu.Müslümanlığı kabul ettikten sonra aynı yıl içinde öldürüldü.Argun'un büyük oğlu olan yedinci İlhan Gazan Mahmut döneminde (1295-1304) devlet tam anlamıyla bir Türk Müslüman imparatorluğu kişiliğine büründü.Ayrıca Kubilay  Han'ın ölümünden (1294) sonra Pekin 'deki Büyük Hanlar ile gevşeyen bağlar zamanla koptu.Gazan Mahmut'un yerine geçen kardeşi Olcaytu önce buddhasıyken ,1298 da Nesturi  Hristiyan ,sonra da Muhammet Hudabende adını alarak müslüman oldu.Başlangıçta hanefi mezhebini benimsediği halde şafiiliğie (1307) ardından da  şiiliğe (1309) geçti.Ölümü üzerine (1317) ardılı olan oğlu Ebu Said Bahadır yeniden sünniliğe döndü.Memluklular'la antlaşma imzalayınca ,Suriye için yapılan savaşlar sona erdi (1323) Ancak ülkeyi yıpratan iç karışıklıkları bastırmayı başaramadı.Nitekim ,Kafkasya da  çıkan bir ayaklanmayı bastırmaya çalışırken ,geride meşru bir mirasçı bırakmadan ölünce (1335) birbirine düşman Celayirli ve Çupani emirler tarafından tahta  çıkarılan kısa ömürlü İlhanlılar dönemi başladı.Arpa Han zamanında (1335-1336) Anadolu Beylikleri bağımsızlıklarını kazandılar.Gürcistan İmparatorluktan ayrıldı.Onun öldürülmesi üzerine emirlerin kuklası olarak tahta çıkarılan Musa birkaç ay saltanat sürdükten sonra aynı yıl öldürüldü.(1336) On yedinci ve son ilhanlı Anuşirvan'a kadar geçen dönemde Muhammet (1336-1338) Togay Tümur(1338-1339) Şahcihan Yimur (1339-1341) Süleyman (1341-1344) gibi hanların beceriksiz yönetimleri sonucunda Azerbaycan Altınordu devletince ele geçirildi,iç savaşlar önüne geçilemez bir durum aldı.1344 te tahta çıkan Anuşirvan'da öldürülünce (1353) ülke toprakları Celayirliler ,Muzafferiler ,Horasan  Serbedarileri gibi yerel hanedanlar arasında bölüşüldü.

İlhanlı Devleti Gazan Han (1295-1304) zamanında müslümanlığı kabul etti.14.yüzyılın ortalarına doğru giderek zayıflayarak 1355 te yıkıldı ve devletin toprakları üzerinde eskiden olduğu gibi bazı beylikler kuruldu.
 

İlhanlı Devleti'nin kuruluşu ve Moğollar'ın Anadolu'yu istilası Selçukulu Devleti ve Türkler  için büyük yıkımlara yolaçmıştır.Anadolu yüzyıla yakın birsüre Moğollar'ca sömürülmüş yakılıp yıkılmış sağlam bir toplumsal düzenden yoksun bırakılmıştır.Mısır Memluk sultanı Baybars ,Türkler'e yardımamacıyla Suriye'den Anadoluya girerek Moğol ordusunu yenmiştir.Bunun üzerine Moğollar nisilleme olarak Anadolu'da 200.000 kişiyi öldürmüşlerdir.
 


 

 



 

 


 

ÇAĞATAY HANLIĞI



Cengizin oğlu Çağatay'ın kurdugu Maveraunnehir'den Dogu Turkıstana kadar uzanan topraklarda 1277-1370 yılları arasında varlıgını sürdürmüş bir devlettır.Baslangıcta Moğol Buyuk Kağanlığı'na bağlı ıken Algu (Aluğu) donemınde (1266-66) bagımsızlıgını kazanmaya baslamıs Duva donemınde (1291-1306) tam anlamı ıle bagımsız bır devlet olmustur.

Mogol devlet gelenegıne gore Cengız fethettıgı toprakları daha sağlığında oğulları arasında paylastırmıstır Cağatay'da babasının 1227 de olumunden sonra kendısıne verılen toprakları buyuk Kaan olan ağabeyı ogedey'e bağlı olarak yonettı.Cağtay yenı fetıh lere gırısmedı.Gocebe gelneklere baglı olarak yasadı Mogolların temel kanunu yasayı en ıyı bılen kısı olması dolayısı ıle butun moğol beylerınden saygı gordu ama Cağatay'ın 1241 de olumunden sonra cocukları ve torunları Moğol buyuk kağan ları ıle Çağatayın yonettı gı topraklara egemen olmak ıstıyordu.Sonunda Çağatay'ın torunu Algu rakıplerını 1261 de yenerek egemenlıgını herkese kabul ettırdı.Harezm Batı turkıstan ve afganıstanı da ele gecıren Algu dan sonrada taht kavgası surdu Duva donemınde tam olarak bağımsız lıgını kazanan Cağatay hanlıgı Kebek donemınde en guclu cagını yasadı Kebek aynı zamanda kendı adına para basan ılk Cağatay hukumdarıdır.Islam dınını kabul eden ılk Çağatay hukumdarıda Kebek ın 1326-34 yılları arasında hukum suren kardesı Tarmaşirindır Çağatay hukumdarları daha once Şaman dınınde ıdıler.Tarmanşirinden sonra devlet doğu ve batı olarak ıkı ye bolunmussede 1359-70 yılları arasında hukum suren son buyuk Çağatay hukumdarı Tuğluk Timur batı bolgesını yenıden denıtımı altına almayı basarmıstır.Ama oğlu Turkıstan valısı Ilyas Hoca'ya vezır ve danısman olarak atadığı Tımur kendısıne bas kaldırarak 1370 te yonetımı elıne gecırdı.Hanedanın batı kolu Tımur IMparatorlugunu yıkılmasından sonra 15. yuzyılda bir sure daha Maveraunnehır'e egemen oldu dogu kolu ıse Yedısu ve tarım bıolgesınde sonralarıda Turfanda 17. yuzyıl sonlarına kadar varlıgını surdurdu.

Çağatay hanlıgı hanedanı bakımından bir Moğol devletı olmakla bırlıkte yayıldıgı genıs alanda buyuk olcude Turk nufus barındırmıstı.Bu Turk lerın konustugu dılede Çağatayca yada Çağatay Turkcesı denmıstır.Çağatay Hanlıgı egemen oldugu topraklarda ekonomık bakımdan degosom ve canlılık yaratamamıs daha once bu bolgede egemen olan Karahanlılar donemınde tarımda ve tıcarete gorulen gelişmeler bile gocebelıge dolayısıgı ıle hayvancılığa bağlılık yuzunden buyuk olcude yavaslamıstır.


 

 


 


 

 


 


 

Altınordu Devleti    (Altınorda)



Kıpçak hanlığı da denir. Doğu Avrupa'da  Volga havzası, Polonya’ya kadar Karadeniz'in Kuzeyi, Batı Sibirya, Kuzey Türkistan'ı içine alan sahada hüküm süren Altınordu  Türk Moğol Devleti 1224 te Batu Han tarafından kurulmuş,1481 de Ahmed Hanın 1481 de Aybekle yapılan savaşta ölmesi sonucu parçalanmıştır.

Cengiz Han, İrtiş Irmağı ile Balkaş gölünün batısında kalan toprakları (Cuci Ulus)  kendisinden kısa bir süre önce, 1227 de ölen oğlu Cuci'nin oğullarından Orda, Batı Sibirya'da Akordu'yu (Akorda) öbür oğlu Batu, Cuci ülkesinin batı yarısı sayılan Harizm ile Kıpçak Bozkırı'nda (Deşti Kıpçak) ,daha sonra Altınordu (Altınorda) adını alacak olan Gökordu'yu (Gökorda) kurdu. Gökordu biçimsel olarak Karakurum'daki  Moğol İmparatorluğu'na bağlı olmakla birlikte Sayın Han (İyi kalpli han) unvanıyla Batu tarafından yönetiliyordu. Ögedey döneminde (1227-1241) batıya yapılan seferin komutanlığına atanan Batu, Rusya’yı Novgorod'a  kadar tahrip etti, Kiev’i aldı. Balkanlar’a kadar ilerledi, kurduğu saray kentini (Saray Batu,Astrahan yakınında)  Kıpçak bozkırı ,orta ve aşağı idil ,Aral Gölü çevresi,Harizm Rus Knezlikleri Azerbaycan'a kadar Kafkaslar Lehistan ve Litvanya'nın Batı bölgelerini kapsayan ülkesinin başkenti yaptı.Batu'nun kardeşi Berke(1257-1267) yeni bir saray kenti (Saray Berke,Volgograd yakınında) kurdu.Güney Kafkasya ve Azerbaycan için İlhanlılar  ile savaştı.Hulagu'yu yendi İlhanlılar 'a karşı Memluklular ile anlaştı.İlhanlı hükümdarı Abaka Han'a karşı düzenlediği sefer sırasında yolda öldü.Mengü Temur (1267-1280) Memluk sultanı ile ilişkileri sürdürdü. Bu dönemde Berke'nin yeğeni emir Nogay'ın nüfuzu arttı.Töde Mengü (1280-1287) ve Tala Buğa (1287-1290) Nogay'ın baskısı altında hüküm sürdüler Sonunda tahta çıkardığı Tokta (1290-1313) Nogay ile mücadeleye girişti ve onu öldürdü.Özbek Han (1313-1341) ,Berke döneminde yayılmaya başlayan Müslümanlığı resmi din durumuna getirdi.Altınordu'nun başkentini ,Saray Berke'ye taşıdı. Canı Bek'in (1341-1357) öldürülmesine neden olan iç ayaklanmalar Altınordu'yu zayıflatmaya başladı 1360-1380 arasında ondört han değişti;Lituanya ayaklandı,Podolya Altınordu'dan koptu.Kıpçak Bozkır'ının batı kesiminde yer yer tatar beylikleri ortaya çıktı Ayaklanan Mamay Mirza ,İdil ve Özi (Dniepr) arasını egemenliği altına aldı.Özbek Han'ın oğullarından birini Han ilan etti.Moskova Knez'i Dimitiry Donskoy ,Mamay Mirza'yı KulilKovo Meydan Savaşı'nda YENDİ (1380).Bu karışıklıklardan yaralanan Akordu Hanı Toktamış ,Altınordu hanlığını ele geçirmeyi başardı.Böylece akordu ve Altınordu'yu bir han yönetiminde birleştirdi.Toktamış Altınordu'yu bir kez daha önemli bir güç durumuna getirdi.Moskova'yı yağmaladı;her biri bağımsızlık peşinde koşan emirlere yetkesini kabul ettirdi.Ancak Timur ile mücadeleye girişmesi Altınordu'yu kolay kolay kendisini toparlayamayacak biçimde sarstı.Timur Toktamış'ı saray'dan kaçmak zorunda bıraktı.saray dahil birçok  kenti yakıp yıktı.Timur’un Altınordu tahtına çıkardığı Timur Kutluk'un (1395-1400) koruyucusu Edige Mirza ,İktidarın gerçek sahibi durumuna geldi.Tahtını yeniden ele geçirmeye çalışan Toktamış’a yardım eden Litvanya kralını yendi (1399)Rusları yenerek boyun eğmeye zorladı Edige'nin Toktamış'ın oğullarından Kerim Berdi ile yaptığı savaş sırasında ölmesinden (1419) sonra Altınordu'nun dağılan süreci hızlandı.Uluğ Muhammet (1419-1420-1427-1433) Akordu kolundan Barak tarafından tahtından uzaklaştırıldı.Daha sonra tahtını ele geçirdiyse de Ediga Mirza'nın oğullarının baskısı karşısında Kırım' a çekilmek  zorunda kaldı.Burada da tutunamayarak Orta İdil bölgesinde Kazan Hanlığı'na kurdu.(1437) Kırım'da Hacı Giray Altınordu'dan ayrıldı (1442 den önce) Ayrıca Saray üzerinde iddiası olan Toktamış'ın torunu Seyyit Ahmet,1433 ten beri Ukrayna'da bağımsız hareket etmekte idi Ahmet Han (1465-1481),Altınordu’daki karışıklıklardan yararlanarak bağısızlığını ilan eden İvan lll e karşı Lehistan -Litvanya ile anlaştı.1480 de Moskova üzerine bir sefer düzenlediyse de sonuç alamadı.bu arada başkenti Saray ,Moskova'nın müttefiki Kırım Hanı tarafından yağmalandı.Ahmet Han'ın öldürülmesinden sonra oğulları arasında taht kavgası başladı.Sonunda Kırım Hanı Mengli Giray ,Ahmet Han'ın oğullarından Şeyh Ahmet 'i bozguna uğratarak Altınordu devletine son verdi(1502).Altınordu devletinin dağılmasından sonra Kırım ,Kazan ,Astırhan,(Astrahan) Sibir ve Nogay hanlıkları ortaya çıktı.

Başlangıçta  bir Moğol devleti olarak ortaya çıkan Altınordu, üzeinde kurulduğu bölgede yaşayan Kıpçak, Kuman Trükleri’nin etkisiyle Türkleşti. Moğol dili Altınordu da Moğolların egemenliğindeki başka yerlere göre daha çabuk kayboldu. Altınordu hanları bir süre sonra "Kıpçak hanları" diye anılmaya başlandı. Özbek Han'dan başlayarak bütün Altınordu hanları müslümandılar. Altıordu devleti, Anadolu ve Memluklular ile önemli ticari ilişkiler kurdu. Kürk, deri, balmumu, kereste ve tutsaklar Altınordu’nun başlıca dışsatım mallarıydı. Bunların taşınmasında idil ve Kırım’daki, Kefe (Feodosia) Sudak (Suğdak) Kerç limanlarından yararlanılıyordu. Ruslar ikiyüzelli yıl kadar Altınordu egemenliğinde yaşadılar ve bu durum Rusya Tarihinde derin izler bıraktı. Altınordu’nun bağlısı durumundaki Knezler unvanını Altınordu hanlarından alıyorlardı ve ağır haraçlar ödemek zorundaydı. Bununla birlikte Altınordu'nun Ortodoks Kilisesi’ne tanıdığı dokunulmazlık sayesinde Ruslar direniş ve kurtuluş eylemlerini örgütleyebildiler.

Cengiz Han'ın büyük oğlu Cuci Han'ın fethettiği bölgelerden batıya doğru ilerlemeyi sürdüren oğlu Batu Han bu topraklarda yaşayanlara "Cuci Ulusu" adını verdi.Daha sonra da Altınordu adını alan devletin sınırları ,bütün Kafkasları ve batıda bugünkü Polonya topraklarına kadar geniş bir alanı kapsıyordu.Batu Han'ın ölümünden sonra başa geçen Berke Han'ın İslam dini'ni benimsemesine karşın,daha sonra gelenler onu izlemediler.Yine de halkın büyük çoğunluğu Müslüman oldu.Sonunda Özbek Han (1312-1342) döneminde İslamlık devlet dini oldu.1350 de Berdibek Han'ın ölümüyle iktidar kavgaları başladı.Toktamış Han devletin birliğini yeniden sağladıysa da 1481 yılına kadar çeşitli karışıklıklar devam etti.Bu tarihte,Ahmet Han ölünce oğulları arasında başlayan kavga Altınordu Devleti'nin parçalanmasına ve giderek yok olmasına neden oldu.

Altınordu Devleti ordu düzeni, devlet örgütü vergi sistemi vb. özellikleriyle kendinden sonra aynı topraklarda kurulan devletleri derinden etkiledi.


 

 


 

 


 

Harzemşahlar Devleti



Orta Asya'nın batısında Harzem adı verilen bölgede 1097 de kurulup , 1230 da yıkılan bir Türk devleti.Harzemşahlar Devletini Selçuklular'ın buradaki Valisi Anuş Tigin İle onun oğlu Kudbeddin Muhammed kurdu.Bu hükümdarlar Selçuklular'a bağlıydı.
 

Harzem ,Orta Asya'da Aral Gölü'nün güneyinde ,Amuderya Irmağı'nın aşağı yöresine denir.
 

Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun toprakları içinde kalan Harizm bölgesi Selçuklu valileri tarafından yönetiliyordu.Bu valilerden Kutbeddin Muhammed Harizmşah Devleti'nin kurucusudur.Daha sonra başa Atsız Harizmşah geçmiş ve Harizm bölgesinde bağımsızlığını ilan etmişti.(1142)

Ancak Seşçuklu orduları tarafından yenlince ,tekrar Selçuklu egemenliğini kabul etmek zorunda kaldı.Daha sonra Selçuklu Devleti yıkılınca Aral Gölü'nün güneyindeki bölgeye Harizmşahlar egemen oldular. Atsız'dan sonra başa geçen İl Aslan Harizmşah Devleti'nin ilk bağımsız hükümdarı olmuştur.İl Aslan ve Alaeddin Tökiş Harzemşah zamanında bu devlet en görkemli dönemini yaşadı.Sürekli olarak topraklarını genişleten Harizmşah Devleti Moğollar la çatıştı ve 1220 yılında yapılan savaşta yenilerek Moğolların egemenliği altına girdi.Bu yıllarda hükümdar olan Muhammed Harzemşah ölünce yerine oğlu Celaleddin Harzemşah geçti.Kuvvetlerini toplayarak yeniden Moğollarla savaşa girişti,ancak o da yenilgiden kurtulamadı.Sonunda Anadolu'ya çekildi.Kısa bir süre sonra da öldürüldü.Onun ölümünden sonra Harzemşahlar Devleti yıkıldı.

Oğuzlar'ın Beğdili kolundan Anuştigin Garca,köle olarak satıldığı büyük Selçuklu sarayında parlak zeka ve yeteneğiyle sivrildikten sonra Melikşah döneminde (1072-1092) Harizm valiliğine atandı.Ölümü üzerine (1907) yerine geçen büyük oğlu Kutbettin Muhammet otuz yıl Harizm'i başarıyla yönetti.Burada ailesinin etkisini ve gücünü pekiştirdi.Ölümünden sonra valiliğe oğlu Alaettin kızılarslan Atsız getirildi(1127).Sencer ile birlikte birçok sefere katılan Atsız ,daha sonra Cend ve Mangışlak gibi Seyhun ötesi yerlerde ,Sultan'ın iznini almaksızın Fetihlerde bulunarak gücünü iyice artırdı.Karahitaylar la yaptığı Katavan Savaşı'nda Sencere'in ağır bir yenilgiye uğraması sonucu (1141) bağımsızlığını ilan etti ve durumdan yararlanıp   Horasan üzerine yürüyerek Selçuklular'ın başkenti Merv'i ele geçirdi.Ertesi yılda Nişapur'u aldı.(1142).Ancak Horosan'da egemenliğini yeniden kuran Sencer büyük bir orduyla Harizm üzerine yürüyünce  Atsız aman dileyerek Sencer'e bağlılığını bildirdiği gibi Merv'de ele geçirdiği Selçuklu hazinelerini de geri vermek zorunda kaldı.(1144).Horosan'da patlak veren ayaklanmada (1153) Sultan Sencer 'i Oğuzlar'ın elinden kurtarmak için arabuluculuk yaptı.Sencer tutsaklıktan kurtulduktan sonra ona kutlama mektupları göndererek yeniden bağlılığını bildirdi.(1156).Harizmşahlar ancak Sencer öldükten sonra (1157) tam anlamıyla bağımsızlıklarına kavuştular.Babasının ölümü üzerine ilk gerçek Harizmşah olarak tahta çıkan  İl Arslan (1157) Nişsapur'u kendisine başkent seçtiktan sonra devletini doğu İran'ın en büyük gücü konumuna getirmek için çalıştı.Önce Tus ,Bistam,Pamyan yörelerini ele geçirdi.Ardından Karahitaylar 'a verilen yıllık vergiyi kesti.Karahitaylılar onu cezalandırmak için Harizm üzerine yürüdüler.İl Arslan onları karşılamak için bir ordu hazırlarken Nişapur'da öldü.(1172).Bunun üzerine annesi Merke Terken  tarafından Nişapur'da Harizmşah ilan edilen İl Arslan'ın küçük oğlu Sultan şah ,Cend valisi olan ağabeyi Alaettin Tekiş'i Harizm'e çağırdı.Ancak bu buyruğa uymayan Tekiş Karahitaylar'a sığınarak onlardan askeri yardım istedi.Bunu fırsat bilen Karahitaylılar ,isteğini yerine getirdiler.Böylece güçlü bir Karahitay ordusuyla Harizm üzerine yürüyen Alaettin Tekiş kardeşiyle üvey annesinin Irak Selçuklular'ına sığınmaları üzerine tahtı ele geçirerek Harizmşah oldu (1172).Saltanatının daha ilk yıllarındaki kardeşi Sultan Şah'ın yanına sığındığı Irak Naibi Melik Ay Aba'nın güçlü Selçuklu ordusuna Subarlı yakınında pusuya düşürerek yok etti ve yakalanan Ay Abay'ı öldürttü.(1174).Bu yenilgi üzerine Sultan Şah ile annesi Melike Terken kaçtılarsada peşlerini bırakmayan Terkiş üvey annesinin sığındığı Dilhistan'ı ele geçirerek onu burada boğdurttu.Kaçmayı başaran Sultan Şah Gurlular'a sığındı.Bu arada babası gibi yıllık vergi vermeyi reddeden Tekiş ,Karahitaylılar'la bozuştu.Bu durumdan yararlanan Sultan Şah ,Karahitaylılarla anlaşarak yönetimine verilen güçlü bir orduyla ağabeyinin üzerine yürüdü.Harizm topraklarını Ceyhun ırmağının suları altında bırakarak düşman ordusunun hareketini güçleştiren ve başkentinde büyük ölçüde savunma tedbirleri alan Tekiş karşısında başarılı olamayacaklarını anlayan Karahitaylılar Sultan Şah'ın  komutasında bir miktar asker bırakıp çekilmek zorunda kaldılar.Böylece sultan Şah'a Merv Seras ve Tus şehirleriyle yörelerini içeren küçük bir emirlik kurması için imkan sağladılar.Kimi zaman ağabeyiyle iyi ilişkiler kuran Sultan şah Tekiş'in İran seferine çıkmasını fırsat bilip Nişapur üzerine yürüdüyse de (1187) kenti almayı başaramadan Merv 'e döndükten sonra da burada ölünce (1192) ona bağlı beldelerle ordusu ve hazinesi kardeşi Tekiş'in eline geçti.Ardından Halifeyle ittifak kuran Tekiş son Irak Selçuklu hükümdarı Rüknettin Tuğrul lll ü Rey yakınlarında yenip öldürterek bu devleti ortadan kaldırdı.(1194).Daha sonra Acem Irak'ında (Hemedan) bir çok Selçuklu kalesini ele geçirdikten sonra kendisini Büyük Selçuklu devletinin mirasçisi sayıp onuruna bastırdığı sikkelerle Sultan unvanını ilan etti.Irak'ı elinden almak isteyen Halife ordusunu yenip İsmaililer'in elinde bulunan bazı kaleleri alıp Harizm'e döndü ve burada öldü.(1200).Babasının yerine geçen Alaettin Muhammet önce Gurlular'la savaşmak zorunda kaldı.Tekiş'in ölümünü fırsat bilen Gurular Merv ve Tus'u aldıktan sonra Harizm ordusunu Karasuda yenip  Başkent Nişapur'u kuşattılar Alaetin'in yardıma çağırdığı Karahitay ordusunun yetişmesi üzerine Gurlular kuşatmayı kaldırıp çekilince Horasan yeniden Harizmşahlar'ın egemenliği altına girdi.Daha sonra güçlü sultanları Şahabettin Muhammet Gazne de öldürülünce (1206) Gurlular bir çöküş dönemine girdiler.Bu fırsartı kaçırmayan Alaettin Harizmşah kısa sürede Heratı aldı ve Belh üzerine yürüyerek bu kenti de ele geçirdi.(1207).Böylece karşılarında güçlü  devlet olarak sadece Karahitaylar kaldı.Alaettin Harizmşah bu devleti ele geçirmek üzere başlattığı sefer ardından kesin galip gelerek tüm Maveraünnehir'i egemenliği altına aldı.(1212).Ardından Gazne'yi alarak Gurlular'ı ortadan kaldıran Alaettin Harizmşah (1215) bu bölgenin yönetimini büyük oğlu Celalettin Harizmşah'a bıraktı.Fars ve Azerbaycan atabeylerini denetimi aldığı sırada (1218) Moğol Hakanı Cengiz Han'ın doğuda kazandığı zaferleri duyan ve kendisin Asyanın en güçlü hükümdarı sayan Alaettin Harizmşah ona bir elçi gönderdi.Karşılıklı elçilerle iki ülke arasında bir ticaret anlaşması imzalandı.Ancak Cengiz'in bir kervanının Otrar'da Vali tarafından yağmalanıp kervancıların öldürülmesi Cengiz Han İnalçık'ın kendisine teslimini ve yağmalanan malların bedelinin tazminini istemesi reddedilince savaş çağrısı ardından 200.000 kişilik çok disiplinli ordusuyla Cengiz Han Maveraünnehirdeki tüm kaleleri ele geçirmeye ve  direnenleri topluca katletmeye başladı.

Semerkand,Otrar,Kend,Cend,Hokent gibi önemli kaleler Moğolların eline geçti.Devletabad yakınlarındaki savaşta yenilen ve Cengiz'in eline geçmekten son anda kurtulan Alaettin Abiskun'da sığındığı küçük adada hastalanarak öldü.(1220).Yerine geçen oğlu Cellaettin henüz Moğolların eline geçmemiş olan Harizm'e gitti.Orada tutunamayacağını anlayınca kendisine bağlı küçük bir kuvvetle Horosan'a geçti.Celalettin Moğollarla yaptığı savaşlarda kimi zaman onları yenip kaybettiği toprakları geri aldı kimi zaman da onlara yenildi on yıl kadar süren bu savaşlar ardından Cengiz ordularınca kıstırıldı neticesinde batıya çekilerek ,Doğu Anadolu'ya geldi.Burada da kardeşi öldürülen bir kürt beyi tarafından intikam hırsıyla  öldürüldü.(1231).Harizmşahlar devleti ortadan kalktı.

Taberistan,Erran,Azerbaycan,Irak ,Maveraüünehir,Kirman,sicistan bölgeleri , Aral kuzeyi düzlüklerinden Bağdat yakınlarına kadar olan bölgeye yayılmıştır.


 

 



 

 


 

Büyük  Selçuk İmparatorluğu



Dokak oğlu Selçuk tarafından 1040 ta kurulmuş ,1092 de yıkılmıştır.

İran Selçukluları diye de anılan bu devlet 1040-1157 yılları arasında egemenliğini sürdürdü.Sınırları,doğuda batıda Türkistan , Pencap;batı Anadolu'nun büyük bölümü ;güneyde Arabistan Yarımadası'nın batısında Yemen'e kadar uzanan bölge;kuzeyde Karadeniz,Kafkas Dağları ,Hazar Denizi ve Aral Gölü'ne kadar yayılmıştır.Bu büyük imparatorluğun kurucusu Oğuzların Kınık boyundan Dokakoğlu Selçuk Bey'dir.

Aral Gölü ve Hazar Denizi arasındaki  bölgede yaşayan Oğuzların hakanı olan Seşçuk Bey,Cend kentini kendisine başkent yaparak bağımsızlığını ilan etti.Bu arada müslümanlığıda kabul ederek öteki müslüman Türk boylarını çevresinde topladı.Selçuk Bey topraklarını koruyabilmek için yöredeki güçlü devletlerden Karahanlılar ve Gazneliler le savaşmak zorunda kaldı.1004 yılında Karahanlılar'ı yenerek topraklarına kattı.1009 yılında ölen Selçuk Bey 'in yerine oğlu Arslan Bey geçti.Kardeşleri Yusuf ve Musa ile yeğenleri Tuğrul ve Çağrı beyler de yönetimde etkin görevler aldılar.Arslan Bey 'in ölümüyle Selçuklular dağılma tehlikesi geçirdiyse de Tuğrul ve Çağrı Beylerin çabalarıyla yeniden birlik sağlandı.Van Gölü çevresi ile Dicle ve Fırat havzaları Selçukluların topraklarına katıldı.1038 yılında Çağrı Bey,Gaznelileri ağır bir yenilgiye uğrattı.1039 yılında Gazneli Sultan'ı Mesut ,güçlerini toplayarak Selçuklular'a yeniden saldırdı.1040 yılında Dandanakan Ovası'nda yapılan savaşta Gazneliler yenildiler.Bu zaferden sonra Tuğrul Bey Selçuklu Sultanı ilan edildi ve böylece Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun temelleri atılmış oldu.

Tuğrul Bey Gazneliler'i yendikten sonra Horosan'ı ele geçirdi.İsfahan'ı başkent yaptı.(1051) .Daha sonra da batıya doğru ilerleyerek bütün İran'ı topraklarına kattı.Bağdat'a kadar ilerledi ve Halifeyi himayesine alarak (1055) tüm islam dünyasına egemen oldu.

1060 yılında Çağrı Bey ,1063 yılında da Tuğrul Bey ölünce tahta Çağrı Bey'in oğlu Alparslan geçti.Yetenekli bir yönetici ve komutan olan Alparslan'ın atadığı beyler Anadolu'ya birçok sefer düzenledi.Anadolu'da birçok yeri ele geçirdiler.1071 Malazgirt Savaşı ile Bizanslılar yenildi.Bu zafer,Anadolu kapılarını Türkler'e açması bakımından önemlidir.

Bu tarihten sonra Selçuklu komutanlarıyla yönetimindeki orduları  Anadolu'nun fethine giriştiler.Alparslan'ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Melikşah  zamanında Büyük Selçuklular en parlak dönemini yaşadı.(1073-1092) Ülke sınırları Kaşgar'dan ,İstanbul'a, Akdeniz'den Kafkaslar'a ;Yemen ve Hint Denizi'ne kadar genişlemişti.Alparslan'ın ve Melikşah'ın ünlü veziri Nizamülmülk ve Melikşah'ın arka arkaya ölümleri bu büyük imparatorlukta yönetim boşluğu yarattı.

Melikşah'ın büyük oğlu Berkyaruk ,uzun uğraşılardan sonra hükümdarlığını ilan etti.Kardeşi Sencer'i de Horosan'a göndererek doğu eyaletlerinin yönetiminide ona bıraktı.Ancak taht kavgaları son bulmadı.1104 yılında ölünce yerine geçen oğlu Melikşah ll ,amcası Muhammet Tapar tarafından öldürüldü ve Tapar ,Selçuklu tahtına oturdu.(1105).1111 yılına kadar ülke içinde güvenliği sağlamaya çalışan Muhammet Tapar ,bu tarihten sonra da Haçlılar'la uğraştı.1118 de ölünce imparatorluk ,kardeşi Horasan Meliki Sencer ile oğlu oğlu Mahmud arasında paylaşıldı.Batı bölgesi Mahmud'a verildi.Doğuda Azerbaycan ,İran , Afganistan ,Kaşgar Sencer'in hakimiyetinde kaldı.Bu dönemden sonra devlet "Irak ve Horosan Selçukluları" diye anılmaya başlandı.Ancak bu devletin ömrü uzun sürmedi ve 1194 yılında yıkıldı.

Çağrı Bey'in oğullarından Kara Arslan Kavurd,Tuğrul Bey'in emri ile gönderildiği Kirman ve Uman bölgelerini Selçuklu topraklarına kattıktan sonra burada egemenliğini ilan etmek istemişti.Ancak çeşitli kereler isyan etmesine karşın bu isteğinde başarılı olamadı. Melik Şah'ın ölümünden sonra Kirman Selçukluların Emiri Turan Şah daha bağımsız davranmaya başladı.Daha sonra başa geçen İran-şah,Arslan Şah,Muhammet ve Tuğrul şah zamanında da bu bağımsızlık devam etti.1187 yılında Büyük Selçuklu Sultanı Sencer'e İsyan eden Oğuz reislerinden Dündar Bey Kirman'ı ele geçirerek Kirman Selçuklularını ortadan kaldırdı.

Melikşah'ın kardeşi Tacüddevle Tutuş tarafından Şam'da Kurulan Suriye Selçukluları da uzun ömürlü olmadı ve 1117 yılında Artukoğulları tarafından tarihten silindi.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu topraklarında kurulan dört Selçuklu devletinden en uzun ömürlüsü olan "Anadolu Selçuklular'ı" 1078 yılında Selçuk Bey'in torunlarından Süleyman Şah tarafından kuruldu.Başkenti İznik ilan edildi.Melik Şah Süleyman Şah'ı yok etmek amacıyla ordu göndermek istediysede  Halifenin araya girmesi ile savaş önlendi.Bundan sonra Süleyman Şah Bizanslılar a saldırarak boğaz'a kadar ilerledi.Geçen gemilerden vergi almaya başladı.Ardından Adana,Tarsus,Misis,Anazarva ve Antakya'yı ele geçirdi.1086 yılında Süleyman Şah ölünce İznik Büyük Selçuklu orduları tarafından kuşatıldı,oğulları esir alındı.1092 yılında Melikşah'ın ölümü ile Süleyman Şah'ın oğulları serbest bırakıldı.Bunlardan Kılıç Arslan l,İznik'e gelerek babasının kurduğu devletin başına geçti ve Anadolu'nun fethine girişti.Bu sırada Avrupa'dan gelen Haçlı ordularının kuşatması sonucu İznik bırakıldı Anadolu'ya geçildi.Sonunda l.Kılıç Arslan'ın oğlu Mesud l,Bizanstan geri alınan Konya'da Danişmend'li sultanı Emir Gazi'nin desteği ile tahta çıktı(1116).

Bunu izleyen yıllarda Anadolu Selçuklular’ı, Danişmentliler güçleriin birleştirip Bizans'a savaş açmış alınana zaferler sonucu Avrupa korkuya kapılmış toplanan ll.Haçlı ordusu Ceyhun ve Yalvaç'ta yenilmesi sonucu Sultan Mesud ile Anadolu Selçukluları'nın gücü pekişmiş oldu.1156 yılında ölen Mesud'un yerine oğlu Kılıç Arslan ll hükümdar oldu.Danişmentliler Ermeni ve Bizanslılar ile yaptığı savaşlarda Kılıç Arslan ll düşmanlarını geri çekilmeye zorladı.1162 yılında İstanbul'a giderek İmparator Manuel ile bir anlaşma yaptı ve batı sınırlarını güvenceye aldı.bundan sonra doğuya seferler düzenleyerek Danişmentlileri ortadan kaldırdı.Selçukluların güçlenmesinden kuşkulanan Bizans topladığı 100.000 askerle Myriokephalon Ovası'nda Selçuklulara saldırdı.Ağır bir yenilgiye uğradı.(1176).

Anadolu  Selçuklu Devleti Xlll .yy'ın ortalarına kadar güçlü bir devlet olarak hüküm sürdü.Kılıç Arslan ll den sonra tahta sırasıyla ;Gıyaseddin Keyhusrev l,Süleyman Şah,Kılıç Arslan lll,Gıyaseddin Keyhusrev ll ,İzzeddin Keykavus,Alaeddin Keykubad geçti.Alaeddin Keykubad dönemi Anadolu Selçukluları'nın siyasi,askeri ve ekonomik olarak en parlak dönemidir.1237 yılında öldüğünde yerine geçen oğlu Gıyaseddin Keyhusrev ll,  başarısız bir imparatordu. Bu dönemde Selçuklular hızla gerilediler.Baba İshak isyanı Moğol akınları,Ardından İlhanlı istilası artık  dağılmayı sağlarken yer yer Moğollara karşı direnen  Anadolu daki beyler Anadolu Türk  Beyliklerinin temelini oluşturdu.

Ordu Teşkilatı : Selçuklu ordusuna Emir-ül ümera veya beylerbeyi komuta ederdi. Ordu : Hassa birlikleri, ıkta askerleri, uç kuvvetleri ve bağlı beyliklerin kuvvetlerinden ibaretti.

Türk Denizciliği : İlk Türk denizcisi Çaka Bey'dir. İzmir’de kendi adıyla bir beylik kurdu. Bizans'ta esir iken kazandığı deneyimler sayesinde güçlü bir donanma meydana getirdi (1081). Ege adalarını hakimiyet altına aldı. Bizans donanmasını yenilgiye uğrattı. 1. Kılıç Arslan tarafından öldürül­dü.

Türkiye Selçuklu Devleti zamanında kıyılar Bizans, Ermeni, Rum ve Latin kralların hakimiyeti altında idi. 1. İzzeddin Keykavus Sinop’u, 1. Alaaddin Keykubat Alanya'yı ele geçirdi. Buralarda tersaneler kuruldu. 1. Alaaddin Keykubat döneminde ilk deniz aşırı sefere çıkıldı. Kırım'da Sudak alındı.

Beylikler döneminde kıyılar ele geçirildi. Kurulan donanma ile Ege, Karadeniz ve Akdeniz'de fe­tih hareketleri başladı. Bizans ve Haçlılarla mücadele edildi. Aydın oğlu Umur Bey, donanması ile Ege denizine hakim oldu. Başarıları üzerine bir Haçlı donanması hazırladı. Donanması yok edilen Umur Bey'in denizlerdeki etkinliği sona erdi.

Menteşe oğulları, Hamit oğulları, Saruhanoğulları ve Karesi oğulları Ege denizinde; Candaroğulları, İsfendiyar oğulları ve Pervane oğulları Karadeniz'de faaliyette bulundular. Kurdukları donanma

Ekonomik Hayat : Ülke topraklarının mülkiyeti devlete aitti. Bu nedenle çiftçi elde ettiği ürün üzerinden devlete öşür vergisi öderdi. Devlet, tarımın gelişmesi için gerekli her türlü önlemi almıştı.

Sultanlar. ticaretin gelişmesi için her türlü tedbiri aldılar. Kervanlardan toplanan vergiler önemli bir gelir kaynağı idi. Malları zarara uğrayan tüccarların mallarının bedeli devlet tarafından karşılandı. Kervan yolları üzerine, kervansaraylar yapıldı. Tüccarlar, ücret ödemeden buralardan yararlandılar. Şehirlerde satılan malların cinsine göre pazarlar oluş­turuldu. Bu önlemler sayesinde ülke ekonomisi ol­dukça ileri bir düzeye ulaştı.

Fikir Hayatı : XI,. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli gelişmeler oldu. Bunda doğudan gelen ilim ve sanat adamlarının etkisi büyük oldu. Sul­tanlar fikir hayatının gelişmesinde önemli roller oy­nadılar. II. Kılıç Arslan'dan itibaren Anadolu'nun bir­çok yerinde medreseler açıldı. Medreseler, ilim ve eğitim merkezleri haline getirildi. Medreselerde eğitim parasızdı. Öğrencilerin ihtiyaçları ve müderrislerin maaşları vakıflar tarafından karşılanırdı.

Edebiyat, divan, halk ve tasavvuf edebiyatı olarak gelişti. Halk edebiyatında Yunus Emre, divan edebiyatında Hoca Dehhani, tasavvuf edebiyatında Mevlana önemli eserler yarattılar.


 

 



 

 


 

Gazneliler Devleti



Sebüg-Tegin tarafından 969 da kurulmuştur. Başkentleri olan Afganistan'daki  Gazne kentinin adı ile anılırlar.Kurucuları,Alp Tigin'dir. Samanoğulları hizmetinde bulunan bir Türk komutanı olan Alp tigin , Samanoğulları hükümdarı ile arası açılınca Gazne Kentini kuşattı ve burayı ele geçirerek Gazne Devleti'ni kurdu.Alp Tigin ölünce yerine  oğlu Ebu İshak İbrahim Geçti.Ancak ordu komutanları Sebüg -Tegin ile Bilge Tigin de yönetime el koydu.Bilge Tigin Gazne'de Sebük Tigin  de Ferdinan'da egemenliklerini  güçlendirdiler. Sebük Tigin 977 de ölünce Gazne hükümdarı olan Mahmud ,İslam dünyasında asker ve siyasi etkinlikleriyle büyük ün kazandı. Hem İslam dini ve hem de Sünni mezhebinin savunmasını yapan Gazneli Mahmud , egemenliğini batıda İran yaylası'na doğru genişletti.Hindistan'a yaptığı seferlerle bu ülkede İslamiyet'in gelişmesinde önemli bir rol oynadı.


 

Gazneliler'in parlak devri  Mahmud'un ölümüyle son buldu.İki oğlu arasındaki taht kavgaları Mesud'un Gazne'yi alması ile sonra erdi. Mesud şiddet yanlısı ve içkiye düşkün bir hükümdardı.Selçuklular'ın saldırılarına karşı koyamayarak 1040 ta büyük yenilgiye uğradı.Daha sonra öldürüldü. Mesud'un oğlu Mevdud,Gazne'ye hükümdar oldu. Mevdud,hükümdarlığında Selçuklu saldırılarına karşı koymaya çalıştı.Geçici de olsa bu saldırıları durdurdu.Gazne Egemenliğinde bulunan Afganistan yerlileri Gur'lular bağımsızlıkları için ayaklandılar fakat bu ayaklanmaları  bastırıldı.


 

Mevdud'un ölümünden sonra Gazne Devleti'nde taht kavgaları uzun süre sürdü.Sonunda Mesud'un oğlu Ferruhzad hükümdar oldu.Ülkede düzeni sağlayıp Selçuklu akınlarını durdurmayı başardı.


 

Ferruhzad ölümünden sonra yerine geçen oğlu  İbrahim Selçuklular la barış imzaladı.Oğlu Mesud'u Melik Şah'ın kızıyla evlendirdi.Hindistan'a saldırarak Ganj ırmağına kadar olan yerleri ele geçirdi. Aslen Afganlı olan Gur hükümdarı Cihansuz'un Gazne'yi yakması , Gazneli Sultanı Husrev Şah'ın devlet merkezini Lahor'a nakletmesi ve burasının da gurlu Muiziddin Muhammed tarafından zaptedilmesi sonucu 1187 de yıkılmıştır.

Tuharistan ,Gur Bölgeleri ,Harezm,Doğu Afgasnistan,Güney Batı İran,bütün Kuzey Hindistan'ı içine alan  sahada hüküm sürmüştür.

Gazneli Mahmut bilime önem vermesi yanında Son derece adaletli kanun önünde herkesi eşit sayan cesur bir komutandı.
 

Gazneliler sanatı özellikle Gazneli Mahmut zamanında (997-1030) gelişmiştir. Gazne sarayı bir dönemde sanatçıların ve bilim adamlarının toplandığı yer olmuş,Firdevsi Şehname'sini burada bitirerek Gazneli Mahmut'a sunmuştur.(1010).Ünlü coğrafyacı Biruni'de son yıllarında burada  yaşamış ve ölmüştür. Benzersiz saraylar ve camilerle donanmış olan Gazne kentinde ki bu görkemli yapılardan günümüze çok az kalıntı ulaşmıştır.


 

Güney Kasarı'nın Güneyindeki  Leşker'i Bazar Ulu camisi'ndeyse mihrap önü kubbesinin önem kazandığı ,çok ayaklı camilerin gelişmiş bir örneğiyle karşılaşılmaktadır.(Xl.yy.'ın ilk yarısı) Mihrap duvarına koşut,enine gelişen iki sahınlı ve iki sahın genişliğindeki  mihrap önü kubbeli cami planı , daha sonra Büyük Selçuklular la İran'da Artuklular'la Anadolu'da ve Memluklular'la Mısır'da uygulama alanı bulmuştur.


 

Gaznedeki sanat tarihi açısından tartışmalı iki yapıttan biri olan Mesut lll anıtının (1114) son araştırmalara göre minare olduğu sanılmaktadır.Alçak bir kaide üzerinde sekiz köşeli yıldız biçimindeki anıt,Kufi yazıtlı  kuşaklarla süslüdür.Daha eski olduğu düşünülen ve Gazneli Mahmut dönemine tarihlendirilen ikinci anıtın ise J.Sourdel Thomine'nin incelemeleriyle Behram Şah'a ait olduğu anlaşılmıştır.(Xll.yy.ilk yarısı )


 

İtalyan arkeologlar Bombacı ve Scerrato yönetiminde Gazne'de başlatılan kazılarda,(1957) Mesut lll ün sarayı ortaya çıkarılmıştır.Yazıtına göre 1112 de bitirilen bu sarayda dört eyvanlı avlulu plan bulunmakdadır.Avluyu çevreleyen tuğla duvarların üst bölümleri çeşitli renklerde pişmiş toprak ve stuko ,alt bölümleriyse işlemeli mermer levhalarla kaplıdır.


 

Delhi müzesinde bulunan Gazneli Mahmut'un türbesine ait zengin süslemeli kapı kanatları ,Gazneliler'in Ahşap oymacılığında da ne kadar ileri olduğunu göstermektedir.

 

 


 


 

KARAHANLI DEVLETİ (İlighanlar)


Kara-Han unvanını alan Bilge Kül Kadir Han tarafından 840 ta kurulmuştur, iki kardeş arasında devlet topraklarının paylaşılması sonucu 1042 de yıkılmıştır.

Balasagun, Özkend ve havalisi ile Tarun havzasının batı kısmı, Baykaş gölü, Hindikuş, Karakurum dağları dolaylarında hüküm sürmüştür.

Batı ve Doğu Türkistan'da ilk Türk İslam devletini kuran hanedan (840–1211) Ayrıca Arap kaynaklarında el Hakaniye, el Haniye, Ali Afrasiyab adıyla  da geçen bu sülale, kollarından biri olduğu Karluklar ya da Yağmalar la birlikte Uygur birliğine katıldı (744).Uygur devletinin Kırgızlar tarafından yıkılması üzerine (840) kendisini bozkırlar hükümdarı ilan eden Karluk Yabgusu, Karahanlılar devletini kurdu. Geleneksel Altay sistemine uygun olarak devlet Doğu ve Batı diye iki yönetim birimine ayrıldı. Doğu kanadının başındaki büyük kağan, tüm Karahanlılar'ın hükümdarı sıfatıyla Arslan Kara Hakan unvanını alarak Kara-Ordu'ya yerleşti. Buğra Kara Hakan unvanını taşıyan hanedanın başka bir üyesi de büyük kağanın yüce Egemenliğini tanımak koşuluyla Batı kanadının hükümdarı olarak Taraz'da oturdu.Karahanlılar'ın bilinen ilk büyük kağanı Bilge Kül Kadir Han  Bazır  Büyük Kağan sıfatıyla Balasagun , Kadir Han Oğulcak da ortak kağan olarak Taraz'dan devleti yönetmeyi sürdürdüler.

Samani hükümdarı İsmail bin Ahmet, Uzun kuşatmadan sonra Taraz kentini ele geçirince (893),merkezini Kaşgar'a taşıyan Oğulcak, Samani egemenliği altındaki bölgelere buradan akınlara başladı. Onun yeğeni ve ardılı Saltuk Buğra Han, Müslümanlığı kabul ederek İslami Abdülkerim adını aldı.(945) ve çevresine topladığı Müslüman gönüllülerle Müslüman olmayan Karahanlılar'a karşı savaştı. Saltuk’un ölümü üzerine (956) yerine geçen oğlu Musa bağlı olduğu Doğu Kağanı nı yenerek hanedanın bu kolunu ortadan kaldırdı ve tüm Karahanlı devletini İslamlaştırmayı başardı. Böylece Karahanlılar Türklerin geleneksel dini Şamanlığa son veren ilk Türk devleti oldu(960).Ali Bin Musa döneminde (975-998) onun ortak kaağnı Hasan yada Harun Buğra Han, Maveraünnehir’de Samanilerin çözülmesiyle ortaya çıkan yönetim boşluğundan yararlanarak güneye yönelip Buhara'yı ele geçirdi (992) .Ahmet Arslan Kara Han döneminde (998-1015) de Gazneli Mahmut ile birleşerek Samani devletini ortadan kaldırdı.(1005).Ceyhun ırmağı Karahanlılar'la Gazneliler arasında sınır oldu.Ahmet Arslan Kara Han ayrıca Abbasi halifesini tanıyan ilk Karahanlı hükümdarı olarak da ad bıraktı.Ağır hastalığı sırasında yönetimi ele alan ve ölünce de ardılı olan kardeşi Mansur Arslan Han döneminde (1015-1024) Horosan'ı almak için harekete geçen Karahanlı ordularının Gazneli Mahmut karşısında üst üste bozguna uğramaları üzerine hanedan üyeleri arasında anlaşmazlık çıktı.(1016).Selçukoğlu Arslan Bey ile birleşerek amcasına karşı ayaklanan Ali Tigin ,Buharayı ele geçirdi(1020) ve Mansur Arslan Han'ın ordusunu yendi (1021).Semerkand'ı da aldıktan sonra buralarda "Yığan Tigin" unvanıyla hüküm sürmeye başladı.Çok sofu bir kişi olan Mansur Arslan Han dervişliği yeğleyerek büyük kağanlıktan çekilince (1024) Ali Tigin'in ağabeyi Ahmet Togan Han tahtı zorla ele geçirdi.Ancak Balasgun (eski kara - ordu)üzerine yürüyen Mansur'un kardeşi Yusuf Kadir Han , başkente girip onu öldürttükten sonra tahta oturdu (1026).Gazneli Mahmut'la anlaşarak önce Ali Tigin'in bağlaşığı Selçukoğlu Arslan Bey'i bir hileyle ele geçirerek Hindistan'da hapse attırdı,sonra da büyük bir ordunun başında yeğeninin üzerine yürüdü.Bunun üzerine Ali Tigin bozkırlara kaçtıysa da Gazneli Mahmut ülkesine dönünce geri gelerek Buhara ve Semerkand'a yeniden egemen oldu.Yusuf Kadir Han ölünce (1032) yerine geçen oğlu Şerefeddüvle Ebu Şüca Süleyman bin Yusuf'la Kiş, Sogd ve Buharayı Ali Tigin 'in oğullarının elinden alan  Nasr İlig Han'ın  oğulları Muhammet Aynüddevle ve İbrahim arasındaki çekişme Karahanlı Devleti'nin ikiye bölünmesiyle sonuçlandı.(1041).Yusuf Kadir Han soyundan gelenlerin yönettiği Doğu Karahanlı devleti Balasagun siyasi ve askeri Kaşgar dinsel ve Kültürel merkezleri olmak üzere Talas,İsficab,Şaş,Doğu Fergana,Yedisu ve Kaşgarya'yı kapsarken;Ali Bin Musa soyundan gelenlerin (Ali Tigin Kolu)başında bulunduğu Batı Karahanlı Devleti de Buhara merkez olmak üzere Hocent'e kadar Batı Fergana ve Maverünnehir bölgelerini egemenlik sınırları içine aldı.

Doğu Karahanlı Sevleti : İlk büyük Kağan olan Süleyman Arslan Han (1032-1056),bir süre sonra anlaşmazlığa düştüğü kardeşi Muhammet'e karşı savaşırken ,tutsak düşerek hapse atıldı.Kağanlığını ilan eden Muhammet l (1056),ertesi yıl yerini büyük oğlu İbrahim l e bırakmak zorunda kaldı(1057),İbrahim de bir başka hanedan üyesi tarafından  öldürülünce (1059) Mahmut,bin Yusuf kağan oldu.Batı Karahanlılar 'la savaşan Mahmut,Seyhun (Sir Derya) sınır olmak ve Doğu Fergana kendisine bırakılmak koşuluyla onlarla bir antlaşma yaptı.Ölümü üzerine yerine oğlu Ömer geçti(1074).Ancak, Kaşgar Emiri Buğra Hasan bin Süleyman Han onu yakalatıp öldürterek tahtı ele geçirdi(1075).Müslüman olmayanlardan oluşan büyük bir orduyu bozguna uğrattıysa da  Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah Balasagun önlerine kadar gelince ,onun egemenliğini tanımak zorunda kaldı(1089) Bir süre sonra oğlu Ahmet'le Atbaşı Emiri olan kardeşi Yakup Selçuklu yönetimine karşı ayaklandılar.Hasan bu ayaklanmayı bastırdıysa da oğluyla kardeşini Melikşah'a teslim etmedi.Ancak Melikşah Balasagun'a girince (1190) ,ona bağlılığını bildirerek Ahmet'le Yakup'u Selçuklu hükümdarına teslim etti.Bu olayı böylece geçiştiren Hasan ,yine Karahanlı ailesinden Tuğrul'un eline tutsak düştü.Melikşah'ın Balasagun üzerine yürümek için hazırlığa giriştiğini öğrenen Tuğrul tarafından salıverilen Hasan ,yeniden tahtına kavuştu.Ölümünden  (1103) sonra yerine geçen oğlu Ahmet'e isteği üzerine halife el-Mustahzir tarafından hükümdarlık beratı gönderildi ve kendisine nurüddevle unvanı verildi(1105).Daha sonra Karahitaylar'ı Kaşgar kenti önlerinde kesin bir yenilgiye uğratarak (1128) batıya doğru ilerlemelerini bir süre için engelleyen Ahmet Han ,Aynı yıl içinde ölünce ,oğlu İbrahim ll ardılı oldu.Güçsüz bir hükümdar olan ve iç düşmanlarıyla başa çıkamayan İbrahim onlara karşı Karahitaylar'dan yardım istedi.Fırsatı kaçırmayan Karahitaylar , Balasgun'u ele geçirerek  onu kentten kovdular.Böylece Karahitaylar'a bağlanan Doğu Karahanlı Devletini'nin Başkenti Kaşgar oldu.Karahitaylar'a karşı ayaklanan Karlukların üzerine gönderilen İbrahim ,onlarla savaşırken öldü (1158) Ardılı olan oğlu Mehmet ll (1158-? ) ve torunu Yusuf ll yi (?- 1205) Karahitay Hakanı Gürhan'ın sarayında rehin olarak tutulan Muhamet Bin Yusuf lll izledi. Karahitaylar’ın denetiminde Kaşgar'da yaklaşık altı yıl kadar saltanat süren Muhammet lll, kentte çıkan bir ayaklanma sırasında öldürüldü.(1211).Nayman Devleti'nin kurucusu Küçük Han aynı yıl Kaşgar'ı alarak Doğu Karahanlılar'ı ortadan kaldırdı.

Batı Karahanlı Devleti :Kendisini büyük kağan ilan ederek (1041) doğu hanlığından ayrılan Muhammet Aynüddevle ölünce (1052) ardılı olan kardeşi İbrahim Börtigin Tamgaç Han ,Doğu Karahanlılar 'dan Şaş,İlak,gibi sınır kentlerini ve Fergana'nın bir bölümünü aldı.Buna karşılık Selçukoğlu Alparslan Bey 'e Hutal ile Çağaniyan'ı bırakmak zorunda kaldı(1061) durumu Abbasi Halifesi'ne şkayeti de bir sonuç vermedi.Ölünce (1068) yerine geçen oğlu Nasr l e karşı Şaş ve Tünhas Emiri Şuayb ayaklandı.Bu taht kavgasını Nasr kazandıysa da iç karışıklıktan yararlanan Doğu Karahanlılar İbrahim l' in ele geçirdiği yerleri geri almayı başardılar.Sonuçta bir barış yapıldı.Öte yandan, artık Selçuklu Hükümdarı olan Alp Arslan'ın Maveraünnehir seferi ,ölümü üzerine yarıda kalınca ,durumdan yararlanan Nasr,Tirmiz'i ele geçirdi.(1072).Selçuklu hükümdarı Melikşah Babasının ölümüyle ortaya çıkan taht kavgalarını kazandıktan sonra Tirmiz'i alarak Semerkand üzerine yürüdü (1074).Karşı koyamayacağını anlayan Nasr ,Selçuklu veziri Nizamül Mülk aracılığıyla barış istedi.Melikşah onu affettiği gibi   iki hanedan arasında akrabalık kurdu.Nasr'ın kardeşi ve ardılı olan Hızır'ı (1080) öldürten oğlu Ahmet l babasının yerine geçti.(1081).Ahmet bin Hızır'ın İsmaili mezhebini benimsemesi sonucu onunla anlaşmazlığa düşen ulema , Sultan Melikşah'tan yardım istedi.Buhara ve Semerkan'ı ele geçiren Melikşah ,Ahmet Han 'ı da tutsak alarak yanında İsfahan'a götürdü (1089).Ancak Karahanlı ordusunun temelini oluşturan Çigiller ayaklanarak Melikşah’ın Semerkant Valisini kovdular ve doğu Karahanlı soyundan Yakup'u Kağan ilan ettiler.Melikşah yeniden Semerkant üzerine yürüyünce Yakup ,Fergana'ya kaçmak zorunda kaldı.bir süre sonra Melikşah , kendisine bağlanması koşuluyla Ahmet'e tahtını geri verdi.Ulema tarafından zındıklıkla suçlanan Ahmet,açık bir yargılama dan sonra idam edildi.(1095).Onun yerine tahta Selçuklular'a bağlılığıyla tanınan Mesut bin Muhammet l geçirildi.Onun ölümüyle (1907) boşalan tahta Selçuklu Sultanı Berkyaruk ,art arda iki hükümdar atadı.Süleyman bin Davut (1097) ve Mahmut l (1097-1099) yine Berkyaruk 'un atadığı Cibrail Bin Ömer Mahmut'u öldürterek ardılı oldu ve Selçukluların fetret döneminden yararlanarak Horasan'ı ele geçirmek için harekete geçti.Ancak Horasan valisi Şehzade Sencer,Karahanlı ordusunu yendi ve tutsak düşen Cibrail 'i idam ettirdi.(1102).Kazandığı zaferden sonra Maveraünnehir'i yeniden düzenleyen ,Sencer dayısı olduğu Muhammet ll yi Batı Karahanlı tahtına oturttu (1102).Bazı hanedan üyelerinin ülkede çıkardığı ayaklanmaları Sencer'in yardımıyla bastıran Muhamet ll ,daha sonra kendisi dayısına karşı ayaklanınca , Semerkand'a girip yeğenini tahttan indiren Sencer,onun oğlu Ahmet ll yi tahta çıkardı (1129) ve eski kağanı da yanına alarak Merv'e götürdü.Ahmet ll ninde direniş hareketini sürdürmesi üzerine onu da tahttan indiren Sencer (1130) Batı Karahanlı  tahtına sırasıyla Hasan bin Ali'yi (1130-1132 )İbrahim ll yi (1132-1132) ,Mahmut ll yi (1132-1141) geçirdi.Karahitaylar'la savaşan Mahmut ll ,ağır bir yenilgiye uğradı ve Semerkand'a kaçarak canını zor kurtardı.Anlaşmazlığa düştüğü Karluklara karşı Sencer'den yardım isteyince Karluklar da Karahitaylar’a başvurdular. Karahitaylar’a karşı yapılan  Katvan Savaşı'nda(1141) bozguna uğrayan Mahmut'la Sencer, Horosan'a kaçtılar. Tüm Maveraünnehir'i istila eden Karahitaylar, Mahmut'un kardeşi İbrahim III'ü kendi denetimleri altında kağanlığa getirdiler (1141). Karahıtaylar'a bağlanan ülkede İbrahim, ayaklanan Karluklarla yaptığı Kellebaz savaşı sırasında ölünce(1156), Ali bin Hasan ardılı oldu. Karluklara karşı başarılı savaşlar yapan Ali, Başbuğları Yabgu Hanı öldürerek bu ayaklanmayı bastırdı(1158). Bölgede yeni bir güç olan Harizmşahlar'la iyi ilişkiler kurdu. Ali'nin ölümü üzerine (1161) yerine geçen kardeşi Mesut II, Karluk ve Oğuzları denetim altına alarak ülkede birlik ve düzeni yeniden kurdu. Onun ardılı olan İbrahim IV (1178-1204), hükümdarlığı süresince Karahıtayların boyunduruğundan kurtulmak için çaba gösterdiyse de bunu başaramadı. Oğlu ve ardılı Osman, iki büyük güç olan Karahitaylar’la Harizmşahlar arasında bazen arabuluculuk yaparak, bazen de birbirlerine karşı düşmanlık duygularını körükleyerek ülkesinin çıkarlarını kollamasını ve bir ölçüde Karahıtayların denetiminden sıyrılmasını bildi. Önce karahıtay kağanı Gürhan'ın kızıyla evlenmek istedi. Kağanın kızını kendisine vermeyi reddetmesi üzerine Mehmet Harizmşah adına hutbe okuttu ve para bastırdı. Bunun üzerine saldırıya geçerek Harizmşah ordusunu yenilgiye uğratan Karahıtaylar, Maveraünnehir'i istila ettiler (1207). Osman affedildi ve daha sonra Gürhan'ın kızıyla evlendi(1209). Ancak, Karahitaylar’a bağlılığı kısa sürdü. Yeniden anlaştığı Mehmet Harizmşah'ın kızıyla evlendiyse de (1210) onun egemenliği altına girmeyi reddetti. Ayrıca Semerkand'daki Harizmliler'in bölümünü kentten kovdu, bir bölümünü de öldürttü. Karahıtayların çöküş dönemine girmesinden de yararlanan Mehmet Harizmşah, Semerkand'ı ele geçirip aldığı damadı Osman'ı öldürterek Batı Karahanlı devletine son verdi(1211).

Fergana krallığı. Karahitaylar’ın istilası üzerine (1141) Fergana bölgesinde başkenti Özkent olan bağımsız bir Karahanlı devleti kuruldu. Ali Tigin soyunun bir kolundan gelenlerin yönettiği bu kağanlığın hükümdarları Tuğrul Kara Hakan unvanını taşıdılar. Fergana kağanlığı da Harizmşahlar tarafından ortadan kaldırıldı.(1212).

Sanat: Karahanlılar’dan kalan en eski yapılar (X.yy.) kerpiçten tuğla minareye geçişi göstermeleri açısından önemlidir. Buhara’dan yaklaşık 40 km uzaklıktaki Hazar kentindeki Degaron Camisi'nde (Xl.yy) kerpiç tuğlayla birlikte kullanılmıştır.Cami aynı zamanda planı ve imarlığındaki gelişmişlikle de  dikkati çeker.İnce ,yuvarlak sütunlar üzerinde dört sivri kemere oturan kubbe,yanlarından tonozlarla çevrilmiş,köşelere kubbecikler yerleştirerek merkezi plan elde edilmiştir. (Xl.yy'da Osmanlı mimarlığında dört yarım kubbe ve orta kubbeden oluşan merkezi plan yaygın biçimde kullanılmıştır. Duvarlar kerpiçten sütunlar ve orta kubbeyi taşıyan kemerler tuğlalardandır. Xı-Xll yy.larda tuğla mimaride büyük bir gelişme görülür. Eski Merv 'den 30 km uzaklıktaki Talhatanbaba camisi (Xl.yy.sonu,Xll.yy.başı artık tümüyle tuğladandır.bu yapı da ilginç bir plana ve mimari ye sahiptir.Dikdörtgen planlı cami ,yanlara doğru çapraz tonozlarla genişlemiş tek bir kubbeyle cami denemelerinde benzer uygulamalara rastlanır.)Cepheler çeşitli biçimlerde düzenlenmiş tuğla örgülü nişlerle zenginleştirilmiştir.Bu bezemeler daha sonraki Karahanlı eserlerine öncü olmuştur.Ön cephelerdeki kemerli üç açıklıkta ve mihrap nişinde de benzer bezemeler kullanılmıştır.Buhara'daki Muğakattari camisi Xll.yy.dan kalma bir Karahanlı camisinin yerine yapılmıştır.İçinde ilk camiden kalma dört sütunun yerleri görülebilir,ayrıca hafif sivri kemerli anıtsal G.Kapısı bitkisel ve geometrik motiflerle yazının uyumlu bir biçimde kaynaştırılmasından oluşan bezemeler de karakteristiktir.Taçkapıyı çevreleyen geometrik motifli kuşaklar,birbirini kesen sekizgenler Karahanlılar'ın mimari süslemelerinde önemli rol oynamış ,daha sonra Gazneliler'e Büyük Selçuklulardan Anadolu Selçukluları'na ve Osmanlılara geçmiştir.Cami iki sırada altı sütunla ayrılmış üç sahınlı planıyla Karahanlı mimarlığının en gelişmiş olduğu Xll yy.'a tarihlendirir.Buhara'daki Muhammet bin Süleyman Arslan Han dönemi  camilerinde biri de Mescidi Cuma'dır.(Xll.yy başları) .Kelan camisi ise Şeybaniler zamanında yenilenmiştir.(XVl.yy.ilk yarısı ) yalnızca Buhara'nın simgesi haline gelen ,yukarıya doğru incelen ,on üç kuşaklı silindirik minaresi eski yapıdandır.Tüm kuşaklar geometrik motiflerle kaplıdır.Sivri kemerlerle çevrili ,mukarnas konsollu şerefesinin de  özgün olduğu sanılmaktadır.Bu minarenin öncüsü ,Özkentteki XL.yy.dan kalma minaredir.Dehistandaki Meşhedi Misriyan minaresi de (1102) benzer biçimdedir ancak süslemeler farklıdır.Buhara'nın kuzeyindeki 1198 tarihli Vakbend minaresiyse Kelan minaresinin kopyası gibidir.Arslan Han döneminde , Buhara'nın dışındaki Firdevs Bahçesi yalnızca mihrap duvarı bulunan bir musalla haline getirildi.Mihrap kırmızımsı sarı renkte ,küçük parlak tuğlalardan örülmüş geometrik Küfi yazılarla süslüdür.Tirmiz yakınındaki Çar Kurgan'da  bir Karahanlı camisinden kalmış tuğla minare vardır(1108/1109) .Sekizgen kaide üzerinde ,onaltı yivli gövdenin üst kenarı ,geniş bir ayet yazısıyla çevrilidir (yivli gövdeli minare ve kümbetlere daha sonraki Türk yapılarında da rastlanır,Antalya da Yivli minare,Erzurum’da Çifte Minareli Medrese, vb.)Türkistan da ki camilerde de kerpici ve alçı süslemeyi ilk kez Karahanlılar kullandı.

Türk mimarlığındaki Eyvanlı Medreselerin ilk örneklerine de Karahanlılar da rastlanmaktadır. Semerkand- Şah Zinde yolu üzerinde yapılan kazılarda (1969-1972) bu yapı türünün önemli örneklerinden biri ortaya çıkarıldı.1066 da İbrahim l (Tamgaç Buğra Han) tarafından yaptırılan medrese oymalı yalancı mermer süslemelerle kaplıydı.Dört yönden tonozlarla çevrili ,küçük kubbeli girişi ,küçük eyvanların açıldığı dikdörtgen planlı avlusuyla bu yapı eyvanlı medreselerin ilk örneklerindendir.

Karahanlı Mimarlığı ,türbe yapılarıyla da ilgi çeker.Zerefşan vadisi yakınındaki Tim'de bulunan Arapata türbesi (978) Karahanlılar'dan kalan en eski eserdir.Kare planlı yapı , yonca biçimi tonoz bingilere oturan bir kubbeyle örtülüdür.Ön cephe yazı kuşağıyla çevrilmiş zengin tuğla süslemeli büyük bir Taçkapıyla belirginleştirilmiştir.Taç kapının üstünde de gene tuğla süslemeli üç niş vardır.Talas'taki (Kazakistan) Xll.yy.dan kalma Ayşebibi ve Balacihatun türbeleri ,Karahanlılar'da türbe mimarlığının gelişimini yansıtır.Kare planlı Ayşebibi türbesi ,süslü,köşe sütunlarının sınırladığı dar ve derin taçkapısıyla ön cephenin köşelerinde yer alan üstü ve altı geniş ortası dar minareleriyle dikkati çeker.Tüm ön cephe ve minareler çok çeşitli renklerde ,yıldız,haç,kare biçiminde sırlı tuğlalarla kaplıdır.Daha yalın bir örnek olan Balaci Hatun türbesiyse içten sekiz dilimli kubbe dıştan on altı yivli piramit biçimi külahla örtülüdür.Ön cephede ortada taçkapı ,yanlarda dar uzun nişler vardır.Fergana vadisinin Doğusundaki Özkent'te de Karahanlı türbe mimarlığının üç önemli örneği bulunmaktadır.Ahmet Arslan Karahan'ın (Nasr bin Ali) türbesi (1012) Hüseyin Bin Asan'ın (Celalettin Hüseyin) türbesi (1152) ve Muhammet l in (Muhammet bin Nasr) türbesi (1187),Ahmet Arslan Karahan'ın türbesinin tonoz bingilerinde geometrik kompozisyonların yanı sıra ilk kez stilize bitki motifleriyle karşılaşılmaktadır.Dört duvara oturan tonoz bingili bir kubbeye örtülü olan Hüseyin bin Hasan'ın türbesiyse ön cephesi  ve dış görünümüyle Türk türbe Mimarlığında çığır açan bir yapısıdır.Sivri kemerli taç kapısı geniş geometrik bordürlerle çevrilmiş yanlara birer yuvarlak sütun yerleştirilmiştir.Taç kapı kemerini kaplayan nesih yazıtta ,ilk kez Rumiler görülür.Alınlık ta Rumiler , lotus ve palmet motifleriyle doldurulmuştur.Muhammet l e ait olan üçüncü türbede dikey çizgiler egemendir.,ancak cephe mimarisi ve süslemeleri  ötekilerle benzerdir.Dönemin önemli türbelerinden biri de Fergana'nın Kuzeyinde Sefid Bulan'daki Şeyh Fazıl Türbesi'dir.(Xll.yy. ortaları).Tümüyle tuğladan yapılmış 14 metre yüksekliğindeki türbe,kübik bir gövde üzerinde ,sekizgen bir kat ve üç basamak halinde konik bir çatıdan oluşur.Dış cephelerinin yalınlığına karşılık ,içi yalncı mermer süslemeler ve küfi yazıt kuşaklarıyla kaplıdır.Türk kervansaraylarının en eski örnekleride Karahanlılar dönemindedir.Bunlar arasında Ribati Melik (1078/1079) Dahistan kervansarayı(Xl.yy) , Akçakale Kervansarayı (Xl.yy ) ,Dayhatun Kervansarayı (Xl.yy.sonları),Kutlutepe Kervansarayı (Xl.yy.sonu Xll.yy.başı) sayılabilir.Bu kervansaraylar daha sonra Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Mimarlığında geliştirilen Sultan Hanlarının öncüleidir.

Karahanlılar'ın yazlık merkezleri Tirmiz kentinin eski kesiminde bulunuyordu. Uzun süren araştırmalar sonucunda bu kesimde yedibin metrekarelik bir alanı kaplayan büyük bir saray külliyesi ortaya çıkarıldı. Asıl saray bölümü dört eyvanlı orta avlulu, masif duvarlı kare planlı bir yapıydı. Sivri kemerli taç kapının karşısındaki eyvan görkemli bir taht salonu olarak düzenlenmişti. İki katlı yüksek ve geniş bir mekân olan bu salonun üç yanı alçak koridorlarla çevriliydi. Duvarların ve payelerin tuğla kaplamaları çok zengin süslemeliydi Xll. yy.da tuğla kaplamalar yalancı mermerle sıvanmaya başladı. Gazneli hükümdarı Behram Şah zamanında elden geçirilen saray Moğol yağmalamasından sonra terk edildi.

EDEBİYAT : Uygur hanlığının varisi sayılan Karahanlı devletinde edebiyat dili Uygur-Karluk ve Oğuz - Kıpçak dillerine dayanıyordu.Edebiyatın biçim,tür ve nitelikleri ise büyük ölçüde Arap ve İran edebiyatlarından etkilendi.Bozkır kültüründen geçiş aşaması olan bu dönemin en önemli  yapıtları Kaşgarlı Mahmut'un DivanüLügat it Türk'ü ile Yusuf Has Hacip'in Kutadgu Bilig'idir.Karahanlı dönemi Türk ağızlarının zengin bir sözlüğü olan Divanü Lügat it Türk,Türk boylarının folklorunu yansıtan bir kaynak ve bir halk edebiyatı antolojisi niteliğini taşır.Yazar bütün Türk illerini ve bozkırlarını dolaşarak Türk ,Türkmen,Oğuz,Çİigl,Yağma,Kırkız boylarının edebiyatlarını bütün incelikleriyle derlediğini belirtir.Sözcükleri açıklarken dörtlüklerden oluşan hece vezniyle destan ,ağıt,lirik şiir türünde örneklere ,atasözlerine yer verir.Sergilediği anonim ürünler arasında tek şair olarak da Çuçu'nun adını anar.Kutadgu Bilig aruz vezniyle ve mesnevi ,kaside gibi İslam edebiyatının ortak biçimleri kullanılarak yazılmıştır.Devlet yönetimi İslam dini ilkelerine uygun biçimde iyi insan olmanın yollarını ,ahlak kurallarını konu edinir.Yer yer toplumsal yaşamı ,kurumları,folkloru,inançları dile getirir.Yügnekli Edip Ahmet'in Atabet ül Hakayık'ı da İslam dini etkisinde yazılmış dinsel öğretici manzum yapıtlardandır.Anadan doğma kör olduğu bilinen yazar aruz vezniyle söylenmiş dörtlüklerden oluşan bu yapıtında bilgi,cömertlik,alçak gönüllülük,iyilik,erdem,dinsel inançlar gibi konuları ele alır.Ahmet Yesevi'nin tasavvuf düşüncesiyle temellenen Divan-ı Hikmet'i bazıları aruz,bazıları hece,vezniyle söylenmiş şiirlerden oluşur.Karahanlı dönemi edebiyatından günümüze kalan metinler sözlü halk edebiyatından İslam dininin benimsenmesinden sonraki edebiyata geçiş döneminin ürünleridir.bu yapıtlar dindışı konuları henüz işlemeye başlamamıştır.bunlar genel nitelikleriyle didaktik dinsel tasavvufi ürünlerdir.


 


 

 


 


 


 

Uygur Devleti



En eski Türk devletlerinden biri olan Uygurlar    Kutluğ Kül Bilge Kağan tarafından 745 te kurulmuş,dahili karışıklıklar ,manihaizimin ,tesirleri ,Kırgızlar'ın istilası ile 840 ta yıkılmıştır.

Ortaçağ da gelişmiş bir uygarlık kuran Uygurlar ,önceleri Kuzey Moğolistan'da yaşıyorlardı.Hun İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Göktürkler'in buyruğu altına girdiler.Daha sonra da onlara karşı ayaklanarak 740 ta bağımsız bir devlet kurdular.Öteki Türk boylarını egemenlikleri altına alarak güçlendiler.Uygurlar  Çinlilerle de ilişki kurdular.lX.yy.ın ortalarında Tibetlilerle Kırgızların saldırısına uğrayarak yıkılan Uygur Devleti ortadan kalkınca ,Uygurlar Batıya göç ederek (840) küçük,dağınık devletler kurdular.Sonunda bütün Uygurlar , Cengizhan zamanında Moğolların egemenlikleri altına girdiler.Böylece son Uygur devleti de ortadan kalktı (1212).O zamandan beri bir daha bağımsız olamayan Uygurlar , bugün Çin'in kuzey batısında ,Çin egemenliği altında yaşamaktadırlar.

Uygurlar  Yenisey kaynakları,Çu-Talas havalisi ,İç Asya ve Kerulen'a kadar olan sahaya   yayılmıştır.

Uygurlar sanat,yapı,yönetim işlerinde ileri bir uygarlıktılar.14 harfli bir alfabe kullanırlardı.Budha dinine bağlıydılar.Uygur fikir adamları Arapça ve Hintçe den çeviriler yaptılar.Uygurlardan kalan en önemli yapıt Yusuf Has Hacip'in "Kutadgu Bilig" (Mutlu olma bilgisi ) adlı eserdir.

UYGUR DEVLETİ (745-840)

Kurucusu: Kutluk Bilge Kül Kağan’dır.

Başkenti: Karabalgasun’dur.

Hükümdarları:

  • Kutluk Bilge Kül Kağan
  • Moyen- Çor Kağan
  • Bögü Kağan’dır.

Özellikleri

  • İslamiyet’ten önceki Türk devletinin arasında ilk defa göçebe hayat tarzından yerleşik hayata geçerek tarım ve ticaret faaliyetleriyle uğraştılar.
  • Türk tarihinde ilk defa şehir ve kasabalar kurarak, ilk Türk mimari eserlerini meydana getirdiler.
  • Çinlilerle ilişkileri sonucunda kağıt ve matbaayı kullandılar.
  • Kendine özgü Uygur Alfabesi’ni kullandılar.

Yıkılış Sebebi

  • 839 yılında meydana gelen kıtlık, açlık, şiddetli soğuklar ve salgın hastalıklarla devletin zayıflaması
  • devletin zayıflamasından yararlanan Kırgızların akınlarını arttırmaları
  • 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkıldılar. Devleti yıkılan Uygurların bir kısmı çeşitli yerlere göç ederek yerleştiler. Uygurlar, XII. Yüzyıl başlarında Moğolların egemenliğine girdiler.

“  Uygurlar, Moğol egemenliğinde yaşarken Araplarla Çinliler arasında yapılan Talas Savaşı (751)’ndan  sonra Müslüman olmuşlardır.”

“ kültür ve medeniyet yönünden Moğolları etkileyen Uygurlar, Moğollardan bir kısmının Türkleşmesini sağladılar.

Devlet - Saray hayatı :

Çağın en ileri  ve aydın ülkesi idiler.Hanlığa hukuki esaslara dayanan devlet adı verdiler.Hukuk devleti vücuda getirdiler.Yabancı ellerde yaşayan Türk kolonileri için koruyucu kanunlar çıkardılar.Devlet idaresinin yürütülmesinde memurlar ,vekiller ve çeşitli mansuplar oluşturdular.Saray hayatını ,düzenli merasimleri tanzim ettiler.Han ve saray halkının yakarıcı sefirleri karşılama vazifeleri de düşünüldü.

Fikir Hayatı :

Yüksek seviyedendi.Uygur saraylarında yerli yabancı tarihçiler ,alimler,şairler,sanatkarlar,nakkaşlar,musikişinaslar himaye gördü.Mürebbilerin ders verdikleri ,kütüphaneler kurdukları Çin gezginlerince belirtilir.Uygur şehzadesinin kopuz çaldığı ,manzum bir edebiyatın varlığıda unutulmamalıdır.

Uygurlar lX.yy. dan beri yüksek bir kültür gelişmesi geleneğini kurdular Xll.yydan itibaren Orta-Asya Türk Moğol halklarının kültür terbiyesini üstlendiler.

Son yarım asır içinde Uygur Hanlığı merkezi olan Hoço ve İdikut şehri harebelerinde yapılan kazılarda Budist,Manihey ve Hristiyan mabetlerinde çok sayıda malzeme elde edildi. Malzemeler Uygur dili ve edebiyatının azametini belirtmeye yeter.Çoğu da dinlerden yapılan tercümelerdi.Azı orjinal olmak üzere tabiata ,astronomiye ve edebiyat nevilerine ait tercüme vesikalar idi.Hatta Orjinali elde olmayan ,Tibetçe'den çevrilen Uygur hükümdarlarından birinin çevre memleketlerden  bilgi edinmek amacıyla gezen memurların bir seyahatnamesi de vardır.

Çoğu malzemeler çeviridir.Uygurca bu yüzden Uygur dil adını da almıştır.Uygurca'ya İran,Hind ,Sağa ,Çin ,dillerinden kelimeler girdi.Bunlar daha sonra mürebbi Uygurlar tarafından Moğolca'ya da eklenmiştir.Tabiatıyla Uygurca'ya  Dini ve  Ticari münasebetler vasıtasıyla pek çok kelime girmiştir.

Uygurların Alfabeleri :

Uygurlar muhtelif alfabeler kullandılar.Rum,Brahma,Tibet,Süryani,Soğa,Uygur,Mani alfabeleridir.

Hind harleriyle Budizm dinine ait Türkçe metinler Avrupalı bilginler tarafından bulunmuştur.629 yılında bu hurufati terkle milli Soğa alfabesi Budist Uygurlarca kullanılmıştır.Daha sonra Mani dinine mensup olanlar Mani,Hristiyan Uygurlar da Süryani alfabesini kullandılar.

Soğal alfabesini Türkler ilkin Kara Balgasun abidesinde kullanmıştır.Bu abide 825-832 yılına kadar egemenlik süren Uygur halkının onuruna kazınmıştır.Bu harfler önce Uygur hurufatı sayıldı.F.W.K. Müller ise Soğa alfabesi olduğunu ortaya koymuştur.Soğa harfleri Uygu harflerinin bir eşidir.Soğa alfabesinin olgunlaşması da Uygur hurufatıdır.Soğaların ticari hayatı etkili olmuştur.

Soğa harfleri 22 işarettir.Arami alfabesine yakındır.Üç işaret de noktalama işareti olarak kullanılmıştır;belki Soğa alfabesinin kaynağı Arami harfleridir.

Uygur Harfleri

Menşei Arami >soğa>Uygur alfabesi olan bu hurufatı Uygurlar ,müstakil bir devlet olunca Vlll.yy.ilk  yarısında kullandıkları birkaçı dışında hepsi bitişik yazıldı.Göktürk alfabesine göre Uygur Alfabesi daha az işaretlidir.Yarı sedalı sese tekabül eden (y) nin dışında 18 işaret bulunur.

Uygurca 'da ünlüler için üç işaret ;ünsüzler için 15 işaret kullanılmıştır.

Uygur harflerine ilk temas eden Xl.yüzyılda Kaşgarlı Mahmut olmuştur.Uygur hurufatı Türk hurufatı diye adlandırılır.Alfabeyi sırasıyla gösterir.

UYGUR DEVRİNİN GENEL KARAKTERİ

Uygur Kağanlığı Gök-Türk Devleti’nin sahip olduğu mirasın üzerine kurulduğu için bu devletin, yani bozkır kültürünün geleneğini sürdürüyordu. Ancak, zamanla Çinlilerle fazla yakınlaşma ve Manihaizm’in girmesi hayat tarzını eskisine göre değiştirmelerine sebep olmuştur. Soğdluların devlet mekanizmasında yer alıp etkili olmalarının da bunda rolü vardı. Uygur Devleti Dokuz Oğuz boyları üzerinde yükselmişti; halk unsurunun esası onlardı. Zaten, diğer kalabalık Karluk ve Türgiş gibi boylar Orta Asya’nın batısında Sır Derya, Çu, Talas ve ili gibi ırmakların havzalarında yoğunlaşmışlardı.

Nitekim Dokuz Oğuz tabiri Çin kaynaklarında doğudaki Töles boylarına verilen addır ve ilk defa 627 yılında kullanılmıştır. Bunun yanında Uygurlar kendi içlerinde on kabileden oluşuyordu. İlk hanedanın adı Yaglakar kabilesinden geliyordu ve 795’e kadar bu durum devam etti.

Uygur Kağanlığı’nın sınırları doğuda Moğol kökenli Shih-weilere kadar uzanıyordu. Diğer taraftan batıda Altaylar, Çin’de Kansu-Ordos’a kadar olan bölge, Gobi çölünün güneyi ve Beşbalık-Turfan havzası sınır sayılabilirdi. Ancak bu yöndeki sınır Tibetlilerin baskıları yüzünden bazen elden çıkıyordu Beşbalık’taki Kağan Fu-t’u kalesi bir ara Karlukların eline geçmişti.

İkinci hanedandan itibaren unvanların değişmesi ay ve kün gibi tabirler Maniheizm’in etkisini açıkça göstermektedir.  Bunun yanında 795’ten sonra Beşbalık, Koço, Kuca, Aksu, Karaşar ve Kaşgar gibi Şehir devletçikleri üzerinde Uygur nüfuzunun artmasında Maniheizm’in katkısı görülmektedir.

Karabalgasun, devletin merkeziydi ve devlet meclisi burada toplanırldı. Gök-Türklerin kullandığı bütün unvanlar Uygurlar tarafından da kullanılıyordu. Ama bazı unvanların karşılıkları değiştirilmişti. Mesela, Çince kökenli olan Tutuk unvanı “askerî vali” yerine “boy reisi” anlamına geliyordu. Onların sayıları 11 olup siyasi görevlerinin yanında devlet için vergi toplamaktaydılar. 779’da bir ihtilal yapan Tun Baga Tarkan, verdikleri zarardan dolayı Maniheistleri devletten uzak tutmuştur. On üç hükümdarın yedisinin hanımı Çinli idi.

On üç kağandan yedisinin unvanında şu terimlerden biri bulunmaktadır: Tengride, Ay Tengride, Kün Tengride. Bu, hâkimiyetin gökten, güneşten veya aydan geldiğine inanıldığını göstermektedir. Aslında bir bakıma Uygur kağanlarının söz konusu unvanlarla hükümdarlıklarının sadece Uygurlarla sınırlı olmayıp, bütün dünyanın hükümdarı olduğu düşüncesinin olduğu sonucunu çıkarmak da mümkündür.

Her ne kadar Çin imparatorları Uygur kağanlarının kendileri tarafından tayin edildiğini iddia etseler de, aslında Uygur kağanları onlara karşı daima hâkimane bir tavır takınmıştır. 762’de asi Shih Chao-i’ye karşı T’ang hanedanına yardım için Çin’e giden Bögü Kağan, Çin veliahdının kendi önünde dans etmesini istemiş, buna karşı çıkan Çinli memurlar dövülerek öldürülmüşlerdi. Uygurlarda ilginç bir nokta da yönetme becerisi gösteremeyen basiretsiz hükümdarların sık sık tahttan indirilerek  katledilmeleridir.

821 yılında Ordu Balık’ı ziyaret eden Arap seyyahı Tamim İbn Bahr’in bildirdiğine göre Maniheizm şehirli halkın bağlı olduğu iki dinden (diğeri Gök Tanrı inancı) biri idi. Bu da gösteriyor ki, bütün propagandalara rağmen Mani dini Uygurlar arasında tam olarak yaygınlaşmamıştı.

Uygurlarda toplumsal yapı hızlı bir değişim göstermiş, özellikle ekonomide ve düşünce tarzında şehirleşmeye doğru atılımlar yapılmıştır. Henüz devletin kuruluş aşamasında, 744’te Çin kaynaklarında Uygurlar hakkında “sulak ve otlakları bulmak için gezerler, atçılık ve okçulukta ustadırlar” gibi kayıtlar vardır. Aslında daha sonraki dönemlerde de, Uygurların büyük bir kısmı göçebe olarak kalmaya devam etmiştir. At, sığır, koyun ve deve yetiştirmek onların iktisadi temelini oluşturmaktaydı. Bozkır hayat şartları gereği, en değerli hayvanlar koyun ve at olarak göze çarpmaktadır. Atların özellikle Çin ile yapılan ticarette ön plana çıktığı görülmektedir.

An Lu-shan’ın oğluna karşı 757’de çıkılan seferde 4 bin kişilik Uygur ordusuna günlük 20 sığır, 200 koyun ve 2900 kg. tahıl verilmesi etin ne kadar çok tüketildiğini göstermektedir. Hayvancılığın yanında, Maniheizm öncesinde bile Uygurlar arasında tarımın var olduğu bilinmektedir. Maniheizm’in tesiriyle tarım daha da yaygınlaşmıştır. Mani din adamları soğan benzeri şeyleri yiyorlardı. 821 yılına gelindiğinde her ne kadar ziraat yaygınlaşsa da otlakların önemi hâlâ devam ediyordu.

Karabalgasun büyük bir şehir olup ziraat yaygın bir şekilde yapılmakta idi. Arkeologların araştırmalarına göre Uygurlar değirmen taşları ve harman tokmakları kullanılıyor, hatta sulama yapıyorlardı. Bazı Uygur mezarlarında ölü ile birlikte gömülen darı gibi tahıl kalıntılarına rastlanmıştır.

Ziraatın gelişmesine paralel olarak, şehircilik de gelişmişti. Kağanın emriyle iki şehir inşa edilmiştir. Bunlardan biri Başbalık olup kağanın 757. yılında kurulmaya başlanmıştı. Diğeri ise Karabalgasun idi. İçinde kağanın sarayı olan Karabalgasun’un etrafı surlarla çevriliydi ve 12 büyük demir kapısı vardı. Nüfusu kalabalık olup çarşıları ve esnafı mevcuttu. Bunun yanında şehre hâkim bir mevkide, çok uzaklardan görülebilen altından bir çadır olduğu, bunun sarayın düz damının üzerinde bulunduğu ve içine yüz kişinin sığdığı kaydedilmiştir. Büyük Uygur Kağanlığı devrinden başlayarak, Beşbalık ve Koço gibi şehirlerin etrafında Uygur nüfusu toplanmıştı. Beşbalık Uygurları döneminde şehir kültürü buralarda epeyce gelişmiştir. Ticareti de öğrenen Uygurlar, lüks eşyalara ihtiyaç duymaya başladılar. Çinlilerle At ipek ticareti hiç görülmediği kadar artmıştı. Uygurlar elde ettikleri ipeğin fazlasını ya başka ülkelere ihraç ediyorlar ya da para birimi olarak kullanıyorlardı.

T’ang hanedanını temelinden sarsan An Lu-shan isyanı bertaraf edilince bazı Uygurlar Çin’de kalmışlardı. Onlar orada zenginleştiler ve bankerlik yapmaya başladılar. Zamanla bu durum öylesine gelişti ki, bunlar IX. yüzyılın sonlarına doğru Çin’in hemen bütün maliyesini kontrol edecek duruma gelmişlerdi.

Uygurlar deve ve ata dayalı basit bir ulaşım sistemi kurmuşlardı. Çok kalabalık gruplar halinde yola çıkıldığında atların, develerin ve arabaların beraber olduğu kervanlar kullanılırdı. 820 senesinde binlerce Uygur ve Çinlinin bulunduğu kafile Ch’ang-an’dan Uygur başkentine doğru yola çıkmıştır.

Her ne kadar şehirleşme olsa da çadır önemli bir barınak yeri olarak varlığını devam ettirmiştir. “Zenginlerin iki veya daha fazla çadırı olurdu” şeklinde kayıtlar bulunmaktadır.

Eserini IX. yüzyıl ortalarında yazmış olan el-Câhiz’e göre, Uygurlar Mani dinini kabul ettikten sonra Karluklara yenilmeye başlamışlardı. Yeni kabul edilen din Uygur kağanlarının savaş isteklerini köreltmiş olmalıydı. Uygurlar arasında bozkır ve şehirli olmak üzere iki farklı hayatın ortaya çıkması devletin temelini sarsan başka bir sebepti. Devletin başkent dışında otoritesi zayıflamış, boy reislerine serbest hareket etmek için fırsat doğmuştu. Lüks ve gevşek hayat askerî mücadelelere karşı devlet adamlarının gücünü bitirirken, vezirler iktidarı ele geçirmek için fırsat kolluyorlardı.

Ordu geleneklere uygun olarak kağanlarının emrindeyse de, merkezî otoritedeki gevşeme sonucunda “Tutuklar” ön plana çıkıyorlar, zayıf kağanlara sadakatle bağlı olmuyorlardı.

UYGUR MEDENİYETİ

İslâm öncesi Türk devletlerinde boylar yazın yaylak denilen serin, sulak, otlağı bol yüksek yaylalarda, kışın ise kışlık denilen daha ılık ova ve vadilerde yaşarlardı. Hükümdarlarında yazlık ve kışlık olmak üzere iki merkezleri bulunurdu. Uygurlar için de durum aynı idi. Kışlık bölgede evlerin daha ziyade kerpiç veya ahşap olması tercih edilirdi. Surlar bile kalın ağaç kütüklerinden yapılırdı.

Ticari açıdan bakıldığında, Uygurlar komşu devletlere canlı hayvan, kösele, deri, kürk ve hayvansal gıdalar satarlar, karşılığında hububat ve ipek alırlardı. Bu devirde Türklerle komşuları arasındaki ticaret iki yoldan gerçekleşiyordu.

1. İpek Yolu:Bu yol Çin’den başlıyor, Türklerin çoğunlukta olduğu İç Asya’dan geçip Akdeniz’e laşıyordu. İpek Yolu’na hâkim olan devlet devrin dünya ticaretine hâkim olacağından, bölgenin büyük devletleri arasında kıyasıya bir rekabet vardı.

2. Kürk Yolu: Bu yol, Hazar ve Bulgar ülkelerinden başlayarak, Ural, Güney Sibirya, Altaylar  ve Sayan dağları üzerinden Çin’e ve Amur nehrine uzanıyordu. Bozkır sahasının çoğunluğunu otlaklar meydana getirmekteydi. Tarıma elverişli topraklarda Uygurlar buğday ve darı başta olmak üzere tahıl ürünlerini ekip biçmekteydiler.

İslâm öncesi Türk devletlerinde ekonomi, bağlı devletlerden alınan yıllık vergi ve hediyeler ve halktan toplanan vergilere dayanıyordu. Vergi toplama işlemi özel memurlar tarafından yerine getiriliyordu. Ayrıca işlek ticaret yollarından sağlanan vergiler ve madencilikten elde edilen yüksek gelir devletin mali gücünü artırıyordu.Para olarak üzeri resmî damgalı ipek parçaları kullanıyorlardı.

Edebiyat ve Sanat

Türk destanları bozkır insanının hayat mücadelesi örnekleriyle doludur. Bu edebiyat türünde kurttan türeme, gökten inme ve ışıktan olma motifleri bulunmaktadır.

Uygur mitolojisinde kurdun rehberlik vasfı açık olarak görülür. “Kutlu Dağ” efsanesine göre kutlu bir kaya Uygur ülkesine bereket ve mutluluk getirmektedir. Bu kaya Çinlilere verilince memlekete çöken uğursuzluklar, açlık ve kıtlık yüzünden Uygurlar göç etmek zorunda kalmışlardır.

Uygur Kağanlığı’na ait Şine-Usu Yazıtı, Orhun-Selenga nehirleri arasında Şine Usu gölü yakınında  bulunmuştur. Gök-Türk harfleriyle yazılmış olan bu yazıt Bayan Çor Kağan adına dikilmiştir. Kitabede Selenga ve Orhun ırmağından, On Uygur, Dokuz Oğuzlardan ve Türk Ülkesinden bahsedilmektedir. Ayrıca Uygur, Türk, Üç Karluklar, On Oklar, Sekiz Oğuzlar ve Dokuz Tatarlar gibi kavimler arasındaki mücadelelerden, Tarduş, Tölis ve Kırgız kavimlerinden söz edilmektedir.

Uygur kağanının Çikler üzerine yürüdüğünden bahsedilmekte (750), Basmıllarla mücadele anlatılmaktadır.

Türkçe, Çince ve Soğdça olarak üç dilde yazılan Karabalgasun Yazıtı, başlangıçtan IX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Uygur tarihini konu alır. Asıl metin Gök-Türk alfabesiyle yazılmıştır. Ancak, Türkçe olan kısım çok tahrip olmuştur; sadece bazı kelimeler okunmaktadır. Yazıtın Soğdça olan yüzü de çok fazla silinmiştir. Sadece Çince kısmı sağlam kalmıştır.

Uygurlar yerleşik hayata geçtikten sonraki döneme ait belgeler oldukça fazladır. Arkeolojik kalıntılar, el sanatları, resimler, hukuk vesikaları, elçi raporları, özellikle Turfan Uygur Devleti kültürü halkında değerli bilgiler vermektedirler. Bunlardan biri 981–984 tarihleri arasında Çin’in resmi elçisi olarak Uygurlara giden Wang Yente’nin raporudur. Bu rapora göre: “Kao-ch’ang şehrine yağmur ve kar yağmaz, aynı zamanda burası çok sıcaktır. Burada evler beyaz badanalıdır. Chin-ling dağlarından çıkan nehir şehrin bütün çevresini dolaşır, tarlaları ve meyve bahçelerini sular ve su değirmenlerini işletir. Zengin insanlar at eti, geri kalanlar ise sığır eti ve yaban kazı yerler. Onların müzik aleti olarak kullandığı alet kopuzdur. Samur kürkü, pamuklu kumaş ve çiçek motifleriyle işlenmiş giysiler üretirler. Onların âdetlerine göre büyük bir kısmı ata binerler ve ok atarlar. şehrin içinde pek çok iki katlı binalar vardır. İnsanlar iyi yüzlüdür ve usta sanatkârlardır. Bunlar altın, gümüş ve demir kap yapımında çok ustadırlar. Onlar aynı zamanda yeşim taşı işlemesini de çok iyi bilirler.”

Turfan Uygurları mimari sahada da çok eser vermişlerdir. Bu eserlerde Türk “otağ” ve “ordu” geleneği, eski bozkır kültürü özellikleri görülmekte idi. Malzeme olarak da, aşı boyalı ve yaldızlı ağaç, balçık, tuğla ve taş (nadiren) yanında oymalı seramik ve sırlı tuğla da kullanırlardı. Uygurlar daha Orhun Irmağı kıyılarında Ordubalık’ta iken de bu teknikleri biliyorlardı. Arkeolojik kalıntılardan anlaşıldığına göre Uygurlar surlu şehirler, hükümdar kalesi, dini külliyeler, göller ve akarsuların bulunduğu bahçeler yapmışlardır.

Maniheizm kendi sanatını da birlikte getirmiştir. Mani’nin kendisi bizzat ressam idi. Bu dinin adını bile duymak istemeyen Müslüman yazarlar, onun resimdeki başarısından hayranlıkla söz ederler. Uygur Devleti’nin Turfan bölgesinde ve özellikle de İdikut şehrinde bulunan freskler ve minyatürler, Maniheizm’in Uygurlar arasında ne kadar güçlü bir şekilde yayıldığını göstermektedir. Bu minyatürlerde Uygur asıllı müminlerin yanında beyaz elbiseli Mani rahipleri resmedilmiştir.

Murtuk ve Bezeklikteki Budist fresklerin bazısında Uygur müminlerin resimleri vardır. Bunlar Uygur  kültürünün zenginliğini ortaya koymaktadır. Bu fresklerdeki Soğdlu kervancılar, Uygurların bunlar vasıtasıyla İran’ın dinleriyle temas kurduklarını göstermektedir.

Uygur devri sanatında Türklerin dik duruşu, ciddi ifadeleri, protokol sırası ile dizilişleri resimlerde görülmektedir. Uygur devrinde realist portre sanatı gelişmiş tir. Türk ressamları hayalî ve güzelleştirilmiş şahıslar yerine tabiî portreler çiziyorlardı.

Türk örf adetlerini temsil eden tablolar yapılmış, Türk ordusunun kahramanları ve Uygur kağanlarının resimleri Budist mabetlerinin duvarlarını süslemiştir. Bozkır sanatının hayvan motifleri, bilhassa at resmi yerleşik Uygur sanatında da önemini korumuştur.Yerleşik medeniyetin en büyük özelliklerinden biri şehirleşmedir.Kurulan bu şehirlerde pazarların ortaya çıkması, ticaretin gelişmesi ve ticarette paranın kullanılması Uygurları n ilerlemesinin açık göstergeleridir.

Elimize geçen hukuk vesikalarından anlaşıldığına göre Uygurların alım-satım ve borç alıp vermede belirli bir para ve ölçü sistemleri vardı. Borç olarak alınan mal ve para faiz karşılığında genellikle ilkbaharda alınır, mahsulün kaldırıldığı sonbaharda ödenirdi. Bu kayıtlar bize ziraatın çok gelişmiş olduğunu göstermektedir. Borç karşılığı her ay faiz ödemesi yapılması, belki de Türklerde ilk bankacılığın temelini teşkil etmiştir.

Evlatlık verme vesikalarında evlâtlık verilen oğul ve babalığın karşılıklı uymak zorunda oldukları hususlar kaydedilmektedir. Mesela, evlatlığa verilen oğul yeni ailesine karşı ahlaki görevlerini yerine getirecektir. Sorumluluklarını yerine getirmediği takdirde cezalandırılacaktır. Buna karşılık babalık da yeni evladına kendi öz evladı gibi davranacak onun bütün maddi ve manevi sorumluluklarını yüklenecektir. İleride kendisinin de bir evladı dünyaya gelse, onu öz evladından ayırt etmeyecek ve onun yetişmesine yardımcı olacaktır.

Mimari Eserler

Uygur kültür ve sanatının karakterini eski Türk dinî inançları ile Maniheizm ve Budizm meydana getirmiştir. Sanat ve mimarlık eserleri de bu inançların gereklerini yansıtıyordu. Uygur mimarisinde dikkati çeken bir başka gelişme, Budist külliyelerinin Türk “ordu-balık” yapısı gibi iç içe iki surla çevrili olmasıdır. Dört köşede büyük dağları temsil eden kuleler ve müstakil inşa edilen işaret kalesi vardı. Pagoda mimarisinin özelliklerini taşıyan bu kuleler zamanla Uygur sanatının incelikleriyle değişerek inceldi ve Türk minaresine dönüştü.

Doğu Türkistan’da tapınak ve manastırlar genellikle bir külliye manzarası arz etmektedir. Kare sayılabilecek dikdörtgen bir sur ile çevrili olan ve içerisinde hükümdar sarayının ve bazı köşklerin de yer aldığı Koço şehrinin güneyinde, merkezî bir avlu etrafında gruplanmış mekânlardan oluşan manastır bu durumdaki örneklerden sadece bir tanesidir. Koço, Yar-Hoto, Murtuk ve Sengim şehrindeki manastırlar da etraflarında rahip hücreleri ve diğer çeşitli yardımcı fonksiyonları üstlenen müştemilat yapıları ile birlikte ele alınıyordu. Bu yapılar genellikle bir yükselti üzerine yapılmış dikdörtgen planlı yapılardır.

Budist tapınaklar Uygurlardan evvelki Türk dönemlerinde de vardı. Gök-Türkler döneminde Akbeşim şehrinde tipik özellikleriyle Budist tapınaklar yer almaktaydı. Ancak Budist ve Maniheist tapınaklar asıl gelişimini Uygur devrinde göstermiştir.

Uygur manastır ve tapınakları, Selçuklu ve Osmanlı külliyelerinin kaynağını teşkil etmektedir. Uygur tapınakları arasında en önemlilerinden biri Koço tapınağıdır. Akbeşim şehrindeki Budist tapınaklardan birine benzeyen bu mabedin köşelerindeki ve kapılarının yanındaki kuleler sonraki mimarî gelişmeler açısından dikkati çekmektedir.

Diğer önemli tapınaklar arasında Murtuk Sengim’de bulunan bazı dinî yapılardan bahsedebiliriz. Tapınakların bir bölümünde ayrı olarak inşa edilmiş, çok katlı kule şeklinde olup Türkçe olarak ediz ev denilen pagodalar ilgi çekicidir. Bu pagodalardan birisi, Yar-Hoto, şehrinin merkezinde yer alan ana tapınağın sınırı içerisinden işlerine (inşa esnasında duvar içinde bırakılan oyuk) Buda heykelleri yerleştirilmiş bir kule şeklinde yükselmektedir. Stupa denen Budist türbeler, içi dolu bir kubbe şeklindeki yapılırdı. Uygur stupası ise kubbeli otağa benzer bir yapıya dönüşmüştür.

Uygur devri Türk sanatı tarihinin en ilgi çekici mimari eserleri arasında kayalara oyulmuş mağara tapınakları da gösterilebilir. Bu tapınakların esası Çin’in kuzeyinde devlet kuran Tabgaçlarda da görülmektedir. Doğu Türkistan’daki Bezeklik, Kızıl ve Tun-huang mağara tapınakları çok ünlüdür. Bunlar arasında Uygur tarzının en seçkin örnekleri Bezeklik mabetleridir.

Bezeklik mağara tapınakları Murtuk vadisinde, Kızıl Dağ mevkiinde kayalara oyulmuş 40 tapınaktan meydana gelmektedir. Tapınakların genel planı en içte yer alan ve yalnız rahiplerin girebildiği ve tapınılan Buda veya diğer bir ilâhın heykelinin bulunduğu iç tapınak ile bunun etrafındaki dehliz ve ikinci derecede mekânlardan oluşmaktaydı. Bu mabetler duvarları yoğun bir şekilde fresko tekniğiyle yapılmış ve dinî anlamı olan resimlerle bezendiği için Bezeklik adını almıştır.

Türk Budist mimarisinde gelişen stupalar, İslâmiyet’ten sonraki Türk türbe mimarisinin temelini oluşturmaktadır. Uygurlardaki stupa şekli “yurt tipi” çadır şeklinden ilham almıştı. İslâmiyet’ten sonraki Türk mimarisinde soğan kubbe denilen lotus kubbe tipi de ilk kez Uygur stupalarıyla başlamıştır. Türklerden önce stupalar, bir dinî şahsiyetin kemiklerinin ve eşyalarının muhafaza edildiği kubbeli yapılardan ibaretti.

Koço şehrinin surları dışında, kuzeydoğu tarafında bulunan ve Koş-Gumbaz olarak adlandırılan stupalar Uygur stupalarının en güzel örneklerindendir. Aynı şekilde Toyuk şehrindeki stupalar ile Yar-Hoto şehrinin güneydoğusunda bulunan birçok stupa da zikredilmeye değer özelliklere sahiptir.

Genel olarak Orta Asya mimarisinde, özel olarak Uygur mimarisinde sivil mimarinin en önemli ürünleri saraylar ve evlerdir. Saraylar eski ordu-kent kuruluşları nın İç kale kısmına karşılık geliyordu. Bazen yalnız bu iç kale saray olarak nitelendiriliyor, bazen de sur çerisinde saray ve köşkler söz konusu oluyordu.

Koço’da hükümdar sarayı kalıntıları ortaya çıkarılmıştır. Bir set üzerine inşa edilmiş bu saray, aynı zamanda çift sıra surlarla kuşatılmış bir kale (ordu kent) idi. Sarayın mekânlarının kubbeli veya düz tavanlı olduğu ve divanhanelerinin kuzey ve batıda bulunduğu sanılmaktadır. Bu tip saray düzenlemelerinde bazen setin köşelerinde daha küçük köşkler de bulunuyordu.

Sarayların bazı örnekleri bu şekilde bir set üzerinde değildir. Mesela Yar-hoto saray harabeleri surla çevrili bir avlu içerisinde ve başka bir tiptedir. Uygur evleri ise, genellikle kaplumbağa tarzı çatı denilen, kıvrık çatılı, etrafı duvarla çevrili, masif örgülü, dört köşe veya yuvarlak pencerelidir.

Türklerde ordu-kentler sivil ve askerî mimarinin kaynaştığı yapılardır. Proto tipleri Milattan önceki devirlere inen bu kent tipinde, surlar ve kulelerle çevrili, yaşanılan mekânlar ve alanlar topluluğu vardı. En dışta ise bir hendek bulunurdu. Dörtgen plandaki ordu-kentte dört yönden gelen yollar hükümdarın köşkü veya çadırının olduğu yerde kesişirdi. Erken devirlerden sonra ordu kentlerde bir iç kale bir de dış kale teşekkül etmişti. Hükümdar veya yöneticinin iskân edildiği kısım iç kale idi.

Eski Türk topluluklarında önemli askerî yapı örneklerinden olan Karguy ya da Kargu denilen gözetleme kuleleri hudut bölgelerinde, önemli mevkilerde, surlar üzerinde veya sur içinde yer almışlardır. Bu kuleler Türkler ve Çinliler tarafından inşa ediliyordu. Özellikle Gök-Türk devrinden İslâmî döneme kadar olan zaman içerisinde bunlar çok yaygındı. Bu kuleler genellikle dört köşe veya yuvarlak planlı olarak inşa edilmişlerdir. Söz konusu eserler bazen yukarıya doğru incelerek yükselmekte, bazen de yukarıda darlaşan düz bir bölümle sona ererek tepesi kesik bir piramidi andırmaktadır.

 

 



 

 

KARLUKLAR



Doğu Türkistan da yaşamış ve çeşitli tarihlerde devlet kurmuş bir Türk boyu.8.yy ortalarına doğru varlık gösterdikleri ve 10.yy Müslüman oldukları eski kaynaklarda belirtilmektedir.Karahanlı Devleti'nin kuruluşunda ve yapısında Uygurlar la birlikte yer alan önemli boylardan biri de Karluklar'dır.Yaşama alanlarının Doğu Türkistan'da Tarım Irmağı'ndan batıda ise Talas Vadisi'ne kadar uzandığı sanılmaktadır.

Çin kayıtlarında Ko-lo-lu {~ kalaluk) şeklinde zikredilen adları Türkçe "karlık" (kar yığını) manasında olan"' Karlukların Türk soyundan geldiği ve bir Gök-Türk boyu olduğu Çin kaynağında (T'ang-shu) belirtilmiş ve oturduğu saha olarak da Altaylar'ın batısındaki Kara-îrtiş ve Tarbagatay havalisi gösterilmiştir . Karluklar burada üç kabileden kurulu birlik halinde bulunuyorlardı.Daha Istemi zamanında Türk hakimiyetinin Hazar'ın kuzeyi ve Maveraünnehire doğru genişlemesinde şüphesiz büyük rolleri olan Karluk'ların her iki Gök-Türk hakanlığı devrindeki durumu yukarıda açıklanmıştı. 630-680 yılları arasında, diğer Türk boyları gibi bunların da kendi başlarına buyruk olarak, zaman zaman Çin'e karşı geldikleri görülmektedir. 640 sıralannda Turfan'ın kuzeyine kayan Karluklar, Çinliler tarafından mağlüp edilerek (650, 654) P'ei-ting eyaleti (Tanrı Dağları'nın kuzey sahası)'ne bağlandılar. Fakat her kabile kendi reisinin kontrolü altında idi. Bu haberi veren Çin kaynaklarının, 665'e doğru, tekrar toparlanan Karlukların Çin nüfüzundaki ne Batı, ne Doğu Gök-Türk kanadına tabi olmaksızın yaşadıklarını kaydetmesi dikkate değer . Evvelce "Kül-Erkin" unvanını taşıyan Üç-Karluk beyi bu tarihlerde "Yabgu" unvanını almış ve kuvvetli bir orduya sahip olmuştur. Daha sonra Kapgan Kağan tarafından II. Gök-Türk hakanlığına bağlandığını gördüğümüz Karluklar, Çin'in teşvik ve tahriki ile Gök-Türklere karşı ayaklanarak şiddetli mücadelelerde bulunmuşlardı. Bilge Kagan'ın ölümünden sonra tekrar faaliyete geçerek, Uygur ve Bas-mıl'larla birlikte, Gök-Türk hakanlığının yıkılmasında etkili oldular. Basmıllar hakim duruma geldikleri sırada (742), "sağ (batı) yabgu" mevkiini alan Karluk başbuğu, Uygur hakanlığının kurucusu Kutluğ Bilge Kül zamanında "sol (doğu) yabgu" oldu. Fakat bu, Karlukların tamamını temsil etmiyordu. Beş-balık havalisinde oturan Karlukların kendi seçtikleri Tun-Bilge adında ayrı bir yabguları vardı Ancak Ötüken'de yeni kurulan Uygur hakanlığı bütün Karluklar tarafından üst tanınıyor ve yabgular hakana bağlı bulunuyorlardı.


Batıda Emevî-Arap ilerlemesini durdurmuş olan Türgiş hakanlığının çöküntüye doğru gittiği bu tarihlerde Orta Asya Türk ülkelerinin korunması gibi bir tarihî vazife bu defa Karluklara düşmüştü. Zira Maveraünnehir yine Arapların nüfuzu altına girmiş ve hatta Seyhun-ötesinde bazı Arap ileri harekatı görülmüştü. Ancak bu, eski devir Emevî istilacılığından farklı idi. Gittikçe hızını artıran Abbasî propagandası, Emevîlerin "imtiyazlı Arap milleti adına fetih" düsturu yerine, bütün Müslümanlar arasında farklılığın kaldırılması ve eşitlik fikrini yayıyordu. Böylece Arap baskısının gücünü kaybetmesi Çinlileri Orta Asya'da bir iktidar boşluğu husüle geldiği düşüncesine götürmüş, dolayısiyle Çinliler eski Orta Asya siyasetlerini canlandırarak, Karluk'ların dahil bulunduğu bölgelere yeniden el koymak istemişlerdi. Bu suretle neticede meşhur Talas (Taraz; bugün Evliya-ata bölgesi) muharebesi vuküa geldi (751 Temmuz). îslamlarla Çinliler arasında cereyan eden bu muharebeye kadar Karluklar T'ang'ların tarafını tutmakta idiler. Fakat onların gittikçe açığa çıkan siyaseti karşısında, Arap'larla işbirliği yaparak, Çinlilerin ağır yenilgiye uğramasını sağladılar. Tarım havzasından itibaren batı Karluklara, doğu bölgesi Uygurlara ait olmak üzere Orta Asya'nın yine Türk hakimiyetinde kalmasını temin eden bu savaşta uğradığı bozgun yüzünden Çin, ağır iç buhranlara sürüklenmiş (bk. yk. Uygurlar) ve artık batı ile ilgilenememiştir.


Karluklar, kısa bir müddet, Uygurlarla Orta Asya'da iktidar yarışına giriştilerse de (747), Uygur kaganı Moyen-çor karşısında tutunamayarak Tarım bölgesinden daha batıya çekildiler ve 7-8 yıl içinde (756) Cungarya'ya ve 766'da da çöken Türgiş iktidarının yerine Balasagun, Talas havalisine yerleşmek suretiyle eski Batı Gök-Türk hakanlığı sahasında hakimiyet tesis ettiler (Arslan İl-tirgüg zamanı) Başkentleri Balasagun idi. Ötüken'in üstünlüğünü tanımakta devam ediyorlar, aynı zamanda, siyasî bir isim olarak "Türkmen" adını da taşıyorlardı. Kendi soylarını Gök-Türk hakan ailesi, Aşına sülalesine bağlıyan Kariuk yabguları hakimiyetin "kutlu Ötüken" ülkesi ile sıkı alakası inancını muhafaza ediyorlardı. Fakat Uygur hakanlığı orada yıkılınca (840), oradaki yeni Kırgız hükümetini dikkate almıyan Karluk yabgusu, Türk hakanlarının "meşrü halefi" sıfatı ile, kendini, "Bozkırların kanunî (yani töre gereği) hükümdarı" ilan ederek "Kara Han" unvanını aldı (Bilge Kül Kadır Kagan) ve merkez olarak da, Balasagun (Ka-ra-ordu=Kuz-uluş=Kuz-ordu)'u seçti. îslamiyeti resmen kabul eden (Sa-tuk Buğra 904-911 arasında) ilk Türk kütlesi olmak ve Müslüman Samanîlerle siyasî mücadelelere girişmekle beraber hem Türk, hem îslam tarihinde çok mühim yer tutan gelecekteki büyük Kara-Hanlı devletini kurmak gibi tarihî rol oynayan, sonra da, bir Pendname'de Gazneli Sultan Mahmud'un babası Sebük-tegin'in o çağda Karluk ülkesi olan Barshan (Bars-gan)'dan neş'et ettiği belirtildiğine göre, Türk-îslam dünyasına Gazneli sultanlan gibi diğer bir büyük sülale vermiş bulunan Kariuklar, o sırada îslam çevresinin en yakın komşuları olduklarından, Arapça-Farsça eserlerde kendilerinden çok bahsedilmiştir (Karlukh, Kharlukh, Halluk). Hudüd'ul -Alem (10. asnn son çeyreği)'de verilen bilgiye göre, Karluk ülkesi; doğuda Tanrı Dağları, kuzeyde Oğuzlar, güneyde Yağmalann bir kısmı ve batıda Maveraünnehir ile sınırlanmış çok bakımlı bir memleket olup "Türk ülkelerinin en güzeli" idi. Eserde burada mevcut olan 15 şehir ve kasabanın adları sayılmakta ve Türk kabileleri zikredilmektedir.


Kara-Hanlı Devleti'nin Yağma, Çiğil, Tohsı'larla birlikte, esas kütlesini meydana getirdiği anlaşılan Karluklar, bu hanedan üyeleri arasında mücadeleler başgösterdiği tarihlerde devlete karşı cephe alarak huzursuzluk çıkarmağa başladılar ki, bu tutumları Kara-Hitay hakimiyetinin Orta Asya'da çabucak gelişmesinde tesirii olmuş görünmektedir. Kara-Hitay hükümdarı Yeh-lu Ta-şih (Kür-han) 1137'de Semerkand Kara-Hanlı hanı Mahmud'u mağlüp ettiği zaman, bu han'ın dayısı olan Büyük Selçuklu sultanı Sencer'e yaptığı şikayet, uğranılan yenilgi ile Karlukların ilgisini göstermektedir. Sultan Sencer de Karlukları te'dip etmek için çıktığı seferde karşısında Kür-han'ı bulmuştu. Sencer'in bu savaşta yenilmesi (1141 Katavan savaşı), mühim bir hadise olarak, "put-perest" Kara-Hitayların ta Horasan sınırlarına kadar sokulmalarını sonuçlandırmıştı. Harezmşahlar (îl Arslan zamanı: 1156-1172) ile Kara-Hitaylar arasında da birçok anlaşmazlıklara sebep olan Karlukların, bu arada başbuğlan Yabgu-han öldürüldü (1157), diğer bir Karluk başbuğu, Ayyar Bey, Kara-Hitaylar tarafından esir edildi (1172). Kar-luklara karşı, Harezmşah 'Alaüddin Tekiç de (1172-1200) bozkırlar bölgesine el atarak Kanglı ve Kıpçak gibi diğer Türk boylan ile kendini takviye ihtiyacını duymuştu. Bununla beraber, az sayıda da olsa, Harezmşahlar ordusunda hizmet gören Karlukların, Kara-Hanlı tabiiyetinde olmak üzere Türkistan'da bir beyliğe sahip bulundukları anlaşılıyor. Moğol istilası başladığı sıralarda (1215) merkezi Kayalıg (İli nehrinin doğusunda) olarak devam eden bu beyliğin başında  Arslan Han vardı. Arslan Han, Uygur İdi-kut'u Barçuk ile birlikte, Asya Türk ülkelerini baştan başa çiğneyen Moğollann hükmü altına girdi. Cengiz Han'a itaat eden ilk müslüman hükümdar olup 1221'de ölen bu Karluk hanının oğluna da, Özkent şehri verilmişti. Cengiz Han zamanı Moğol devleti idaresinde vazife almış Karluklar görülmektedir. Halen Badahçan bölgesi (Afganistan-Tacikistan sınırı) Özbekleri arasında Karluk adlı bir kabile yaşamaktadır.


 

 



 

 

TÜRGİŞLER



Adlannın "Türk+s" şeklinde gelişmiş olduğu bildirilen Türgiş'ler On-ok'ların To-lu kolunun bir kısmını teşkil ediyorlardı. Çin kaynaklarında Gök-Türk hakanlığının batıdaki kalabalık boylarından biri olarak ilk defa 651 hadiseleri dolayısı ile zikredilen Türgiş (Tu-k'i-şi)'ler, îli nehri dolaylarında oturuyorlardı. 7. asrın sonlanna doğru, Türgiş şefı olarak görünen Ba-ga Tarkan unvanlı U-çe-le, bağlı bulunduğu tayinli Batı Gök-Türk "kaganı"nın kötü davranışlarından faydalanarak Çor'ları ve Erkin'leri etrafına topladı, kısa zamanda her birinin 7 bin savaççısı olan 20 başbuğlu bir ordu kurmağa muvaffak oldu. Çu vadisinin kuzeybatı ucunda bulunan merkezini kuzeydoğuya nakletti. Turfan ve Kuça "eyalet"lerine kadar hakimiyetini genişletti, bu gelişme karşısında ülkesini bırakıp Çin başkentine giden tayinli "kagan"ın ayrılmasından sonra, hemen bütün On-ok sahasım kendi idaresine aldı. Fakat, iktidannın bu sağlam devrinde, Kagan Kapgan idaresinde haşmetli çağını yaşayan Doğu Gök-Türklerinin ilerleyişini durdunnak maksadı ile Kırgızlar ve Çin ile işbirliği yapması iyi netice vermedi. Gök-Türk aleyhtarı üçlü ittifakın üyesi olduğu için üzerine yürüyen Tonyukuk tarafından mağlüp edildi (698 Bolçu savaşı), On-ok sahası U-çe-le'nin kontrolünde olarak Gök-Türk hakanlığına bağlandı. Onun ölümünde yerine geçerek 706'dan beri tabi "kagan" olan So-ko (U-çe-le'nin oğlu) Çin ile münasebet kurduğu için, bu defa Kül Tegin ve Bilge tarafından 711'de yine Bolçu yakınında hezimete uğratıldı ve telef edildi.


So-ko ile kardeşi Çe-nu arasında arasında ülkede hakimiyet hususundaki mücadele ve Çe-nu'nun Kapgan Kagan'a sığınmasına dair Çin kaynaklarındaki haber ile kitabelerde "Kara Türgiç" halkının itaate alındığını belirten kayıt So-ko zamanında Türgişlere karşı yapılan başarılı seferin gerekçesini göstermektedir. Ülkenin Bars Beğ idaresine verildiği bu tarihte bir kısım Türgiş halkının da Kengeres (Seyhun nehri kıyıları)'e doğru çekildiği anlaşılıyor (bk.yk. II. Gök-Türk Hakanlığı). Gök-Türk mücadeleleri sırasında Türgişler Su-lu adlı bir Kara-Türgiş çor'unu "kagan" seçtiler (717) ki, Çin haberlerine göre, Gök-Türk uruglarından mühim bir kısım da Bilge'den ayrılarak bu yeni Türgiş hakanının hizmetine girmiştir. Su-lu başkenti, Ta-las'ın kuzeybatısında, Balasagun (Kuz-uluş) şehri olmak üzere, uzunca süren hakimiyeti zamanında Maveraünnehir'den doğuya Arap ilerlemesini durdurmak suretiyle, Orta Asya halkının "Arap teb'ası" olmasını engelleyen ve üzerinde Türklerin tarihî hak sahibi bulunduğu Maveraünnehir'i yine Türk eline almağa çalışan bir hükümdar olarak görünür.


Daha 714'de Kuteybe'nin, umumî karargahını Merv'den Şaş (Taşkent bölgesi)'a naklederek oradan kuzeye ve diğer taraftan, Kaşgar'a doğru îç-Asya anayolu istikametinde akınlara girişmesi Emevî hilafetinin hedeflerini gösterir gibi idi. Kuteybe'nin ölümü (715 sonbaharı) üzerine bu ileri harekatta dikkati çeken duraklamanın îslam halîfelerince hoş karşılanmadığı, hedefe kararlılık içinde yönelecek kumandan bulmak maksadıyla Horasan valilerini sık sık değiştirmelerinden anlaşılmaktadır. Ancak, valilerin başarısızlığa uğramalarının başlıca sebebi, istiklal istemeleri tabiî olan yerli prenslerin Arap'larla işbirliği isteksizliğinden ziyade, başında Kagan Su-lu'nun bulunduğu Türgiş topluluğunun şiddetli mukavemeti ve hatta, îslam'ın dinî akîdelerini değil, fakat Arap sultasını Maveraünnehir'den söküp atmak azmi idi. Nitekim bu devirde Arap ordularma karşı çıkanların hepsi îslam kaynaklarında "Türk" olarak belirtilmektedir. Büyük mücadelede, tabiatiyle bölgenin ve Seyhun ötesi Türk ülkelerinin, meşhur îç-Asya kervan yolu üzerinde yer alması dolayısiyle, iktisadî ehemmiyeti de büyük rol oynuyordu. Halîfe 'Ömer b. Abd'il-Aziz (717-720) tarafından tayin edilen vali El-Cerrah b. 'Abdullah'ın Seyhun ötesinde giriştiği ilerleme teşebbüsünün, bu kumandanı durdurup muhasara ederek Arap kuvvetlerini geri atacak şekilde gelişen Türk mukavemetinin karşısında sarsılması,Emevîleri, aradaki Türk engelini kaldırmak için, Çin ile temaslar kurmağa sevketmiş, bu maksatla şüphesiz Arap'ların müsaadesi ve teşviki ile gerek Maveraünnehir "hükümdar"lanrıdan, gerek doğrudan doğruya Arap'lardan Çin'e hey'etler gönderilmiş ise de, hiç bir netice elde edilememişti. Keza, Türgiş devletinin ana siyaseti anlaşıldıktan sonra, bundan aldıklan cesaretle, Buhara "hakimi" Tuğşad, Kümez "hakimi" Marayana ve Çaganyan hükümdarının Arap'lara karşı yardım için Çin'e müracaatları sadece bir nezaket muamelesi ile savuşturulmuştu. Çünkü, Arap ordulannın Seyhun ötesine geçmeleri ile aynı zamanda (719) başlıyan Çin'in batıya doğru Gök-Türk hakanlığımn akamete uğrattığı genişleme siyaseti, bu defa Türgiş duvarına çarpma tehlikesiyle karşılaşmakta idi. Çin'in şimdilik "durumu idare" yoluna girmesi dolayısiyle de kendilerini serbest hisseden Türgişler batıda faaliyete geçmişlerdi. Bunun üzerine Maveraünnehir'de beliren Arap aleyhdarı hareketler Türgiş baskısma iyiden iyiye yardımcı oluyordu. Seyhun'u açarak Maveraünnehir'e giren Türk ordusu kumandanı Kül-çor Semerkand yakınında ilk büyük başarıyı kazandı: başında Sa'id Abd'il-Aziz'in bulunduğu Arap kuvvetlerini mağlüp etti ve kumandarını bir müddet çember içinde tuttu (721). Bu vali değiştirildi. Yerine gelen el-Haraçî (721 sonbaharı) şiddet yoluna başvurup, yerlerini terkeden halkı Hocend bölgesinde teslim olmağa zorlayarak hepsini öldürttüğü için, canlannı kurtarabilenler kütleler halinde Türgiş'lere sığınıyorlardı. Maveraünnehir tam bir kargaşa içine düşmüştü. Halife Hişam (724-743) valiyi azlederek, yerine Müslim b. Saîd'i getirdi (724). Arap askerî kuvvetleri arasmda da anlaşmazlık başgöstermiş ve Yemen'li kuvvetler te'dip edilmişlerdi.

Fergane'ye yürümek üzere, Muslim idaresinde, Seyhun'u geçen Arap ordusuna karşı bizzat hakan Su-lu çıktı. Ordusuna acele ric'at emri veren Muslim, susuz yollardan cebrî yürüyüş ile 11 gün çekildi ve taşıyamadığı için bütün ağırlığını yakmağa mecbur kaldıktan sonra da "suya erişemeden" Sey-hun yakınında, Türgiş'lerle işbirliği halinde bulunan yerli kuvvetler tarafından durduruldu. Arkadan da hakan hızla gelmekte olduğu için, nihayet bin müşkülat ile önlerindeki engeli aşabilen Arap kuvvetleri, ancak ağır telefat ve zayiat bahasına Semerkan'da doğru çekilebildiler. 724'de, Seyhun ötesindeki bütün Arap kuvvetlerinin geri atılması ile neticelenen ve her tarafta Arap nüfuzunun kırılmasına sebeb olan bu seferdeki bozgunluk, Arap'ları uzunca bir müddet müdafaada kalmağa zorlamış ve yalnız Maveraünnehir'de değil, Toharistan'da ve diğer güney bölgelerinde idareciler ve halk Türgiş'lere kurtarıcı gözü ile bakmağa başlamışlardı. Türk kuvvetlerinin bütün iilkeye yayıldıklan ve Maveraünnehir Arap muhafız kıt'alannın merkezi Semerkand önünde bile göründükleri bu sırada Horasan valisi tekrar değiştirildi. Yeni vali Esed b. 'Abdullah al-Kasrî, 726'da, Huttal'da Su-lu Kagan karşısında başarısızhğa uğradığı için, bütün Maveraünnehir'de Arap iktidarının tehlikeye düştüğü bir zamanda azledildi. Ülkede Emevîlere karşı Şiî ve Abbasî propagandası da hızlanmakta idi. Hakan Su-lu durumdan faydalandı, yerli muhaliflerle ahenkli bir şekilde çalışarak, Buhara'yı zaptetti (728). Arap idaresi Semerkand, Dabüsiya şehirleri ile iki küçük kaleye münhasır kalmıştı. Yerli halka birçok müsaadeler vermesine rağmen ümid ettiği ilgiyi göremiyen yeni vali Aşras bin Abdullah al-Sulamî, Beykent yakınlannda hakan tarafından sıkıştırılarak, ikinci bir "Susuzluk vak'ası" (=Yevm'ul-atş)na düçar edildi, nihayet Semerkand'a doğru çekilmekte iken yetişen hakan ve Kül-çor idaresindeki Türgiş kuvvetleri tarafından Kemerce kalesinde 58 gün müddetle kuşatıldı (729) Artık ta Harezm'de bile Araplara karşı kımıldamalar görülüyordu. Su-lu'nun maksadı, Semerkand'daki Arap merkez ordugahını düşürüp istilacıları Maveraünnehir'den tamamen atmaktı. Bu sebeple Semerkand'ı kuşatmağa hazırlandığı sırada, çarpışmaya cesaret edemiyen karargah kumandanı Sevre bin Hurr, yeni tayin edilen vali Cüneyd bin Abdurrahman'il-Murrî'yi Merv'den imdada çağırdı. Fakat geçiş yolu Türgişler tarafından kesilmişti. Zarurî olarak, dağ yollanna düşen Cü-neyd, dar geçitlerin birinde hakan tarafından sıkıştınldı ("Geçit savaıı"="Vak'at'üş-Şi'b"), yorgunluğa ilaveten susuz da kalan ordusu yer yer baskına uğruyordu. Nihayet 12 bin kişilik kuvvetinden 10 bininin telef olması karşılığında, Semerkand'a ulaşabildi. Durumdan haberdar edilen Halîfe Hişam'ın emri ile Küfe ve Basra'dan 20 bin kişilik bir takviye gücü Semerkand'a gelirken, kış da yaklaşmakta olduğundan, daha fazla kalmak istemiyen hakan, Buhara'yı da tahliye ederek çekildi (732).


Cüneyd'in 734 başlarında ölümü ile, zaten Arap nüfuz ve kudreti iyice kırılmış olan Horasan vilayetinde "siyah bayrak açan" Abbasî taraftarı Haris bin Sureyc'in Belh'i, arkasından valilik merkezi Merv şehrini zaptetmesi Maveraünnehir'de durumu büsbütün kanştırdı. Yeni valilerin üç sene (734-737) kendisi ile uğraşmak zorunda kaldıklan Haris sonunda Türgişlere iltica etti. Hakan Su-lu Maveraünnehir'e karşı son seferinde hayli müttefik bulmuştu: Haris taraftarlanndan başka, Sogd hükümdarı (yani Gürek veya oğlu), Usrüşana hakimi, Şaş (Taçkent bölgesi) hükümdarı, Huttal hükümdarı. İslam tarihçisi Et-Taberî'de zikredilen bu liste "Maveraünnehir'deki Arap nüfuzunun nasıl Türklere geçmiş olduğunu" açıkça göstermektedir. Ha-kan, Belh'e doğru ilerledi. Cuzcan'a girdi. Önce Toharistan'ı Araplara karşı ayaklandırarak mahallî bir destek sağlamayı faydalı görüyordu. Fakat vali Esed bin 'Abdullah il-Kasrî, hakan ordusunu arkadan vurmağa muvaffak oldu (738. San veya Haristan savaşı). Esasen Su-lu, Araplarla birleşen Cuz-can hükümdarının hıyanetine uğramıştı.


Memleketine dönen ve doğuda da Çinlilere karşı bazı başarılar kazanmış olan (717, 726) Su-lu Kagan, herhalde ömrünü harcadığı bu mücadeleye devam edecekti, fakat kendisi, o zamanlara kadar büyük hizmetlerini gördüğü Kül-çor (Baga Tarkan) tarafından öldürüldü (738) Çin'in, Türk başbuğlarını birbirine düşürme planına dayanan tahrikçi siyaseti bir daha hedefine ulaşmış ve esasen So-ko ile Çe-nu arasındaki anlaşmazlıktan beri (710'larda) Kara ve Sarı olmak üzere ikili teşkilat halinde yaşayan Türgiş boylarını birbirine iyice düşman etmişti. Sarı Türgişler üstünlük kazandılar. Başbuğları Baga Tarkan (Kül-çor), rakibi Kara Türgiş baçbuğu Tu-mo-çe'y'ı yenerek ve onun "kagan" yapılmasını istediği Su-lu'nun oğlunu ortadan kaldırarak kendini "kagan" ilan etti. Bu arada, Çin'in On-ok'lar "ka-ganı" tayin ettiği, Aşına ailesinden, Hin'i mağlup edip öldürmesi (739)529, Çin'i bu defa Kara-Türgişleri desteklemeğe sevk etti. 742'deki Türgiş kaganı îl-etmiş Kutlug Bilge bir Kara-Türgiş başbuğu idi. 753'de hakan olan ve Uygur hakanı Moyen-çor'un himayesine giren Tanrıda Bolmış da bir Ka-ra-Türgiş idi. Uzun süren iki taraf arasındaki mücadeleye Karluklar da karışmışlar, böylece, ihtimal Peçeneklere menşe teşkil eden ve bilhassa mühim bir tarihî hadise olarak kalabalık Oğuz kütlelerinin  Sır-derya'ya doğru batıya intikalini kolaylaştırmış olan Türgiş iktidarı büsbütün zayıflamıştı. Nihayet 20 sene içinde gittikçe kuvvetlenen Karluklar To-lu ve Nu-çi-pi'lere karşı üstünlük kazanarak, ağırlık merkezi Çu vadisi olmak üzere kendi hakimiyetlerini kurdular (766).


 


 

 


 


 


 

HAZAR HAKANLIĞI



7.-10. yüzyıllarda kuvvetli teşkilatı, canlı ticarî faaliyeti, dinî hoşgörüsü ve iktisadî refahı ile Kafkaslar ve Karadeniz'in kuzey düzlüklerinde îtil (Volga)'den Özü(Dnyeper)'ye, Çolman(Kama)'a ve Kiyefe uzanan sahada siyasî istikrar sağlayan Hazar hakanhğı Doğu Avrupa tarihinde büyük rol oynamış en mühim Türk devleti olarak görünmektedir. Hakanlığa ad veren Hazarların yukarıda gördüğümüz tarihî seyir dolayısiyle, Sabar Türklerinin devamı oldukları îslam yazarı el-Mes'üdî(10. yüzyıl)'nin bir kaydı ile de kuvvet kazanmıştır. Ona göre, îranlıların "Hazar" dedikleri topluluk Türkler tarafından "Sabar" (Sebir) diye anılır. Sabar adı yerine Hazar tabirinin hemen aynı manaya gelmesi de bunu teyid eder. Hazarları meydana getiren ahalinin yalnız eski Sabar Türkleri'nden ibaret olmadığı, aslen Sabar olan Semender ve Belencer adlı iki Hazar boyundan başka, hakanhk topraklarında yaşayan zümreler arasında türlü Türk guruplannın yer aldığı da şüphesizdir. Hazar ülkesinde Z'li (doğu) Türkçe (Hun, Gök-Türk, Uygur lehçesi) yanında R'li (batı) Türkçe (Ogur-Bulgar lehçesi) de konuşuluyor, ayrıca Fin-Ugor (Macarca) ve diğer mahallî diller kullanılıyordu. Bu, bölgede cereyan eden tarihî hadiselerin tabiî sonucu idi: Hazar devletinin ana topraklan durumunda olan Itil-Kafkaslar-Don arası saha, doğudan batıya gelişen büyük göç hareketierinin yolu olduğu için, Hunlardan, Ogurlardan, Fin-Ugoriardan. Avarlardan burada kalan kütleler hayatlarını devam ettiriyorlardı.
558'den sonraki yıllarda Sasanîlerle savaşa girişmiş Kafkaslar hakimi bir kavim olduğu bildirilen Hazarlar (daha doğrusu Sabarlar) "Hazar" adı ile 586'da Bizans'da iyice tanınmış bulunuyorlar, fakat aynı zamanda "Türk" diye anılıyorlardı. Çin kaynaklarında ise "Türk-Hazar" (T'u-küe Ho-sa-K'o-sa) adı ile zikredilmişlerdir. Bu son iki kayıt Hazar ülkesinin 576 yıllarında hakimiyeti Karadçniz'e ulaşan Gök-Türk imparatorluğu sahası içine alındığını göstermekte ve topluluk adları kullanılışında Türk geleneğine uygun düşmektedir. Böylece, Hazarlar, Gök-Türk hakanlığmın batıda en uç kanadını meydana getirmişlerdir. Ermeni tarihçisi rahip Sebeos (VII.asır)'a ve îslam kaynaklanna göre, Gök-Türk hanedam Aşına ailesinden bir başbuğun idaresinde bu durum 7. yüzyılın 2. çeyreğine kadar devam etmiş ve Hazarlar Batı Gök-Türk hakanının iradesi ile Sasanîlere karşı Bizans'a yardımda bulunmuşlardır. Hazarların Derbend'i geçerek Gürcistan'a girip Tiflis'i kuşattıkları ve Azerbaycan'a akınlar yaptıkları 626 yılına doğru, kendisi doğu Karadeniz sahillerinde bulunduğu sırada, başkenti Sasanî-Avar muhasarasına alınmış olan Bizans imparatoru Herakleios, Tiflis önlerine gelerek, Hazar hükümdar-başbuğu -ihtimal Batı Gök-Türk hakanı Tong Yabgu'nun küçük kardeşi- "Yabgu" ile vardığı anlaşma sonucunda sağladığı 40 bin atlının desteği sayesinde îran içlerine yürümeğe muvaffak olmuştu. Bu münasebetle Anadolu îranlıların istilasından kurtarılmış, Sa-sanîler artık büyük devlet olmaktan çıkmış ve Hazar kumandanı Çorpan Tarhan'ın başarı ile harekatı yürüttüğü bu sıralarda "Yabgu" da Tiflis'i zaptederek (629) bazı Ermeni kütlelerini himayesine almıştı.
Hazar tarihinin gerçek hakanlık devresi 630'dan itibaren başlamaktadır. Bu tarihte Orta Asya'da Gök-Türk hakanlığının Çin hakimiyetini tanıyarak bir fetret devresine girmesi üzerine, kendi topraklarında kendi başlarına idareler kurmağa giriçen birçok Türk topluluklarında görüldüğü gibi, Ha-zarlar da, müstakil hakanlık olarak devletlerini geliştirdiler. Başarı için ge-ekli siyasî ve iktisadî şartlar mevcut bulunuyoıdu.
Hazar Devleti, İran karşısında Bizans'ın en iyi müttefiki durumunda idi. Türk-Bizans işbirliği sayesinde zayıflayan Sasanî imparatorluğu 634-637'lerde İslam kuvvetleri tarafindan çökertilip îran toprakları Arapların eline geçerek, İslam ileri harekatı bir yandan Ermeniye yolu ile Kafkaslar'a doğru, bir yandan da Suriye üzerinden Anadolu içlerine doğru gelişmeye başlayınca, bu ittifak tabiî bir hal aldı. 7. asrın 2. yarısından itibaren gittikçe kuvvetlenerek 8. yüzyıl boyunca devam eden siyasî menfaatler ortaklığı, iki tarafın hükümdar aileleri arasında evlenmelere varacak ölçüde değer ve ehemmiyet kazandı.İmparator Justinianos II (685-695 ve 705-711) ve Konstantinos V (741-775) Hazar prensesleri ile evlendiler .
Konstantinos'un prenses Çi-çek'ten doğan oğlu, tarihte "Hazar Leon" lakabı ile tanınan împarator Leon IV (775-780) Hazar hakanının torunu oluyordu. Bu suretle imparatorlar, aynı zamanda kendi siyasî-askerî iç meselelerinin hallinde Hazar yardımından faydalanıyorlardı. Hazar Leon'un karısı îren'in, daha sonra, "Augusta" veya bir imparator naibi olarak değil, fakat tek başına ve tam salahiyetli "Basile-us" kabul ve ilan edilmesi gibi Bizans ve Roma tarihinde ilk defa görülen hadise herhalde Hazar-Türk tesiri ile izah edilebilir.
665'i takip eden yıllarda, Karadeniz kuzeyindeki "Büyük Bulgarya" devletinin kuvvetli Hazar genişlemesi karşısında dayanamıyarak parçalanması neticesi, Dnyeper'e kadar uzanan düzlükler Hazarlara geçmiş ve hakanlık Kafkasların güneyinde de îslam ileri harekatına karşı yolları kapamıştı. Araplarla Hazarların mücadeieleri şiddetli ve devamlı oldu. îlk büyük taarruz Halife Osman zamanında H. 31 (651-652)'de Selman b. Rebîa kuman-dasında yapıldı. Derbend'i aşarak Hazar başkenti Belencer'e kadar sokulan Arap kuvvetleri geri püskürtüldü ve Hazarlar güneye doğru Ermenistan'a girdiler. Bundan sonra, yarım asırdan fazla devam eden sınır boyu çarpışmalarını îslamların büyük çapta harekatı takip etti. Bu seferlerin başında Emevîlerin ünlü kumandanlarından Mesleme Abd'il-Melik (Halîfe Velîd 1 -705-715-'in kardeşi) bulunuyordu. Derbend havalisine kadar uzanan (707-710, 711 yılları) Mesleme 714'de Derbend'i zaptetti ise de, kendisinin Istanbul'a yürümek üzere Kafkaslar'dan ayrılmasından sonra, Hazar taarruzu karşısında Arap kuvvetleri geri çekildi. 722 yılında, Ermeniye valisi el-Carrah'ül-Hikemî Hazar ülkesinde büyük başarı kazandı. 730'a kadarki karşılıklı akınlar sonucunda Araplar tekrar Azerbaycan'a gerilediler. Fakat en mühim başarılarını Ermeniye ve Azerbaycan valisi Mervan b. Muhammet (sonradan halife)'in 737'deki harekatı ile elde ettiler. Bu münasebetle hakanın İslamiyeti kabule zorlandığı söylenir; ancak rivayete göre, az sonra o yine eski dinine dönmüştür. İslam halifeliğinde Abbasîlerin iktidara gelmesi ile nıücadele hızından kaybetti. Mühim olmak üzere 8. asrın 2. yarısında, 760'lardan sonra, Hazarların Tiflis'i tekrar ele geçirip Ermeniye bölgesine girmeler: zikredilmeğe değer Bu savaşlar dolayısiyle belirtildiğine göre, halîfe El-Mansür tarafından H. 141 (758)'de Daryal'da kurulmuş olan Ermeniye vilayet merkezinde vali Yezîd b.Useyd, hakanla uzlaşmak için, halîfenin arzusu gereğince bir Hazar prensesi ile  evlenmek istemiş, tarhanlar refakatinde ağır çeyizi ile Berdaa(vilayet merkezi)'ya getirilen kızın doğum esnasında çocuğu ile ölmesi, hakanı bunun gerçekte bir ihanet sonucu olabileceği düşüncesine sevkederek harp sebebi sayılmış ve As-Tarhan kumandasındaki Hazar ordusu hilafet topraklarına yürümüştür.
îslam hilafet imparatorluğunun en kuvvetli devirlerinde Arap ordularına karşı gösterilen bu çetin mukavemet Hazar devletinin kudretini bir kere daha ortaya koyar. Hakikaten 8.-9. asırlarda hakanlık, îslam müelliflerinin ifadelerinden de anlaşıldığı üzere, Çin ve Bizans ile denk ayarda olmak üzere, Doğu Avrupa'nın en büyük siyasî teşekkülü durumunda idi. Sınırlan bilhassa batı ve kuzey yönünde genişlemiş, Kuzey Kafkaslar'da "Serîr" ülkesi "Avarlar", Alanlar, On-ogurlar ve Kafkaslar'ın dağlı kavimleri, Kırım'da Gotlar, İtil Bulgarian, Volga civarında Fin-Ugor Burtas'lar661 ve başka çeşitli Fin kollan, Desna ırmağı ile orta Dnyeper çevresindeki îslav kütlelerinden Radimiçler, Vyatiçler, Severianlar, Polianlar vb., Kuban havalisindeki Macarlar ve Kiyef ile dolaylan, hakanlığın idaresine girmişlerdi.
Böyiece, 9. asır sonlarına ait bir kaynakta (Eldad ha-Dani) hakanı "25 kral"ın başında olduğu söylenen Hazarlara bu siyasî gücü sağlayan başlıca imkanlardan biri, hakanlığın, coğrafî mevkii itibariyle Ortaçağ'ların belki en canlı ticarî faaliyet bölgesinin merkezinde yer almış olması idi. Hazar ülkesine İskandinavya'dan, Volga ve Kama boylarından bilhassa kürkler (samur, kakım, sansar, zerduva, tilki vb.) ve diğer ticarî mallar (balmumu,Xut-kal), Çin'den ve Türkistan'dan ipek ve kumaşlar, Bizans'tan türlü sanat ve süs eşyası geliyor, îtil ve başka Hazar çehirlerinde pazarlanıyor, bu çeşitli ve zengin emtia Orta Asya-Doğu Avrupa-Yakın-doğu kıtalan arasında bir yandan diğer yana akıyordu Hazar hakanlığı, devlete yüksek gelir sağlama bakımından bu büyük ticarî faaliyeti teşkilatlandırıp emniyet ve kontrol altına almak suretiyle en iyi şekilde değerlendiren bir siyasî birlik olarak Türk devletleri arasında seçkinleşmiştir.
Kaynaklarda açıklandığına göre, Hazar hakanlığı refah içinde idi. îbn Fadlan (M. 922) Hazarlann bal, mum, un, kadife ve kürk ticareti yaptıklannı, Gerdîzî (M. 1048) arıcılık ve balmumu ticareti ile uğraştıklannı söylemekte, îstahrî (M. 930-933) Hazar devlet hazinesinin kaynakları olarak, ülkeye giriş noktalarında ve kara, deniz ve nehir yollarının belirli yerlerinde elde edilen gümrük resimleri ile tacirlerden alınan 1/10 vergileri zikretmekte, el-Mes'üdî (M. 944) Hazarların denizde ve nehirlerde gemiler işlettiklerini bildirmektedir . Aynı kaynaklara göre Hazar ülkesinde tarım için verimli topraklar ve pek çok meyve bahçeleri bulunuyor ve bunlar "hayata kolaylık getiriyordu". Mevcut imkanlar dolayısiyle Hazarlar şehirler de kurmuşlardı. Bunların en mühimi başkent îtil şehri idi. Öteki büyük şehirler, Belencer etrafında 4 bin kadar bahçesi ile Semender (Dağıstan bölgesinde deniz kenannda) , Kuban'ın Karadeniz'e döküldüğü yerde Tmutorokan <Taman Tarhan adından), Volga kıyısında Sarıgşın (Arap kaynaklannda, Al-beyza). Bugünkü Türkçe ile "Ak-şehir" diyebileceğimiz Sarıgşm, başkent îtil'in bazan "Hazaran" denilen doğu kısmı idi. Başkentte hakanın oturduğu batı semtine "Han-balıg" (Han-şehri) adı verilmişti. Başta kagan (hakan) veya Yilig (elig) ile bey (beh, peh)in bulunduğu, şad'lar tarhan'lar tudun'lar idaresinde olarak, eski Gök-Türk teşkilatını devam ettiren Hazar devleti kuvvetli ordusu ile hakim olduğu geniş sahada asayiş ve ulaşım güvenliği temin ederek 7.-9. yüzyıllar boyunca, Doğu Avrupa'da tam manasıyla bir "Hazar Barışı" ("Pax Khazarica") çağı gerçekleştirmişti Hatta bu maksatla herhangi bir dış saldırıyı vaktinde önlemek için Bizans'tan getirilen ustaların yardımı ile 835'de ünlü Şarkel kalesi yaptırılmıçtı. Rus kroniklerinde Bela Vedza (Beyaz kale) olarak zikredilen bu kale beyaz taştan ve tuğ-adan inşa edildiği için batı Türkçesi ile Şarkel (ak-ev=ak-kale) diye adlandırılmıştı.
"Hazar Barışı" ulaşımı hızlandırmış, mal mübadelesini artırmış, dolayısiyle hakanlık Doğulu, Batılı milletlerden kütleler halinde ticaret ve sanat erbabının kaynaştığı bir ülke haline gelmişti. Bu sebeple, konuşulan çeşitli diller yanında türlü yazılar (Gök-Türk, Arab, îbranî, Kyrill) kullamlıyordu. Ahali de çeşitli dinlerde idi. Hazarlar aslında eski Türk-Bozkır dini olan, Tanrı'nın birliği inancına dayalı, Gök Tanrı ("Tengri-Han") itikadında idiler Fakat milletlerarası sıkı münasebetler sonucunda ülkede îslamlık, Hıristiyanlık ve Musevîlik de yayılmış olup, her cemaat tam bir vicdan hürriyeti içinde kendi dininin ibadet ve ayinlerini icra etmekte idi. Kaynaklara (îs-tahrî, M. 932, el-Mes'üdî, M. 944, îbn Havkal, M. 977) göre, Hazar şehirlerinde camiler, kiliseler, sinagoglar yanyana bulunuyordu, îslamlığm (9. yüzyıl ortalarında) Harezmliler aracılığı ile yayıldığı, Ortodoks Hıristiyanlığın Bizans'tan geldiği (8. yüzyıl son çeyreğinde) ve Hazar hakanının isteği üzerine meşhur İslav "apostol"u Kyrill (Kyrillos)'in başkent İtil'i ziyaretinden (861-862) sonra arttığı anlaşılıyorsa da, Musevîliğin, üstelik yalnız hakan ve ailesi ile idareci zümre dini olarak, ne zaman ve ne suretle kabul edildiği tam kesinliğe ulaşmış görünmüyor. Hazarların Musevîliğe dönmesi umümîyetle Bulan adlı hakana bağlanmakta ve çeşitli tarihler verilmektedir. Son araştırmalarda Bulan'ın 8. yüzyılda Khersones'de (Güney Kırım'da) din değiştirdiği ileri sürülmüştür. Bazı İslam müelliflerine (el-Mes'üdî) göre, Hazarlar Abbasî halîfesi Harun'ur-Reşîd zamanında (786-809) Musevîliğin bir mezhebine girmişlerdir. "Karay" denilen bu mezhep, Musa'nın talimlerini ihtiva ettiği sanılan "Talmud"a fazla itibar etmeyen ve helki bazı İslamî unsurlarla karışık bir itikat olup, Hazarların da kısa zaman içinde iyice Talmudculuğa yaklaştıkları söylenir. 960 yıllarına doğru Endülüs Emevî devletinde Musevî nazır Hasday b. Şaprut'un Kurtuba'dan Hazar hakanı "Yasef'e gönderdiği mektup ile hakanın îbranîce yazdığı rivayet edilen cevap da meseleye tam bir aydınlık getirmemiştir. 16. asırda Mısır'da ele geçirilerek İstanbul'da yayınlanan (1577) bu "yazışma" ("Correspondence Kha-zare")'nın ilmî yayınlara ve açıklamalara konu olan metni (en iyisi, P. P. Ko-kovtsov, 1932, Leningrad) hakkındaki tenkidler684 vesikanın gerçekliği husu-sunda ciddî çiipheler uyandırmış ise de, içinde verilen bilginin birçok bakımlardan doğruluğu ortaya konabilmektedir. Netice olarak, Karay dini mensuplarının (Karaimler) Hazar ülkesinde gittikçe kalabalıklaştığı ve hatta zamanımızda Kırım'da, Lehistan'da ve Türkiye'de (İstanbul'da) yaşayan Karaimlerden hiç olmazsa ana dilleri ve dinî lisanı Türkçe olan cemaatlerin Musevî Hazar Türklerinin ve belki kısmen Karaim Kumanların torunları oldukları anlaşılmaktadır.
"Hazar Barışı"nın sağladığı sükünet ve huzurla gelişen ticarî faaliyet, tarihin mühim hadiselerinden biri olmak üzere, Rus-İslav devletinin teşekkülüne yardım etmiştir. îskandinavya-Bizans ticaret yolu üzerinde, ormanlarında kıymetli kürklü hayvanları ve orman-bozkır sınırı boyunca anları bol bölgelerde oturan, daha çok avcılık ve bal istihsali ile uğraşan İslav-Fin karışımı kabileler, aynı ticarî maksatlarla buraya gelen îskandinavya'lı gözü pek denizci Vareg (Norman)'lerden Rus (Ross, Rhos<Rodh=gemici, eski îsveç dilinde) diye adlandırılan maceracı bir grubun idaresine girmişler ve Hazar örneğine uygun bir siyasî yapı kazanmağa baçlamışlardı (9. asrın ilk yarısı). tlmen gölü çevresinde yerlilerden aldıklan kürk, bal, balmumu gibi mallar sayesinde Bizans ile alış-verişe girişen Vareg-Ruslar o civarda bazı kasabalar da kurmağa çalışıyorlardı. 9. yy. 2. çeyreğinde İlmen'in kuzeyindeki Novgorod şehrinin, Rurik adlı bir Vareg-Rus'un knezlik(beylik) merkezi olduğu ve bu "knez" (kelime aslen Germence'dir)'in oralardaki bazı İslav kabileleri tarafından "hükümdar olması için" nasıl davet edildiği Rusların "ilk kronik" (Nestor Tarihi. 12. asrın ilk çeyreği)'inde efsane vasfında anlatılır.
Rurik, Hazarlara bağlı orta Dnyeper sahasındaki Hazar merkezi (kalesi) Samba-ta'ya gelerek, (862'de) tabilik statüsü altında, ticarî-siyasî faaliyetlere giriş-mi§ ve Rurik'den sonra halefi Oleg, aynı yerde o sıralarda gelişen Kiyef §eh-rini kendi hakimiyetine geçirmeğe muvaffak olmuştur (882). Bu münasebetle adı ancak Türkçe ile açıklanabilen Kiyefin, Sambata gibi, Türkler tarafın-dan kurulduğu ileri sürülmüştür. Bu devirde Rus knezliklerinde Türk tesirleri açıktır. Daha 839'da ilk kurulan "Rhos" (Rus) birliğinde baçkanın unvanı "chacanus" (khakanus=hakan) idi (Frank kroniki Annales Bertini-ani). 988'de Hıristiyanlığı kabul eden prens Vladimir ve sonra knez Ya-roslav (1036-1050) hala resmen "kagan" unvanını taşımağa devam ediyorlardı. îbn Rusta (920'lerde) Gerdîzî ve Metropolit Hilarion (11. yüzyıl) hep Rus "hakan"larından bahsederler. 10 yüzyılda Kiyef şehrinin bir kısmı "Kozari" diye anılmakta idi. Kiyefe Türkçe "Mankermen" (=büyük hisar) de denilmiş ve Moskova'daki Kremlin (=hisar, kale) sarayı adının Türkçeden geldiği belirtilmiştir. İlk Rus kanunnamesi "Ritsskaya Pravda" (XI. yüzyıl 2. yarısı)'da "drujina" (idareciler) ile teb'a münasebetlerinin açıklanmasında adeta bir Hazar-Türk topluluğunu sezinlemek mümkün görülmüştür.
Hazar hakanlığı Macar (Magyar) devletinin de gerçek kurucusu durumundadır. Aslında Urallı (Fin-Ugor) bir kavim olarak, Vogul ve Ostiyaklarla yakın akraba bulunan Macarlar Ural dağlarının ormanlık yamaçlarındaki eski yurtlarından bozkırlar çizgisine inerek, buradaki Ogur Türkleri ile uzun bir devre birlikte yaşamışlardır. M. 463'lerde Sabarların batıya göç hareketleri baskısı dolayısiyle Macarların (bir kısmı bugünkü Başkırtar sahasındaki yurtlarında /Magna Hungaria=Asıl veya Büyük Macaristan/ kalırken), kalabalık kısmı Ogurlarla birlikte Kuzey Kafkaslar'a, Kuban nehri dolaylarına gelmişlerdir. Orada On-Ogur'ların idaresinde kaldıklan için On-Ogur (=Ongur, Ungri, Ongri, Ungor, Ungaros, Hungarus, Hongrois, Venger vb.) adı ile de tanınmış olan Macarların eski tarihine ait, Belar (Bul-gar)'ın gelinleri ile Alan prensinin iki kızının Hunor (Hun-eri) ve Moger (Magy-eri) taraflarından kaçırılıp zevceliğe alındıklan hikayesi ile, Hurorve Moger kardeşlerin bir geyik rehberliğinde Azak denizinin batısına geçtiklerine dair Batı kaynaklarında nakledilen gelenek Macarların, Karadeniz kuzeyinde Bulgarlarla -ve herhalde Bulgarların aracılığı ile- Hunlarla yakın ilişkilerinin ve Alanlarla komşuluklarının hatıralarıdır. Sabariarın Kafkasya'yı işgalleri sırasında "Sabar(d)" diye, daha sonra (Gök-Türk hakimiyeti Kırım'a kadar uzanınca ve sonra Hazar hakimiyeti dolayısiyle) "Türk" diye anılan Macarlar, 400 yıl kadar Türklerle bir arada yaşamanın neticesi olarak, Bozkır kültürünün derin tesiri altında Türk kültür unsurlarını benimsemişler, ona göre teşkilatlanmışlar, hayvan beslemeyi, çiftçiliği, bağcıhğı, kanun kavramını ve yazıyı öğrenmişlerdir. Halen Macar dilinde yaşamağa de-vam eden Türkçe sözler (batı, yani -r'li- Bulgar Türkçesi'nden) bunu açıkça gösterir: ÖA:ör=öküz, n>ıö=dana, bika =buğa, borjıı=bızagı, tyuk=tavuk, /co5==koç, kecske=keçı, tarlo=taıa, teknö=tekne, ^aro=kazık, eke=saban, arok=aııi, bıaa=bugüay, arpa=arpa, borso^buıçak, a//na=elma, szölö= (sidleg'den)üzüm, sereg=çeri(g) (ordu), beke=han^, ero=erk (kuvvet), tör-veny=töre (kanun), tamı=tamk (şahid), belyeg=(pu) belge, erdem=eTdem (fazilet), egy=kutsal, frü/ı^günah, öö/c^=bilge, kek=gök (mavi), sarga=san, zsam=s3iyı, betü=biü(g) (harf),/+/ı;= yazmak vb.... Macariar Don nehri dolaylarında (Dentü-Mogyeria) iken, Hazar hakanlığınca tayin edilmiş ve hatta bir Hazar prensesi ile evlendirilmiş ve ihtimal "kündü" unvanını taşıyan başbuğları Lebedi'nin idaresinde bulundukları sırada, doğudan gelen Peçenek baskısı sebebi ile yerlerinden ayrılarak Dnyeper-Dnyester-Prut böl-gesi (=Etel-küzü~Etelköz=nehirler arası)'ne geçmişlerdir. Burada Kün-dü ile "Üge" taraflarından idare edildikleri zaman, herbirinin başında Hazar hakanlığının tayin ettiği birer "ür" bulunan 7 kabileden kurulu birlik teşkil ettikleri anlaşılan Macarların Türklerle büsbütün karıştıklarını kabile adları göstermektedir: Tarjan (tarkan), Yenö (Türkçe ünvan "ınak"dan), Kürt Gyarmat (yorulmaz), Ker (büyük, iri), Keszi (kesik, parça). Diğer iki kabile Fin-Ugor: Nyek ve Maeyar 7. Bunlardan Orta Asya'da Türk asıldan bir boy olarak görünen Kürt kabilesi inden hiç olmazsa bir bölümün Gök-Türkler çağında gelerek Macarlara katıldığı sanılıyor.(bu görüş çürütülmüştür bk. 1. dipnot) 880'lerde batıya doğru yönelen Peçeneklere kendi ülkesinden yol vermek zorunda kaldığı anlaşılan Hazar hakanı tarafından, herhalde Peçenek tehlikesine karşı Macar birliğini sağlam tutmak maksadıyla, Üge soyundan Almış-oğluArpad (Türkçe, Arpacık)'a tam selahiyet verildi ve o, "Türk (Hazar) usulünde töre uyarınca kalkan üzerinde kaldırılmak" suretiyle ve herhalde Gyula (=Yula, Cula, Türkçe unvan) olarak Macar kabileler birliğinin başbuğu ilan edildi. Hazar topluluğundan ayrılan üç urugdan kurulu Caöa'ların da katılması ile Macar kabile sayısı 8'e yükseldi, dolayısiyle Macarlar arasında Türk unsur daha da arttı ve bu sebepten Fin-Ugorca yanında Türkçe de yaygın dil haline geldi ki, bu iki dilli durum bir asır kadar sürmüş gibidir. 889'a doğru Macarlara yönelen 2. büyük Peçenek taarruzu yüzünden Etelküzü'yü terk etmek zorunda kalan Macarlar, vaktiyle Avarlarla birlikte bir kısım soydaşlarının gittiği ve kendi hayat şartlarına uygun bulup beğendikleri Tu-na-Tisa bölgesini, Arpad (ölm. 907)'ın sevk ve idaresinde, işgal ederek bugünkü vatanlarını (Macaristan, Hungaria) kurdular (896). Türk soyundan gelen 713 ve 1301 yılına kadar devam eden Arpad sülalesi mensupları, 1000 senesinde Hıristiyanlığı (Roma Katolik) kabul edinceye kadar çoğunlukla Türkçe adlar taşımışlardır: Tarkaç, Yutaş, Taş, Tarma ve Geza; iki prenses: Saroltu, Karoldu (Ak-gelincik, Kara-gelincik) ve Hıristiyanlığı devlet dini yapan ve Stephanos (îstvan) adını alan kral: Vayk (=Bay+k)715. 0 tarih-lerde Bizans kaynakiannda Macarlara daima "Türk" denildiği gibi, Macaristan'a da "Türkiye (Tourkfıia) adı verilmiştir. Ayrıca Macarlardan bir zümre olup bugün Erdel (Transilvanya)'de oturan Türk asıllı Szekely (Sekel)'ler717 16. yüzyıl ortalarına kadar, eski Orhun alfabesinin az değişiklikle devamı olan ve Macar "Oyma yazısı" (Rovasîras) denilen yazıyı kullanmışlardır ki, bu yazıdan bir hatıra da İstanbul'da bulunmuştur (Elçi Hanı kitabesi. 16 yüzyıl).
Hazar hakanlığı 10. yüzyılın ortalarından itibaren gücünü kaybetmeğe başladı. Bu, tabiat'ıyle daha önceki tarihlerde beliren sosyal huzursuzlukların sonucu idi. Başlangıçta 1 liklerden kurulu olan ordu -Hazar unsurunun daha çok ticarî içlere kayması dolayısiyle-ücretli asker sayısının gittikçe artması yüzünden, yavaş yavaş millîliğini kaybederek yabancılaşıyordu. Daha 8. asır ortalarında ücretlilerin mühim bir kısmını Harezm ve civarından gelen müslümanlar (Khalis~ Kh ~alis=Kaliz'ler) teşkil ediyordu. Mesela yukarıda 762-764 hadiseleri dolayısiyle zikrettiğimiz Aslarhaıı daha zıyade kendi yurttaşlarına kumanda eden Harezmli bir askerdi. Memlekette dil ve din birliğinin bulunmaması, Hazar topluluğunun dağılmasını kolaylaştıran amillerden olmuş; ordunun kuvvetten düşmesi neticesinde ticarî emniyetin sarsılması ekonomik dengeyi bozmuş; Peçeneklerin ülkeye yayılmalan, belki büyük karışıklık yılları olarak bilinen 854'lerde Kabarların, daha sonra Macarların ve ihtimal Kalizlerle Bulgar îskil 721'lerin yurttan aynlmaları hakanlığı büsbütün zaafa uğratmıçtı. îslavlar durumdan faydalandılar. Ticaret örtüsü altında etrafta saldırgan hareketlere giriştiler. Hazar sahillerindeki kasabaları yağmalıyor, tahrip ediyor, ahaliyi öldürüyorlardı (bilhassa 910, 913, 943 yıllannda). Vaktiyle hakanlık gemilerinin huzur içinde dolaştığı deniz ve nehir yollarında emniyet kalmadı. Hazar hükümet makamlarının kanunsuzluklara engel olmağa çalışmaları îslavları büsbütün azdırdı. Nihayet Kiyef Rus prensi Svyatoslav, Türk tarzında kurup donattığı kalabalık kara ve nehir kuvvetleri ile her cihetçe borçlu bulunduğu efendilerini mağlüp, başkenti zapt ve diğer şehirleri tahrip etti (965). Yakınında 12. asırda "Saksın" şehrinin kurulduğu eski başkent îtil şehri, el-Bîrünî zamanında (1048) bile harabe halinde idi.. Hazarlar dağıldılar. Tmutorokan'a, Kırım'a doğru çekilenler topluluk hayatını devam ettirmeğe çalıştılar. Diğer taraftan Hazarlar yabancı ülkelerde de bazı hatıralar bırakmışlardır: İshak b. Kündücük, Ab-basî halîfesi el-Mu'temid zamanının (870-891) tanınmış kumandanlarındandı. Tegin b. 'Abdullah'il-Hazarî üç kere Mısır valiliği yapmıştı (10. asrın ilk çeyreği). Hatta Ye'cüc-Me'cüc seddini aramak üzere halîfe el-Vasık (842-847) tarafından Kafkaslar'a gönderilen ve Türkçe de bildiği söylenen Sellam-ut-Teı-cüınan aslen bir Hazar Musevîsi olduğu rivayel edilmiştir. Kafkaslarda yaşayan Karaçayların Hazarlarla akrabalığı ileri sürülmektedir. Bugün Hazarlann hatıralarından biri Hazar Denizi'nin adıdır.


 

 


 


 

Bulgar Türk Devleti



8.Asır sonunda İtil ve Kama havzası ,sonraları Karadeniz ve Tuna  kenarlarında kurulan Bulgar Devleti,Cengiz'in torunu ve Batu ile gelen Türklerin memeleketlerini istila etmeleri sonucu 1236 da yıkılmıştır.

921 de İslamiyet'i kabul eden ilk büyük Türk devletidir.Mimari abideleri ve maden işleri ehemmiyetlidir.

OĞUR'LAR (BULGAR'LAR)

Büyük Türk Hükümdarı unutulmaz şahsiyet Attila'nın ölümü üzerine;küçük oğlu İRNEK kendisine bağlı Hun kütleleri ile beraber Orta Avrupa'yı terk ederek doğu yönüne doğru ilerlemiş ve Karadeniz kıyılarına geldiklerinde burada yaşayan diğer Türk kütleleri ile karşılaşmış,bunlarla yaşamaya başlamışlardı.Bu karışımdan doğan yeni topluluk Türkçe "Bulgar"(Bulgamak=karışmak) diye anılmaya başlamışlar. Bu sebeple İrnek Bulgar Hükümdar sülalesinin atası sayılmıştır.
Hun kütleleri ile karışan Türklerin asıl adı "OĞUR" dur.Tuna ağzından Volga'ya kadar,Karadeniz kuzeyindeki bozkırlarda ayrı boy birlikler halinde oturuyorlardı.Ural Dağlarının doğusundaki yurtlarından Sabar'lar tarafından uzaklaştırılınca 461-465 yıllarında bu bölgeye gelmişlerdi.
Devlet teşkilatı düzeninde ilk Bulgar birliğinde On-Oğur'lar çoğunluk halindeydi.Bunlar daha ziyade Kafkaslara doğru sahada oturuyor ve evvelce Göktürk'lere bağlı bulunuyorlardı.Göktürk imparatorluğunn dağılmasından sonra Bulgar'lar da ayrı bir devlet kurmuşlardı.
Yeni kurulan bu devletin ilk hükümdarı KURT idi.Sülalesinin Asya Hun Tanhu'larından geldiği ileri sürülmüştür.Kurt'un dağınık Oguz kabilelerini birleştirerek meydana getirdiği ülkesine "Büyük Bulgarya " deniliyordu.Fakat devlet uzun ömürlü olmadı.Kurt'un ölümünden (665)sonra komşu Hazar Hakanlığının baskıları sonucu parçalanarak yıkıldı.
Bu Türk kütleleri defalarca kez devlet kurmakta zorlanmamışlardır.Bunlardan en önemlileri;
1-BÜYÜK BULGARYA DEVLETİ
2-TUNA BULGAR DEVLETİ
3-İTİL BULGAR DEVLETİ 
En uzun ömürlü olanı ise şüphesiz Tuna Bulgar Devleti'dir.Bu devlet 679-691 yıllarında Asparuk Kağan'ın idaresinde Dobruca'nın güneyinde kurduğu devlettir.Kısa zamanda gelişmiş ve bugünkü Bulgaristan Devletinin temelleri o zamandan atılmıştı.Bulgar'lar bu topraklarda yaşayan,devlet fikrine yabancı İslav kütlelerini yanlarına alarak bunlara vatan,devlet ve millet kavramlarını öğretmiş,onları teşkilatlandırarak,Bizans ile mücadeleyi öğretmişlerdir.
Tuna Bulgar'larının yine de en sıkı ilişkileri hep Bizans ile olmuş,716 da bir ticaret ve savunma anlaşması yapılmıştır.Bu anlaşma gereğince 717-718 yıllarında İstanbul Müslüman Arap ordularının kuşatmasına maruz kalınca bu şehri Bizans ile beraber savunmuşlardır.Bu işbirliği Bulgar Devletine iktisadi imkanlar ve huzur sağlamıştır.

TÜRK KÜLTÜRÜNDEKİ BOZULMALAR

Bulgar Hakan'ı OMURTAG Han'ın (814-831) teşkilatçı ve idareci kimliğinin çok iyi olması neticesinde toprakları hızla genişlemiş Tuna-Sava Drava havzası ele geçirilmişti.Ancak gerek bu bölgelerde yaşayan İslav kütleleri,gerekse içlerinde bulunan İslav halk bir araya gelince Devlet içindeki Türk unsurlar az sayıda kalmış,hele birde bunlarla evlenme vakaları başlayınca zaman içinde kalabalık İslav halkın dili ön plana çıkmış ve netice olarak yetişen yeni kuşak İslav dilini ve adetlerini benimsemeye başlamıştı.

Bütün bu unsurların bir araya gelmesi sonucunda Türk kütleler tamamen İslavlaşmıştır.Bu oluşum BORİS HAN'ın Ortodoks dinini 864'te kabul etmesiyle beraber devlet Türk karakterini tamamen yitirip,İslav-Bizans kültür çevresine girmiştir.


 

 




 

 

KUMANLAR (KIPÇAKLAR)



Eski Türk kavimlerinden biri.Avrupalılarca Kuman olarka anılırlar.Kıpçaklar 11.-14. yüzyıllar arasında Güney Rusya'da Volga'dan Dniyeper'e kadar uzanan bozkırlarda göçebe olarak yaşamışlar.Arap ve Fars kaynaklarında bu yerler Deşti Kıpçak adıyla anılır.


Kuman ismi Türk lehçesinde "sarımtırak" manasına gelmektedir.Bunun için Rus dilinde kendilerine aynı manaya gelen "polovets" Almanca da "Falben" denilmiştir.Kıpçak adı da "öfkeli ,birden kızan" manasına gelir.Kuman'lar Türklerin sarışın tipidir diyenlerde olmuştur.


Kıpçak kütlesi Batı Göktürk topluluklarından biriydi.Balkaş'tan İrtiş'e kadar hakim bulundukları sırada güneyden Kuman'ların gelmesiyle daha da güç kazanarak,Volga üzerinden batıya yönelmişlerdi.1061 ve sonra kendilerinden kaçan bazı Uz ve Peçenek gruplarını hizmete aldığı gerekçesiyle 1068'de Rus Knezleri'nin müttefik kuvvetlerini perişan eden Kuman'lar Güney Rusya sahasına yerleştiler ve Moğol istilasına kadar Karadeniz kuzeyindeki bozkırları hükümleri altında tuttular.Boylar Han ünvanını taşırdı.


Kuman hakimiyeti 1080'lerde Balkaş Gölü-Talas havalisinden Tuna ağzına kadar yayıldı.Kuman-Kıpçak sahası o zamandan beri doğuda "KIPÇAK BOZKIRI" adı ile anılır oldu.
Kuman'ların asıl amacı toprak istilası değil;kendi güvenlikleri için bozkır sınırları ötesindeki siyasi toplulukları daima baskı altında tutmak istiyorlardı.Güvenlik sağlayıcı barış şartlarını,karşı taraf sözünden dönmedikçe de bozmamışlardır.


Kuman'lar Rus Knezleriyle çok uzun mücadeleler vermişler ve bu mücadelelerin en önemlisi olan 1185 yılındaki müttefik Rus kuvvetlerini aşağı Don boyunda kuşatarak hemen,hemen hepsini imha etmişlerdi.Rus prensi İgor esir alınmıştı.Rus milli destanının konusu bu savaştır.
Don ve Kuban dolaylarında Gürcüler ile de yakın ilişkiler kurmuş,onların etkisiyle kısa zamanda Hıristiyan dinini kabul etmişlerdir.Bir müddet sonra 1123 tarihinde Tiflis'i alarak burayı başkent yaptılar.Gürcistan idaresini ise bir müddet sonra tamamen ele geçirip Şimdiki Erzurum ili sınırları içinde kalan Oltu ve İspir'e kadar ilerlediler.1184-1213 yıllarında Gürcü krallığı en parlak çağlarını yaşadı.


Kıpçak tarihindeki diğer ilginç olan bir hadise ise;hayat şartlarının bozulduğu veya kıtlık olduğu zamanlarda bir İslav geleneğini benimseyen Kıpçak'ların daha zengin başka ülkelere çocuklarını yollamalarıdır.İşte bu devletlerden birisi de Mısır'da bulunan EYYÜBİ DEVLETİ'dir.Kıpçaklar böyle zamanlarda çocuklarını para karşılığı Mısır'a gönderiyorlar, Eyyübü Devleti sultanı askeri gücünü yabancılardan sağlamak zorunda olduğu için de bu çocukları ve gençleri sevinçle kabul ediyor,onları özel kışlalarda eğitip orduda görev veriyordu.


Nihayet İZZETTİN AYBEG'in 1250'de Eyyübiler yerine sultan ilan edilmesi ile kurulan Mısır Türk Devleti kısa zamanda Kuman-Kıpçak unsurlarının eline geçti.Sultan KOTUZ'dan sonra,Sultan BAYBARS hem kudretli bir asker,hem de yüksek bir idareci olarak kendini gösterdi.İslam Hilafetini canlandırdı,Moğolları Suriye'den uzaklaştırmayı başardı.Yerine geçen Sultan KALAVUN Moğol,Ermeni,Frank müttefik kuvvetlerini mağlup etti.Kalavun'un çocukları Kölemen Devleti'ne kadar idare ettiler.(1290-1382)
Kıpçak bozkırlarında kalan Kuman'lar ise Moğol kuvvetleri karşısında duramadılar,1223 yılında KALKA Savaşında ve özellikle 1239'daki büyük savaşta uğradıkları ağır yenilgiler dağılmalarına sebep oldu.

Kıpçaklar  Kumanca yada Kıpçak denilen bir Türk ağzı ile konuşuyorlardı.Kıpçak dilinde yazılmış birçok eser vardır.Göçebe bir ulus olmasına karşın Kıpçaklar,kültürleri ve dilleriyle başka Türk ağızlarını ,hatta başka ulusları etkilemişlerdir.Kırım Ermenileri bile bir zaman Kıpçakça konuşmuşlardır.Kıpçak kültürü ve dilini en iyi belirten eser ,tek yazma nüsha olarak Venedik Saint Marcus Kitaplığı'nda bulunan Codex Cumaniscus'tur.


BORÇ-HAN kumandasındaki Moldava Kuman'ları Hıristiyanlığı kabul edip oralara yerleşti.KÖTEN idaresindeki diğer Kuman kütlesi ise Macaristan'a sığındı.Kıpçak bozkır sahasında Altın-Ordu Devleti kurulduktan sonra ise artık tamamen Kuman-Kıpçak'ların etkisi yok olmuştur.


Bu Türk kavminin tarihi rolleri oldukça geniştir.Bu Türk boyları Rus'ların Karadeniz'e ve Balkanlara sarkmalarına izin vermemiş ve Dağıstan havalisi,Terek boyu ve civar bölgelerin Türkleşmesinde etkili olmuşlardır.


 

 

 



 

 


 

Avar İmparatorluğu



Çin kaynaklarında Juan Batılı kaynaklarda Avar denmiş ,Göktürkler bu kavme Apar adını vermişlerdir.lV ve lX yy.arasında dünya tarihinde önemli roller oynamış bir Türk kavmidir.Tarihi ,Asya dönemi (lll-Vl.yy) ve Avrupa dönemi (lV-lX yy) olmak üzere ikiye ayrılır.

Hun İmparatorluğu'nun yıkılmasındna sonra Türkler'in ikinci İmparatorluk hanedanı olan Avarlar ,M.S. 200 sıralarında Orta Asya'da bağımsız bir imparatorluk kurdular.İmparatorluk 400 yıllarında İrtiş ırmağından Kore Yarımadası'na kadar uzanıyordu.Avarlar 458 de Çinlilerle yapılan savaşta yenilerek kuzeye doğru çekildiler.552 de O zamana kadar Avarlar'a bağlı olan Göktürkler Avar İmparatorluğu'na kesin son vererek egemenlikleri altına aldılar.Avarlar'ın bir kısmı Çin'e sığındı,geri kalanlarda Batıya doğru çekildiler.

Batı'ya çekilen Avarlar Volga bölgesindeki Oğuz Türkleri'ne sığındılar.Sonra Kafkaslar'ın kuzeyine yerleştiler.

Avar Kağanı 558 de Bizans'tan yerleşmeye elverişli toprak istedi.Toprak verilmeyince ilişkileri düşmanca bir nitelik kazandı.

Slav boylarını egemenlikleri altına alıp ,Avrupa'nın içlerine doğru akınlar düzenlemeye başladılar.563 de Kağanlar'ı Bayan Yönetiminde bir Avar Devlei kuruldu.Avarlar Bizans ordusunu bozguna uğrattılar.Macaristan'ı ele geçirip bu ülkeye yerleştiler.Avar İparatorluğu'nun elindeki topraklar Elbe Vadisi ve Alp Dağları'ndan Don Irmağına kadar uzanıyordu.Avarlar bütün Avrupa'yı yağmalayarak ve Bizans'tan büyük vergiler alarak iyice zenginleştiler.617 de ve 626 da olmak üzere Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olan Konstantinopolis (İstanbul) u iki defa kuşattılar ise de alamadılar.

7.yüzyil boyunca Bizans'ın desteğiyle Avarlar'a bağlı kavimler ayaklanarak , Avarlar'da topraklar aldılar.8.yy.da Avarlar la Franklar'ın destekledikleri Bavyeralılar arasında olan yirmi yıl savaşları,Avar Devleti'ni iyice sarstı Frank Hükümdarı Büyük Karl 803 yılında Avar ülkesini alarak bağımsız Avar İmparatorluğu'nu ortadan kaldırdı.Avarlar'ın büyük bir bölümü Hristiyanlığı kabul ederek Slavlar arasında eridi.

Avarlar göçebe bir kavimdi.Kavimlerden oluşan bir federasyon yapısındaydı.Bağlı kavimler sınır boylarına yerleştirilip tampon olarak kullanılırdı.Avarlar'ın başında Kağan unvanı taşıyan bir hükümdar ve yuğruç denen vezirler bulunurdu.Devlet örgütlenmesi ordu ve askerliğe dayanıyordu.Atlı birlikler Avarlar'dan oluşurken yayalar Slav kavimlerinden oluşturulurdu.Önceleri Şaman olan Avarlar daha sonra Hristiyanlığı benimsediler.

Sonuç olarak Avrupadaki Avar hakimiyetinin Germen ve Slav toplulukları üzerinde önemli etkisi olmuştur.Bu bakımdan ilk olarak Türk hakimiyetinde yaşayan Slavlar kabile hayatından daha üst bir düzeye çıkabilmişlerdir.Öte yandan özellikle Slav gücünde rolu olan Avarlar Orta ve Doğu Avrupa'nın etnik haritasının hazırlayıcısıdır.

Biyografisi

  • 552 yılındaki Göktürk yenilgisinden sonra batıya göç ederek tuna nehri boylarına geldiler. VI. Yüzyılın ikinci yarısında Macaristan’da güçlü bir devlet kurdular.
  • Slav topluluklarının devlet ve askeri teşkilatlanmalarında etkili oldular.
  • Doğu Roma İmparatorluğu üzerine akınlar yaparak bu devleti vergiye bağladılar.
  • İstanbul’u kuşattılar. (619)
  • 805’te Franklar tarafından yıkıldılar.

“ Avarlar, tarihte İstanbul’u kuşatan ilk Türk devletidir.”

565 te Bayan Kağan tarafından kurulmuştur.

Şaman dinini bırakıp Hristiyan olmaları ve Göktürklerle Bizans'lıların ortak harekatı neticesinde 835 te yıkılmıştır.

Macaristan merkez olmak üzere Balkanlar,Yugoslavya'nın doğusundan Azak Denizi kuzeyine kadar olan bölge (Don nehri sınır teşkil ediyor) ye yayılan Avarlar ,maden işlerinde maharet ile temayüz etmişlerdi.Avar ustaları Avrupa'ya silah ve maden işleri öğretmişlerdir.

 

 



 

 

Göktürk Devleti



Orta Asya'da Göktürk devletini kuran Türk boyu.Çin kaynaklarından  Göktürkler'in (Türk,Türklük,ÇinceTucue) Asya Hunları'nın soyundan geldiği anlaşılmaktadır.Göktürkler'in tarihinin ilk devreleri  efsanelerle karışır.(Başbuğ sülalesi Asena  (Aşina) soyunun bir kurttan türemiş olması).Bumin'in (Çince Tümen) önderliğinde tarih sahnesine çıktıklarında Altay Dağları'nın doğu eteklerinde Avarlar'a bağlı olarak demircilikle uğraşıyorlardı.Bumin 546 da Tölesler'in Avarlar'a karşı başlattığı ayaklanmayı bastırdı ve bu hizmetine karşılık Avar Hakanı'nın kızıyla evlenmek istedi.Bu isteğinin reddedilmesi üzerine Batı Tabgaç hükümdarının kızıyla evlendi.Kayınpederinin de yardımıyla Avar hükümdarı Anakuei'nin üzerine yürüdü ve onu intihara yol açan kesin bir yenilgiye uğrattı.Bu zaferden sonra "il Kağan" unvanını alan Bumin yeni devletinin başkenti yaptığı Ötügen'de Göktürk devletini kurdu.(552) Devletini doğu ve batı olarak iki yönetim birimine ayıran Bumin batı kesimini kendisine bağlı kalmak şartıyla kardeşi İstemi Han'a verdikten sonra aynı yıl içinde öldü.İstemi Batı da topraklarını genişletirken ,Ötügen'de tahta çıkan Bumin'in büyük oğlu Kolo (Kara) ve onun vakitsiz ölümü üzerine hakan olan küçük oğlu Mukan döneminde (553-572) Göktürk   devleti gücünün doruğuna ulaştı.Toparlanmaya çalışan Avar artıklarına son darbeyi indiren Mukan (555),daha sonra Çitanlar'la Kırgızlar'ı egemenliği altına aldı ve Çin'i yıllık vergiye bağladı (557).Kızı Prenses Asena'yı  Çu imparatoru ile evlendirerek Çin hanedanıyla akrabalık kurdu.Öte yandan İstemi komutasındaki batı ordusu Altaylar'ın batı kesimini Isık-Kul gölünden Tien Şan (Tanrı dağları) kadar olan bölgeyi kısa sürede denetimi altına aldı.Akhunlar'a karşı Sasani Hükümdarı Husrev l ile bir dostluk antlaşması yaptığı gibi kızını da ona verdi.Böylece Göktürkler le Sasaniler arasında sıkışıp kalan Akhun Devleti yıkıldı (557) ve toprakları bu iki devlet arasında bölüşüldü.Bu paylaşım üzerine Orta Asya İpek yolu Göktürkler'in eline geçti.Husrev l ,İpekyolu'nun Maveraünnehir geçişini egemenliği altına almak için Bizans'a yapılmakta olan İpek taşımacılığını engelledi.Bunun üzerine İstemi Husrev l i İpek yolu'nu açmaya zorlamak için Bizans ile işbirliği siyasetine yöneldi.İstemi'nin etkinlikleri başta olmak üzere tüm askeri ve siyasal girişimlerin adına yapıldığı Mukan ölünce (572) Batıda Hazar Denizi'nden doğuda Japon Denizi'ne kadar uzanan Göktürkler İmpartorluğu'nun başına kardeşi Tapo geçti. Ülkesinin genişliğinden ötürü hakanlığın doğrudan kendi yönetimindeki bölümünü ikiye ayırarak doğusunu ağabeyi Kolo'nun oğlu İşbara'yı batısına da kardeşi Jotan'ı kağan unvanlarıyla atayan Tapo ,Tsi hanedanından bir Çin Prensesi ile evlendiği gibi ,budhacılığı da himaye etti.Çin'de Tsi Hükümdar sülalesi Çu hanedanı tarafından yıkılınca ,oradan kaçarak Ötügen'e sığınan Tsi Prensini Çin İmparatoru sıfatıyla desteklemesi (577) Çular'la arasının açılmasına neden oldu.Böylece güçlü bir orduyla Çin üzerine yürüyen Tapo ,Tsi Prensinin kendilerine teslimi şartıyla bir Çu prensesi vaat edilerek Pekin kapılarında durduruldu.(579) ancak Tsi prensinin bir av sırasında Çular tarafından kaçırılmasına göz yumulması ülkesinde Hakanın saygınlığını iyice sarstı.Göktürk birliğinde önemli çatlakların belirdiği bu dönemde istemi öldü.(576).Yerine geçen oğlu Tardu (576-603) büyük hırsı yüzünden doğu ve batı kanatları arasındaki anlaşmazlığı derinleştirdi. Göktürk devletini parçalamayı siyaset edinen Çinliler ,onun bu zayıflığından yararlanarak Tapo'ya karşı Tardu'yu destekledikleri gibi ,Mukan'ın Çinli anadan doğma oğlu Talopien'i de tahat aday göstererek amcasına karşı kışkırttılar.Tapo ölürken (581),kendi oğlu yerine onun hakan olmasını istediyse de devlet meclisi Kolo'nun oğlu İşbara'yı tahta çıkardı.Bunun üzerine batı yabgusu Tardu 'nun yanına sığınan Talopien ,amcaoğlu yeni hakana karşı savaşa hazırlanmaya başladı.Bu arada,Çular 'ı devirerek tahtı ele geçiren Suei hanedanından kendi sülalesinin öcünü almak isteyen eşi Çu Prensesinin telkinlerine kapılan İşbara ,Çin'e büyük bir ordu gönderdi.Tardu'ya ,altından kurt başlı bir tuğ gönderen Suei İmparatoru Venti Yang Çiyen ,onu Göktürk hakanı olarak tanıdığını bildirdi (581).çin'e karşı güçbirliği yapmayı öneren İşbara'nın önerisini önce geri çeviren Tardu,daha sonra doğu kesiminin yüksek egemenliğini tanımadığını bildirdi.Böylece Göktürk devleti resmen ikiye bölündü (582).

Doğu Göktürk Hakanlığı.imparatorluğun bölünmesi karşısında İşbara ,Talopien'e yada Tardu'ya bağlı olduklarını sandığı yüksek rütbeli subayları görevden uzaklaştırmaya ,hatta cezalandırmaya başlayınca ,bazı komutanlarla yöneticiler Çinliler'den yardım istemek zorunda kaldılar.Başa çıkamadığı iç karışıklıklar karşısında ,devletin zararına imparator Venti Yang Çiyen ile anlaşma yapmak yolunu seçen İşbara ,sonuçta Doğu Göktürk  hakanlığını Çin'e bağladı (585) ve atalarının tam tersine imparatora  yıllık vergi ödemeyi kabul etti.Hanedan üyelerinin birbirine düştüğü sırada İşbara 'nın ölümü üzerine (587),yerine geçen kardeşi  Yehu (Çulohu) ve devlet meclisinin hakan seçtiği Tulan döneminde (588-600) Çinliler çevirdikleri dolaplarla Ötügen'de sürekli Kargaşa yarattılar.Tulan öldürülünce (600) yerine Çinli Prenses  Tsienkien'le evli olan Kimin geçti.Ülkeyi karısının etkisi altında yöneten Kimin ,Çin İmparatoruna gönderdiği mektupta İşbara'nın bile karşı çıktığı Çinli giyim biçimini uygulayacağını bildirdi.Ancak onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Şipi (609-609) Göktürk ulusuna yeniden kişilik kazandırmayı başardı.İmparatorun buyruğu üzerine bir Çinli prensesle evlendiyse de onu Çin'in ülkesinin içişlerine karışmasını engelleyici bir paravana olarak kullandı ve kısa sürede doğu hakanlığı topraklarındaki dağınıklığı giderdi.Böylece Batı da Tibet'e doğuda Amur ırmağına kadar  uzanan  ülkeyi yeniden denetim altına  aldı (615).Ardından Çin'e verilen yıllık haracı kesip savaşa hazırlandı.Şansi'de kuşatılan İmparatorla ordusunu yok olmaktan ,Göktürk birliklerinin arasına sızıp Ötügen'de büyük bir ayaklanma çıktığını yayarak kuvvetlerinin geri çekilmesini sağlayan Çin casusları kurtardı.(615).Şipli'den sonra yerine geçen  Çulo (Çuluk) (19-621) Çin'de yönetimi ele geçiren Tang hanedanına karşı devrik Suei sülalesini destekleyince karısı Çinli Prenses İ.Çing tarafından zehirlenerek öldürüldü.Zayıf kişiliki bir han olan kardeşi Kieli (Kili) döneminde (621-630) Tarduşlar Bayırkular ve Uygurlar yönetime karşı ayaklandılar (627).Öte yandan Çitanlar tam anlamıyla Çin'in hizmetine girdiler.Çoktandır beklediği bu kargaşa ortamında yararlanarak Ötügen üzerine yürüyen İmparator Taicung yendiği ve tutsak aldığı Kieli Han'ı Çin Başkentine götürünce ,Doğu Göktürk devleti sona erdi.(630) Tang İmparatorunun sarayında görev yapan  Göktürk prensi Kürşad'ın başlattığı ayaklanma da sonuç getiremedi(639)

Batı Göktürk Hakanlığı.Doğu hakanlığıyla resmen ilişkisini kesen Tardu (582 -603) her iki devleti kendi yönetiminde birleştirmek için çaba harcadı.Çin üzerine yaptığı bir seferde Çinliler'in ordunun geçeceği yollarda ki su kaynaklarını zehirleyerek çekilmeleri yüzünden ağır kayıplar vererek  geri dönmek zorunda kaldı (600) Arından Göktürk birliğini gerçekleştirmek için şiddete başvurunca bir çok Türk boyu ayaklandı.Tardu bunlara karşı savaşırken kayıplara karıştı (603).Onun yerine geçen torunu Çulo Kağan döneminde (603-619) ülkede kargaşa ve ayaklanmalar büsbütün arttı.Bu durum karşısında ,karısının akrabası olan İmparatora sığınan Çulo,Çin sarayında yaşamaya başladı ve Doğu Göktürk hanı Şipi'ye teslim edilerek öldürüldü.Devlet meclisinin hakanlığa getirdiği Şikoei (Şeku) durumu düzeltmeye çalıştı.Ardılı Tong Yabgu (Yabgu Kağan)(619-630) Aral Gölü ile kafkasya arasında yaşayan Tölesler'i denetim altına aldı,İranlılar'ı yenerek güney de Kandahar'a kadar olan toprakları ele geçirdi.Ticaret yolları üzerindeki kentlerde bayındırlık çalışmalarına hız verdi.Ancak Batı Göktürk devletinin en parlak dönemini yaşadığı bu yıllarda Onoklar'la karluklar Doğu Han'ı Kieli'nin kışkırtması üzerine yönetime karşı ayaklandılar.bu ara Tong Yabgu da amcası Sepi tarafından öldürülünce (630) ,batı hanlığı da tıpkı ,doğu hanlığı gibi aynı yıl içinde Çin egemenliği altına girdi.

İkinci Göktürk Hakanlığı:Göktürklerin özgürlüklerini yitirdikleri 630-680 arasındaki 50 yıllık karanlık bir dönemden sonra Asena soyundan Kutluğ'un başlattığı ve büyük komutan Tonyukuk'un da katıldığı bağımsızlık savaşı sonunda Göktürk devleti yeniden kuruldu.Bu 50 yıllık karanlık dönemde Çin egemenliği altında dağınık olarak yaşadıkları halde Türkler dil,kültür ve ulusal değerlerini korudular.Gizli bir örgüt kuran Kutluğ ,Göktürk önde gelenleriyle öteki Türk boylarını güçbirliğine çağırdı.Yeterli sayıda kuvvet toplayınca ,Kuzey Çin'deki Yün-çu eyaletine baskın veren Kutluğ ,burada da kendisine katılanlarla birlikte Orhon Irmağıyla Gobi çölü arasında kalan  toprakları denetimi altına aldı.(681).Daha sonra Ötügen ve çevresine akınlara başlayan Göktürkler,Çinliler'in hizmetindeki Oğuzlar'ı yenilgiye uğaratarak Ötügen'i elerine geçirdiler ve Kutluğ Kağan'ı "ilteriş" (İl'i derleyip topşayan) unvanıyla hakan ilan ettiler (682)Çin'e karşı ardı ardına akınlar düzenleyen ilteriş Kağan ,Gansu'dan Pekin'e kadar olan yerleri ele geçirince ,doğuda Kingan dağlarından Kerulen ırmağına ve batıda Altay dağlarına kadar uzanan Türk illeri yeniden Göktürkler'in egemenliği altına girdi.İlteriş yaşamının büyük bir bölümünün geçtiği savaş alanında ölünce (692) yerine tahat çıkan kardeşi Kapağan (Kapgan) Kağan ,Çin'e sürekli akınlar düzenledi.Çitanlar'ı bozguna uğrattı.Kırgızlar'ı egemenliği altına aldı.Böylece ikinci Göktürk Hakanlığı en geniş sınırlarına ulaştı.Oğuz boylarından Bayrıkular'a karşı çıktığı bir seferden zaferle dönerken ,bayırku savaşçılarının tuzağına düşürülerek öldürülen Kapağan'ın yerine geçen oğlubögü (716) Oğuzlar'ın yeniden başlattığı ayaklanmaları bastırmayı başaramadı.Bunun üzerine tahttan indirilen Bögü'nün yerine İlteriş Kağan'ın oğullarından Bilge Hakan olurken (716-734),Kardeşi Gültigin de Göktürk orduları başkomutanlığını üstlendi.Uyumlu bir çalışma ile GÖktürk devletine  en parlak dönemini yaşataniki kardeşten Kültigin 731 de ,Bilge Kağan'da 734 te öldüler.Babasının yerine geçen Türk Bilge Kağan (734-738) ,sonra kardeşi Tengri Han (738-740) ve Türk Bilge Kağan'ın oğlu Tengri Han ll (740-742) döneminde Göktürk hakanlığında çöküş belitileri başgösterdi.Kargaşa tüm ülkeye yayılınca ,duurmdan yararlanan Basmıllar ,Karluklar ve Uygurlar birleşerek yönetime el koyduktan sonra Asena soyundan gelen Basmil Başbuğu kağan ilan edip (742) göktürk Hakanı Ozmış'ı ve ağabeyinin yerine geçmeye çalışan son Göktürk Hükümdarı Pomei yi öldürdüler.bu arada müttefiklerin arasının açılması sonucu Basmil başbuğu ortadan kaldırıldı ve Uygur başbuğu Yagbu Tufa ,Kutlug Bilge Kül unvanıyla tahta çıkarıldı (745) .böylece Ötügen 'de uygur egemenliği başladı.

İlk kez Türk adıyla anılan büyük bir İmparatorluk kuran göktürkler ,ilk yazılı belgelerde bu devlet zamanında ortaya konulduğundan tarih açısından da önemli bir yer tutarlar .Hunlar zamanında göcebe yaşamı sürdüren türk boylarının ,göktürkler döneminde yerlerşik yaşamı benimsemeye başlamaları üzerine ,Ötügen başta olmak üzere bir çok Türk kenti kuruldu.Göktürkler de  de eski Türkler'in Gök-Tanrı (Şamanlık)  inancına uygun olarak hakanın yeryüzünde tanrı iradesini yerine getirmek için devletin başına geçtiğine inanılırdı.

Gök-Türklerin Sosyal Yapısı

Devlet kavramının il ile ifade edildiği Gök-Türklerde en yüksek askerî ve idari mevkide kağan bulunurdu. Hükümdara karşılık olan kağan, devlet başkanı, başkumandan,meclis ve hükümet başkanı idi. Kağanın icraatını denetleyen bir devlet meclisi olan toy mevcuttu. Bu meclis, gerektiğinde kağanları tahtından indiriyor veya kağan olan birini bu makama kabul etmeyebiliyordu. Kağanın hanımı (hatun) da devlet idaresinde söz sahibiydi. Gerektiğinde kağanı kendi fikirleri doğrultusunda etkileyebiliyordu. Diğer taraftanaygucı (başbakan), buyruk (bakan), üge gibi hükümet üyeleri vardı. Aslında kağandan sonra ikinci büyük unvan yabgu (kanat idarecisi)’dur. Daha sonra flad, tegin, ilteber, erkin ve tudun gibi unvanlar

sıralanmaktadır. Çin kaynaklarına göre sayılar› 28’den fazla olan bu unvan ve makamlar,

devletin içinde bulunduğu duruma göre bazen farklı görevleri yerine getiriyorlardı.

Gök-Türk sosyal yapısı aile, urug (aileler birliği), boy (ok), bodun (millet) ve il (devlet) şeklinde birbirine sıkı sıkıya bağlı halkalar halinde tezahür ediyordu. Gök Türkler, çağdaşları olan devletlere göre çok farklı hukuk sistemine sahiptiler. Anayasa Karşılığı olarak töre vardı. Sosyal düzen töreye bağlı kalınarak sağlanıyor ve herhangi bir bunalım yaşlanmıyordu. Vatana ihanet, adam öldürmek, zina yapmak ve hırsızlık gibi ağır suçların cezası idamdı.

Gök-Türk ekonomisi temelde hayvancılığa (at ve koyun) dayalıydı. Tarıma elverişli bölgelerde ziraat gelişmişti. Mesela Turfan ve civarında sebze ve meyveciliğin çok ilerlediği tespit edilmiştir.

Gök-Türk tarihinin en mühim özelliklerinden birisi, hiç şüphesiz, Orhun havalisi başta olmak üzere bütün Orta Asya’nın değişik yerlerinde Gök-Türk alfabesiyle yazılmış yüzlerce yazıt bırakmış olmalarıdır. Arkeolojik kazılar ilerledikçe birçok yeni yazıtın bulunacağı muhtemeldir. Bugünkü Avrupa milletlerinin çoğunun henüz yazıyı tanımadığı bir devirde Türklerin böyle kültür abidelerine sahip olmaları epey dikkat çekicidir.

Gök-Türk devletinde hanedanın mensup olduğu A-shih-na’nın dışında birçok Türk boyu daha vardı. Kırgız, Karluk, Uygur, Sir Tardufl, Bayırku, Oğuz, Bugu, Basmıl, ızgil, Az ve Türgiş gibi boylar bunların en önemlileri idi. Aslında önceleri Kerulen Irmağı’ndan Karadeniz ve Kafkasların kuzeyine kadar uzanan geniş sahada yaşayan bütün Türk boyların tamamı kaynaklarda Töles adıyla geçmektedir.

Gök-Türk Devleti’nin doğuda ve batıda güçten düşmesi üzerine söz konusu boy grubunun içinden bazıları güçlenerek ön plana çıktılar ve 627 yılından sonra kaynaklarda kendi özel adlarıyla anılmaya başladılar.

EDEBİYAT

Göktürkler 'in sözlü edebiyatlarından günümüze gelebilen  parçalar için kaynaklarında yer alan söylentiler (Bozkurt destanı) , farsça (Cami üt tevarih'teki (Xl.yy) Ergenekon Destanı) yada çok daha yeni dönemlerde yazıya geçmiş Türkçe (Şecere-i Türk teki (Xvll yy.) Ergenekon destanı) metinlerdir.GÖktürk yzılı edebiytını ise Göktüek ABC siyle yazılmış Kültigin (732) ,Bilge Kağan (735) ,Tonyukuk (724-726) yazıtları gibi metinler oluşturur.(Orhun ve Yenisey ) Kültigin ile Bilge Kağan'ın yaşamlarını ,Göktürk devletinin siyasal ve toplumsal olaylarını dile getiren bu ürünler ,gelişmiş bir yazı diliyle ve ustalıklı bir anlatımla düzenlenmişlerdir.Orhun yazıtlarının taşıdığı nitelikler ,Türkçenin yazı dili olarak başlangıcını miladın ilk yüzyıllarına  kadar götüren varsayımlara yol açmıştır.Orhun yazıtlarındaki anlatım özelliklerinin söz kalıplarının ,kullanış biçimlerinin daha sonraki Türk edebiyatı ürünlerinde  (Ör.Dedekorkut kitabı,XV.yy) de sürdüğü görülür.

SANAT

Göktürk döneminden önemli yapıtlar toprak üstündeki yazıtlardan ,heykellerden,sunaklardan oluşur.Kudirge,kuray,Tuahta ,Gökbulak,Isık-kul kurganlarında da Göktürk ler'in kültürel ve sanatsal yaşamlarının aydınlanmasını sağlayacak bulgularla karşılaşıldı.Buralarda yapışlan incelemelerde toprak eşyaya çok az rastlandı(Dar ağızlı sürahiler ,geniş ağızlı çömlekler).bunlar daha çok balık sırtı biçiminde çizgili bezemeliydi.göktürkler'e ait önmeli buluntulardan bir bölümü gümüşten yapılmış kulplu yada kulpsuz maşrapalardan oluşur.(Katanda,Kuray,Tuyahta ,Kopen ) Maşrapaların  altındaki Göktürk yazıları onların önemini artırır.bu maşrapaların benzerleri dönemin heykellerinin ellerinde de görülür.Deri üzerine metal plakalarla süslü ,uçları değişik motifli göktürk kemerleri de dönemin önemli buluntularıdır.Bu kemer biçimi Turhan ve Avrupa Avarlarında da yaygındı.Altaylar 'da özellikle Tuva'da bulunan heykelerde ,bu kenerleri n uçları abartılı biçimde süslüdür.Kemerlere takılan ve içine çakmaktaşı ile kav konulan deri yada kumaştan yapılmış çantalar göktürkler de yaygın olarak kullanılan eşyalardandır.Göktürkler'in bu çantaları Volga Bulgarları'nda da görülür.Bulgarlar da ele geçen kumaşlar ve aynalar ya Çin yapısıdır yada  onun etkisindedir.Heykelerde görülen yada kurganlarda ortaya çıkarılan takılar arasında ,bronzdan yapılmış halka  biçiminde küpeler çoğunluktadır.Eğri kılıçlar (Osmanlı kılıöları gibi kına bağlanmış iki kayışla kemere bağlanıyordu) kemik ağaç ve sinirden yapılmış yaylar ,üç kertikli ok uçları ,ağaç kabuğundan tirkesler ,mızraklar,at koşum takımları buluntular arasında önemli yer tutarlar.

Göktürk ya da Orhon yazıtları dönemin en önemli anıtlarıdır.Son zamanlara değin Bilge Kağan ile Kültigin'in de bu anıtların yanında gömülü olduğu sanılıyordu.Ancak 1958 de Çekoslavak arkeoloji enstitüsü adına Lumir Jist yönetiminde yapılan kazılarda ,Orhon vadisinde Kültigin'in mezarının kalıntıları ve onunla ilgili heykeller ortaya çıkarıldı.Mezar soyulmuş heykeller kırılmıştı.Kültigin'inkinin yanında eşinin de oturur biçimde heykeli bulunuyordu.Kültigin'in başındaki tacın önünde , kanatlarını açmış bir kartal kabartaması işlenmişti.(Bu motif daha Hunlar döneminden başlayarak gücü simgeliyordu) .Aslında Kültigin ve  eşi yan yana oturur biçimde canlandırılmıştı.Ayrıca çevrede kahramanın öldürdüğü düşmanları simgelediği sanılan ve balbal yada atş nine denilen heykeller ,nöbet bekleyen iki koç heykeli ,üzerine yazıt taşının dikildiği başı kopnuş bir kaplumbağa heykeli bulundu.Çin'in Tang sülalesi kroniğinde ve Kültigin yazıtında anıtın yapılışına ilişkin ayrıntılı bilgi vardır.Buna göre anıt mezarının yapımı için Çin sarayından altı sanatçı gönderilmişti.Gerçekten de heykeller Orta Asya'daki öteki taş heykellerin tersinebeyaz mermerden yapılmış ve Çin heykelleri gibi perdahlanmıştır.Ancak bunlar giysileri ve durumlarıyla Göktürk heykel sanatını yansıtır.Vl-Vlll yy.lar arasında Göktürkler'in oturduğu yörelerede ,sibirya ve Moğolistan'da balbal heykellerinin pek çok örneği bulunmuştur.Bunların çoğunun bir elinde kılıç ,ötekinde maşrapa biçiminde bir kap vardır.Kermerlerinde içinde çakmaktaşı ve kav bulunan bir torba yada çanta muskalar ,metal tokalar ve plakalar bulunur.Bu anıtlarda bir insan ya tam olarak canlandırılmış  yada yalnızca yüzü ve başı işlenmiştir.Çoğunun kulağı küpelidir.Tuva bu heykeller açısından en zengin yöredir.Burada balballerin bulunduğu kesim duvarlarla çevrilmiştir.Kazalarda balballerin bulunduğu yerde sekizgen plnalı tapınak ortaay çıkarıldı.Bu heykelerin bir bölümü Moğolların yüz çizgileirini taşırken bir bölümüde Türkeş,Tölös gibi Türk boylarına benzer giysiler,keme ,başlık,ellerdeki eşya silahlar,saçlar,bıyıklar aslına uygundur.Kaftanlar soldan sağa kapanır,saçlar omuzlara serbestçe bırakılır.Türk heykel sanatının özgün yapıtları olan balballerin çoğu Göktürkler döneminden (.vll-Vlll.yy.lardan),bir kısmı da Uygurlar 'dan (lX.yy.dan) kalmadır.

Yenisey vadisindeki Göktürk mezarlıklarında bulunan Vlll.yy.dan koç heykelleri ,Karakoyunlular ve akkoyunlular döneminde d.Anadolu'da Azerbaycan ve Kafkas yörelerinde de görülür.

 


 


 

ÖN ASYA HUN İMPARATORLUĞU
(Akhunlar Devleti yada EFTALİTLER)


 

Hun Devletlerinden biri yaklaşık  350-557 yılları arasında hüküm sürmüş Türk Devleti.Hun Birliği dağıldıktan sonra Altay Bölgesinde Sien-Pi ve Avar (Juan-Juan ) Devletlerine bağlı olarak yaşayan Uar ve Hun kabileleri 350 yıllarında Güney Kazakistan'a geldiler,sonra daha güneye (bugünkü Afganistan'da) Toharistan yöresine yerleştiler.Seyhun ve Sogd(Semerkand yöresi) bölgelerine egemen oldular.Bizans Kaynaklarında Kidara Hunları yada Eftalitler,Göktürklerce Abdel,İran dilinde ,İran dilinde Kiyon ya da Haytal ,Hind kayıtlarında Huna gibi çeşitli adlarla anılan Akhunlar ,o çağda İran'a egemen olan Sasaniler'le dokuz yıl süren savaşlara giriştiler.(349-358) Akhunlar'ın Sasaniler'le   savaşı 427 yılından sonra da sürdü.Sasani hükümdarı Behram Gur bu saldırıları durdurabildi ama ölümünden sonra Akhunlar İran'a baskılarını artırdılar.Akhunlar'ı Eftal hanedanından Kunhas (yada Kuhanaz,aksunvar,aksungur,Kün Han) himayesine aldığı Firuz'u Sasani Tahtına çıkardı(459).Bu yardımına karşılık Telekan ve Tirmiz kentlerini aldı.Kuzey Hindistan'a düzenlediğibir seferle Guptalar devletini yıktı;Pencab'ı ele geçirdi.(470).Kunhas'ın hanedanının adına bağlı olarak "Eftalitler" diye de anılan Akhunlar ,İran'da çıkan Mazdek ayaklanmasına karşı Sasani Şahı Kavaz'a (Kubad yada Kavad) yardım ettiler.Kendilerine sığınan Kavaz'ın yanına 30.000 süvari vererek ayaklanmayı bastırmasını sağladılar (499).Toraman Han ve Oğlu Mihiragula döneminde ,Akhunlar göçlerinin doruğuna ulaştılar.(Vl.yy.başı) Kuzey Hindistan ,Orta Asya 'da Kuça,Karaşar,Kandehar,aksu ve dolayları ülke topraklarına katıldı;İpek yolu'nun bir bölümü denetimlerine geçti.Sonraki yıllarda İran ,Sasani hükümdarı Hüsrev l yönetiminde güçlenirken Orta Asya 'da Göktürk devleti kuruldu (552).Akhunlar dostları Avarlar'la anlaşarak bu iki güçlü devlete karşı koymak istediler.Ancak Hüsrev l ile Göktürk hükümdarı istemi işbirliği yaparak Akhun Devletini yıktılar,topraklarını paylaştılar.

Üç kol halinde gelişmiş olan hun siyasi hakimiyeti -Kafkasya'daki (Derben kuzeyi- Hazar denizi arasında) Hunların Hazar hakanlığı idaresine girinceye kadar süren kısa hakimiyetleri dışında- bu suretle tarihe karışmakla beraber, Hunlara mensup Türk soyundan çeşitli kütleler , büyük Hun çağında şahsiyetini bulan zengin kültürleriyle göreceğimiz gibi ,Asya ,Avrupa ve Afrika kıt'alarında , Tabgaç, Gök-Türk ,Türgiş, Karluk, Uygur, Oğuz,Bulgar, Sabar,Hazar, Kuman, vb gibi türlü adlar altında ve yeni güçlü devletler, imparatorluklar kurararak yaşamaya devam etmişlerdir. Türk milleti denilen büyük alemin çocukları olan bu kütleler , aynı zamanda Rus, Macar, İslav-Bulgar, Romen, Gürcü devletlerinin kuruluş ve gelişmelerinde başlıca rol oynamışlar ve daha sonraki bütün İslam-Türk siyasi teşekkülerine askeri, hukuki ve sosyal yönlerden anakaynak vazifesi görmüşlerdir.

Beşinci asır ortaları V.ve Vl yüzyıllarda Batı Asya'da Aral gölü doğusunda yerleşerek güçlü bir devlet kurmuş bir Türk kavmi olan Avarlar'dan ayrılıp ayrı bir devlet kuruduktan sonra kısa zamanda İran,Afganistan ve Hindistan'ın bir bölümünü ele geçirerek yurtlarını kuran Akhunlar .Vl.yüzyılın sonuna doğru 565 te Gök Türkler'le İranlılar'ın müşterek harekatı neticesinde yıkılmıştır.

Hazar kıyılarından  Kuzey Hindistan'a ,afganistan'a İç Asya'ya kadar uzanan bölgede hüküm sürmüşlerdir.


 


 

 



 

 


 


 

Avrupa Hun devleti (Batı Hunları)


Aral gölü ve   ve Türkistan bölgelerinde yaşayan Hu halkları ,iklim değişikliği yada doğrudan gelen Uarlar'ın baskısıyla yurtlarını terk ederek Volga'nın batısına geçtiler (374) Başbuğlar'ı Balamir'in yönetiminde önce Ostrogotları sonra Vizigotlar'ı çökerttiler (vizigotlar'ın batıya hareketleri Avrupa'yı alt üst eden Kavimler göçü'nü bailattı ) Gotlar'dan Alanlar'dan ve Germen Taifaller'den oluşturdukları kuvvetlerle güçlenmiş olarak 378 de Tuna'yı geçtiler ve herhangi bir direnişle karşlaşmadan Trakya'ya kadar ilerlediler,ama bir süre sonra yurtlarına döndüler.400 yılına doğru Balamir'in oğlu yada torunu Uldız'ın büyük kuvetlerle Tuna'nın batısında görülmemiş kavimler göçünün ikinci dalgasını başlattı.Batıya kaçan vandallar ve Vizigotlar roma topraklarına gürdüler.Vizigotlar'ın önderi Alarik 402 de Roma ya girerek kenti üç gün yağmaladı.Çeşitli Germen kavimlerini (Vandallar ,Saksonlar ,Alamanlar)  çevresine toplayan Radagais'in italya'da ki ilerleyişini durduramayan  Roma Hunlar'dan yadım istemek zorunda kaldı.Uldız,roma takviyeli kuvvetleriyle Radagais 'i Floransa yakınlarında yendi ve öldürdü.410 sıralarında ölen Uldız'ın ardılı Kaarton'un doğuda Balkaş Gölü'ne kadar uzandığı sanılan Hun İmparatorluğu'nun doğu sınırları ile ilgilenmiş olması olasıdır.Avurpa kaynaklarının  Hular'dan yeniden bahsettiği 412 yılında İmparatorluğun başında Rua bulunuyordu.rua 422 de Bizans üzerine bir ordu gönderdi ve hiç bir direniş göstermeyen Bizans'ı vergiye bağladı.(350 libre altın).Bizans'ın Roma üzerinde bir ordu göndermesi Roma 'nın bir kez daha Hunlar'dan yardım istemesine yol açtı.Rua'nın 60.000 kişilik bir orduyla harekete geçmesi üzerine Bizans savaşa girmeden kuvvetlerini geri çekti.Rua'nın ölümü (434) üzerine yerine kardeşi Muncuk'un oğulları attila ve Bleda geçtiler.Attila Doğu roma'nın ödediği yıllık vergiyi iki katına çıkardı.(Margos barışı) .437 de Oktar'ın komuta ettiği ,Hunlar Ren kıyılarında yaşayan Burgundlar'ı yenilgiye uğrattılar.böylece hu egemenliği kuzay denizi ve Manş kıyılarına kadar yayıldı.Attila 440 tan başlayarak Doğu Roma üzerindeki baskıyı artırdı.441-442 de Singidunum  (Belgrad) ve Naissus (Niş) üzerinden Trakya'ya doğru ilerleyen Attila ,Batı Roma 'nın araya girmesiyle durdu.yapılan barış antlaşmasında eski koşullar aynen yinelendiği gibi ,Tuna boyundaki kaleler   Hunlar'a bırakıldı.445 te kardeşi Bleda'yı öldürten Attila,Hunlar'ın tek imparatoru oldu.447 de yeniden Doğu Roma imparatorluğu üzerine yürüyerek Serdica (Sofya),Philoppopolis (Filibe) ,Arcadiopolis (Lüleburgaz) kentlerini zapt etti.Barış isteyen Bizans,savaş tazminatı ödemeyi ve yıllık vergi miktarını üç katına çıkarmayı kabul etmek zorunda kaldı(Anatolios Barışı) .bizans'ı tenetimi altına alan Attila bu kez Batı Roma 'ya yöneldi.451 yılı başlarında Galya ya girdi.Romalı General Aetius'la Aurelian (Orleans) yakınında yaptığı savaşta kesin bir sonuçalamadı.Ertesi yıl Alpler'i geçerek Po ovasına indi.Hular'ın yolu üzerindeki kentleri ele geçirerek Roma üzerine yürümesi Batı Roma 'yı barış istemek zorunda bıraktı.Attila'nın ölümü (453)üzerine birbiri ardından Hun İmparatorluğunun başına geçen oğulları İlek (453-454),Dengizik (454-469) ve İrnek (469) imparatorluğun birliğini sağlayamadılar ,İrlek ayaklanan Germek kavimleriyle savaşırken öldü,Dengizik'in imparatorluğun birliğini sağlama çabaları sonuç vermedi..Sonunda Bizansla yapılan bir savaşta  hayatını kaybetti.Orta Avrupa'da tututmalarının imkansızlığını anlayan İrnek ,Hunlar'ın büyük bir bölümüyle Karadeniz'in Batı kıyılarına döndü.

Hular'ın Güney İran ve Batı Afganistan 'a inen bir kolu ise Akhunlar adını aldı.

Altay dağları eteklerindeki Pazırık'ta bulunan Kurganlarda Rus arkeolog Rudenko tarafından yapılan kazılarda İ.Ö.lll.yy.lardan bir çok eşya (halı ,kilim,keçe,eyer altı örtüsü,at koşum takımları ,dört tekerlekli araba gibi daha çok göçebelikle ilgli yapıtlar ) insan ve hayvan iskeltleri bulundu.Halı ve çeşitli dokumalar ,bu sanatın Hunlar'da özel bir yeri olduğunu gösterir. bunların bi bölümünde ahemeni sanatının etkileri görülürse de keçe üzerine ince ve renkli deriler yapıştırılarak ssülenen eyer altı örtüleri tümüyle  hun üslubundadır.Kurganlardan birinde bulunan bir halı üstün tekniği motiflerinin zenginliğiyle dikkati çeker,keçeden yapılmış ve eyer altı örtüsü üzerine renkli dergidenkesilerek yapıştırılmış parçalarla elde edilen ,dağ keçisine saldıran kartal betimi gerçekçi üslubunun yanı sıra hun sanatına özgü olarak aynı motifin bakışık düzende iki kez kullanılması açısından da ilginçtir.Benzer buluntular içeren Katanda ve şibe  kurganları da aynı dönemdedir.Alma Ata'nın 50 km doğusunda Isık-kul yakınlarındaki Esik kurganında ortaay çıkarılan bir delikanlıya ait altın giyisi ve altın plakalar K.ve Orta Asya sanatının gelişmiş örnekleridir.İ.Ö.lV.yy.'a tarihlenen ve sayıları dörtbini bulan altın plakalarda at,kaplan,geyik,pars,kurt,dağ keçisi ,aslan ve yırtıcı kuş figürleri hayvan mücadelesi sahneleri büyük bir ustalıkla işlenmiştir.Gümüşten bit kadehin içindeki yirmialtı harften oluşan yazıt,Hun ve ;Göktürk Abc lerininilişkisini ortaya koyması açısından önemlidir.Selenga Nehri'nin Baykal gölü'ne döküldüğü yerin yakınındaki Noyun Ula bölgesinde ki l.yy 'a tarihlenen korganlardanbirinde çok iyi işçilik gösteren ahşap bir tabut bulunduMezar odası ipek keçe ve yünden örtülerle kaplıydıMezardan ayrıca hunsanatını aydınlatan pek çok gümüş plaka eyer takımları ,üç ayaklı masalar ,ahşap eşya ,tunç kaplar ,takılar giysiler  ortaya çıkarıldı (tümü ,Lenigrad Ermitaj müzsesi'ndedir) Kurgtanlardan birinde bulunan bir işlemede Hun atlıların bir hücumu canlandırılıyordu.


 

 



 

 


 

B. BATI (AVRUPA) HUNLARI



Kimlikleri hakkında 200 yıldan beri türlü tahminler yürütülen ve bazı bilginler tarafından Moğol (K. Shiratory, Asya Hunlarını Moğol saydığı için), Türk-Moğol karışımı (P. Pelliot, R. Grousset), Türk-Moğol-Mançu karıçımı (L. Cahun vb.), Fin-Ugor (Klaproth, K. F. Neumann vb.) oldukları veya doğrudan doğruya îslav menşeinden geldikleri (Venelin, îlovayski, Zabelin, înostrantsev), yahut Germen soyuna mensup bulundukları (Müllen-hoff, A. Fick, R. Much, J. Hoops), veya Kafkas kavimlerinden bir kol teçkil ettikleri (L.Jeliç, Gy. Meszaros) ileri sürülen Batı Hunlannın Asya Hunlarının torunları oldukları son zamanlardaki araştırmalarla daha da açıklık kazanmıştır. Bu hususta birçok tarihî, coğrafî, linguistique ve kültürel deliller gösterilmiştir: Coğrafyacı Strabon (ölm. 25) Hunların Grek -Baktria krallığının doğusunda olduklarını söylerken, tarihçi Plinius (ölm. 125) adı geçen krallığın Hunlar tarafından yıkıldığını kaydeder ki, bu Hunlar'ı Çin kaynakları Hiung-nu olarak tanıtmıştır. Orosius (1. asrın sonları) ve Ptolemaios (M.Ö. 160-170) haritalannda "Hun"ların oturduklan bölgeler Çin kaynaklarında Hiung-nulann toprakları olarak belirtilmiştir. Batı Hunlarının Asya Hunlarından geldikleri hakkında kuvvetli bir delil de Fr. Hirth tarafından ortaya konmuştur. Buna göre, 355-365 yıllarında Alan ülkesinin (Hazar-Aral arası) istila edilmesi münasebeti ile Çin kaynakları (Wei-shu) bu memleketin Hiung-nular tarafından zapt olunduğunu kaydederken, o devir Latin yazan A. Marcellinus (4. asır sonu) fethin Hunlar tarafından yapıldığını belirtmiştir. Aynı hadise üzerinde birbirini doğrulayan bir Uzak-doğu ve bir Batı kaynağının tesbit ettiği Hiung-nu=Hun aynîliği, Çin'de, Hun başbuğu Liu Yüan sülalesi (304-329) tarafından Lo-Yang'ın zaptında (311) esir düşen Sogdlu tacirlerden bahseden, Çin Tabgaç hüküm-darı Kao-çung (452-465)'a yazılmış Sogd dilinde bir metin ile de ayrıca teyidedilmektedir.

Geniş Hun imparatorluğu topraklannda başta Gotça olmak üzere çeşitli Germen lehçeleri, îslav, îranî ve Fin-Ugor dilleri, Latince ve Grekçe konuçulmakta idi. Kaynaklarımızda Hunlardan kalma dil yadigarlarından bir kısmının bu yabancı dillere ait olması tabiî görülebileceği gibi, hatta Hun hükümdar ailesinden veya yakın akrabalanndan bazılannın adlannın bilhassa Gotlarla çok sıkı münasebet dolayısıyle Gotça'dan gelmiş olmasıda mümkündür. Fakat hükümdar sülalesinin soyca Türk olduğunda ve Hun kütlesinin Türkçe konuştuğunda şüphe yoktur . Hükümdar ailesinde tesbit edilen adlar şöyledir: Karaton (kara don = siyah renkte elbise. Veya Ka-ra-tun /güçlü soy/: , Muncuk (boncuk, aynı zamanda "bayrak" manasında, Attila'nın babası), Attila, îlek, Dengizik (=dengiz = deniz'den), îrnek (Attila'nın üç oğlu), Aybars, Oktar (Attila'nın amcaları), Arıkan (Arıghan). Tanınmış kimseler: Basık, Kursık,Atakam, Eşkam. Topluluk: Akatir, Şar (Sarı = ak) - Ogur. Ayrıca, kımız Hatta Dura-Europos (Fırat nehrinin orta mecraında Suriye-Irak sınırına ya-kın yerde buluntu yeri)'da ele geçen M. 3. yüzyıl ortalarından kalma Parth ve Parsî dilindeki kitabede Güney Kafkasya'daki Hunlann Erk Kapgan, Topçak, Tarkan-beg, Kubrat, Kurtak gibi Türkçe adlar taşıdıkları ileri sürülmekte ve Batı Hun hükümdar ailesinin Asya tanhularından indiklerini tespit bile mümkün görülmektedir.
Hunlar 4. asnn ortalarında Alan ülkesini ele geçirdikten sonra, 374'de îtil (Volga) kıyılarında göründüler. O tarihlerde Karadeniz kuzeyindeki düzlükler bir Germen kavmi olan Got'ların işgali altında idi. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Got'ları (Ostrogot), onun batısında Batı Got'lan (Vizigot) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya'da Gepid'ler, bugünkü Macaristan'da Tisza nehri havalisinde Vandal'lar vardı. Bu dört Germen kavmi dışında aynı bölgede îranlı ve îslav kütleler, daha başka küçük Germen topluluklan da yaşıyordu. Hun başbuğu Balamır (veya Balamber)'ın idaresindeki büyük taarruz önce Doğu Got'larına çarptı ve bu devleti yıktı (374), kral Ermanarikh intihar etti. Yerine geçen HunimundHunlar tarafından "tayin" edilmişti. "Hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve geliş-miş bir süvari taktiği ile" devam eden Hun taarruzu'^'nun Dinyeper kenarında vurduğu ağır darbe Batı Got'larını da çökertti ve kral Atanarikh, kalabalık Vizigot kütleleri ile batıya doğru kaçtı (375). Böylece Hun askerî gücü-nün harekete geçirdiği ve çeşitli kavimlerin birbirlerini yerlerinden atarak, topraklanndan çıkararak, Roma imparatorluğunun kuzey eyaletlerini alt-üst ederek ta îspanya'ya kadar uzanmak suretiyle Avrupa'nın ethnique çehresini değiştiren tarihî "Kavimler Göçü" başlamış oldu. Anî ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik mahallerde görünen Hun akıncı müfrezelerinin Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, Batı dünyasında korkunç akisler yaratmıç, Hunlar aleyhine, çoğu Latin ve Grek kaynaklarında kayıtlı, inanılmaz rivayet ve hikayelerin çıkmasına ve yayılmasına sebep olmuştur. Hunlar Gotlardan, Alanlardan ve Germen Taifallardan teşkil ettikleri yardımcı kuvvetlerle takviyeli olarak ilk defa 378 baharında Tuna'yı geçtiler ve Romalılardan mukavemet görmeksizin Trakya'ya kadar ilerlediler. Ancak Roma topraklarında görünen bu kuvvetler keşif vazifesini yapan öncülerdi. Nitekim aynı tarihlerde bugünkü Macaristan ovalarına kadar akınlar tertiplenmişti Hunlardan korkan, bugünkü Avusturya arazisindeki Markomanlarla Kuadlar Roma topraklarına geçmeye hazırlanırken, îran asıllı Sarmatlar sınırları ("limes") aşıp Roma imparatorluğu'na giriyor, önce Transilvanya'da duraklamış olan Batı Gotlan da Roma hudutlarını geçiyorlardı (381). Diğer taraftan bir kısım Germen menşeli kütlelerle îranlı Baştarnalar Pan-nonia (Batı Macaristan)'dan Alplere doğru sarkarak îtalya'yı tehdide başlamışlardı.

Hunlar Roma İmparatoru Theodosios I'in ölüm yılı olan 395'te yeniden harekete geçtiler. Bu hareket iki cepheli idi: Hunlardan bir kısım Balkanlar'dan Trakya'ya ilerlerken, daha büyük sayıda diğer bir kısım Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya yöneltilmişti. Hun devletinin Don nehri havalisindeki "doğu kanadı" tarafından tertiplenen Anadolu akını, Basık ve Kursık adlı iki başbuğun idaresinde idi. Romalıları olduğu kadar Sasanî imparatorluğunu da telaşa düşüren bu akında Hun süvarileri Erzurum bölgesinden itibaren Karasu, Fırat vadilerini takiben Melitene (Malatya)'ye ve Kilikia (Çukurova)'ya ilerlemişler, bölgenin en tahkimli kaleleri olan Edessa (Urfa) ve An-takya'yı bir müddet kuçattıktan sonra, Suriye'ye inerek Tyros (Sür)'u baskı altına almıçlar, oradan Kudüs'e yönelmişlerdi. Çok sür'atli cereyan eden bu harekattan korkuya kapıldıkları için Hunlara dair acaip hikayeler uyduran kilise adamlarının dehşet dolu gözleri önünde, akıncılar sonbahara doğru, kuzeye çark ederek Orta Anadolu'ya, Kappadokia  Galatia (Kayseri-Ankara ve havalisi)'ya ulaştılar ve oradan Azerbaycan-Bakü yolu ile kuzeye, merkezlerine döndüler (395-396). Bu, Türkler'in Anadolu'da, tarihîkayıtlarla sabit ilk görünüşleri olmalıdır. 398'de daha küçük çapta tekrarlanan bu akınlar karşısında Doğu Roma'nın genç imparatoru Arkadius hiçbir ciddî tedbir alamamıştı.

Batıda Hun baskısı, 400 yılına doğru, başbuğ Uldız kumandasında iyice hissedildi. Balamır'ın oğlu veya torunu olduğu sanılan Uldız, Attila'nın son yıllarına kadar takip edilecek Hun dış siyasetinin esaslarını tesbit etmişti ki, buna göre, Doğu Roma, yani Bizans daima baskı altında tutulacak, Batı Roma ile iyi münasebetler devam ettirilecekti. Çünkü Bizans'ın Hun nüfü-zuna alınması ilk hedefi teşkil ediyor, buna karçılık, Batı Roma topraklarına tecavüz ederek huzursuzluk çıkaran "barbar" kavimler aynı zamanda Hunların da düşmanları olduklan için, Batı Roma ile müşterek hareket gerekiyordu. Nitekim Uldız'ın Tuna'da görünmesi ile Kavimler Göçü'nün 2. büyük dalgası başlamış, Asding Vandalları, Hunlardan kaçan Vizigotlar îtalya'da görünmüşlerdi. Alarikh'in idaresindeki bu Got tehlikesi Romalı kumandan Stilikho tarafından güçlükle önlendi (Nisan 402). Fakat daha korkunç bir barbar belirdi ki, bu da, Hun korkusu ile yerlerini terk etmiş olan Vandal'ları, Sueb'leri, Kuad'ları, Burgond'ları, Sakson'ları, Alaman'ları vb. kendi demir yumruğu altında birleştirmiş olarak Roma üzerine atılan Radagais idi. îtalya'da müthiş tahribat yapıyor, Roma'yı yeryüzünden kaldıracağmı ilan ediyordu. Stilikho'nun bile Pavia savaçında durdurmağa muvaffak olamadığı bu barbar şef, ancak Türkler karşısında mahküm oldu. Büyük Feasu-lae (= Fiesole, Floransa'nın güneyinde) muharebesinde bizzat Uldız'ın kumanda ettiği, Romalı kuvvetlerle takviyeli Hun ordusu tarafından mağlüp edilen Radagais yakalandı ve idam edildi (Ağustos 406). Bu zaferi ile Uldız Roma'yı kurtarmış oldu.O aynı zamanda Hun kudretinden bir kere daha ürken Vandal, Alan, Sueb, Sarmat, Kelt vb. kütlelerini Ren nehri ötesine, Galya'ya gitmeğe zorlamakla, Hunların batıya yönelik yolları üzerindeki engelleri kaldırmış, buralarda Hun kuvvetlerinin serbest hareketlerine imkan hazırlamıştı.
Sınırları Asya'da Aral gölünün doğusuna kadar uzandığı anlaşılan Hun imparatorluğunun "batı kanadı" kralı (= elig, bk. aş. Kültür: Hükümdar) olduğu tahmin edilen Uldız 404-405 yıllarında ve bilhassa 409 yılında Tuna'yı geçerek, nehrin güneyinde bazı köprü başlarını tutmak suretiyle Bizans'a Hun tehdidinin eksilmediğini göstermiş ve Grek kaynaklarına göre (Sozomenos, Codex Theodosianos vb.), kendisi ile barış müzakeresi için gönderilen Trakya umumî valisi (magister militum)'ne "Güneş'in battıgı yere kadar her yeri zaptedebilirim" diyerek meydan okumuştu. Uldız'ın ölümü (410 sıraları)'nden sonra Hun imparatorluğunun başında Karaton bulunuyordu. Bunun hakkında bildiğimiz sadece 412 yılında Bizans elçisi Olympiodoros'un onun yanına gitmiş olduğudur138. Karaton daha çok doğu işleri ile uğraşmış görünmektedir. 422'ye kadar Hunlar hakkında bilgi verilmediğinden o kanattaki meşguliyetin on sene kadar sürdüğü tahmin edilmektedir. 422 yılı Avrupa Hunları tarihinde yeni bir devrin başlangıcı gibidir. Bu sene-de Hun hükümdar ailesine mensup dört kardeşten (Rua, Muncuk, Aybars, Oktar) biri olan Rııa, imparatorluk makamını işgal ediyor, Muncuk (Attila'nın babası) erken öldüğü için, diğer iki kardeş "kanat elig'leri" durumunda bulunuyorlardı. Siyasette Uldız'ın izinde yürüyen Rua, Bizans'ın, Hun ordusunu isyana teşvik etmek ve tabi kavimleri Hun'lardan ayırmak maksadı ile Hun topraklarında faaliyete geçirdiği casusluk şebekesini ve propagandacıları ileri sürerek tertiplediği Balkan seferinde (422), mukavemet göstermeyen Bizans'ı yıllık vergiye bağladı: 350 libre altın (25,200 solidus) İmparator Theodosios II. (408-450)'nin, 423'te henüz 4 yaşında iken Batı Roma imparatoru ilan edilen Valentinianus III. karçısında Roma'ya sa-hip olmak iddiası ile îtalya'ya ordu ve donanma sevk etmesi Batı Roma'yı Hunlara daha çok yaklaştırdı. Roma Senatosu'nun da küçük imparatorun yerine 1. "Notarius" (devlet baş müsteşarı) Johannes'i seçmesi üzerine o sırada 35 yaşında bulunan ünlü asilzade F. Aetius (Aesius), yardım sağlamak için Rua'nın yanına geldi. Hun imparatoru 60 bin süvari başında îtalya'ya yöneldi. Savaşa girmeden kuvvetlerini çeken Bizans'tan ağırca bir harp tazminatı alındı. İleride Attila ile hesaplaşacak olan Aetius gençlik çağının Roma tahtı içlerine karışmaktan doğan buhranlı anlannı Hun yardımı ile atlatmış, "magister militum" iken "konsül"lüğe yükseldiği 432 yılında Afrika'da Vandal kralı Geiserikh ile mücadele eden rakibi Bonifacius karşısında, canını Rua'ya sığınmak suretiyle kurtarmış, imparator Valentinianus'un annesi Placidia da Hun kuvvetlerinin îtalya'ya yönelmesi üzerine Aetius ile uzlaşmağa mecbur olmuştu.
Bütün bunlar Rua'nın kuvvetli şahsiyeti ile Hun devletinin her iki Roma'nın iç ve dış siyasetlerine yön verdiğini göstermekte idi. Artık Hunlara tabi "barbar" kavimlerin Roma'ya güvenerek herhangi bir harekete kalkışmaları bahis konusu değildi. Ancak, Bizans tarihçisi Priskos'un ifadesi ile "Rua'dan barışı yılda 350 libre altınla satın almış olan Theodosios II" yine de, Hun idaresinde yaşayan yabancıları gizlice kışkırtmaktan geri kalmıyordu. Bu sebeple Rua o zamana kadar mutad olan, Bizanslıların Hun imparatorluğundaki yabancılardan ücretli asker toplama faaliyetlerini ve Bizanslı tacirlerin Hun topraklarında ticaret yapmalarını yasak etti. Ülkesi dahilinde hiçbir Grek serbest dolaçamayacak ve ticaret belirli sınır kasabalarında yapılacaktı. Bu arada Rua, bir müddet önce Bizans'a sığınmış olan Hun ileri gelenlerinden Mama ile Atakam'ın oğullarının ve diğer Hun kaçaklarının iadesini istedi. Theodosios II. süratle andlaşma yolu bulmak ümidi ile elçilik hey'etini Hun başkentine göndermeğe karar verdi. Fakat o sırada Rua öldü (434 bahan). Bizans kudretli bir düşmandan kurtulduğu için seviniyor, piskopos Proculos, vaazlarında Tanrı'nın, dindar împarator Theodosios'un dualarını kabul ederek Bizans üzerinden bir tehlikeyi kaldırdığını söylüyordu Fakat Hun sınırlarına gelen Bizans elçilik hey'eti Rua'yı da gölgede bırakan bir başbuğ ile karşılaştı: Attila (Etil).
Hunların başına geçtiği zaman 39-40 yaşlarında olan Attila, babası Muncuk erken öldüğü için, amcası Rua'nın yanında yetişmiş, onunla birlikte seferlere katılmış, çeşitli kavimleri yakından tanımak imkanını bulmuş, devlet idaresini ve Hun iç ve dış siyasetinin esaslarını öğrenmişti. Memleketi büyük kardeşi Bleda(sonraları Macarlar tarafından Buda diye amlmıştır) ile birlikte devralmıçlardı. Fakat kaynaklarda açıklandığına göre, eğlenceden hoşlanan, enerjisi kıt Buda, ikinci planda kalarak, devleti ciddî bir hükümdar vasfını taşıyan kardeşine bırakmıçtı. Ordu ve dış ilişkilerin düzenlenmesi Attila'nın elinde idi. AmcalarıAybars (doğu kanadı elig'i) ve Oktar (batı ka-nadı elig'i), Rua zamanındaki yerlerini muhafaza ediyorlardı. Aralarında iddia edildiği gibi bir rekabet bahis konusu olmadıktan başka, Bleda da "ikti-dar hırsı ile yanan" Attila tarafından ortadan kaldırılmış değildi. Attila'nın yardımcısı sıfatı ile 11 yıl Hun imparatorluğunun idaresine katılan Bleda 445'te eceli ile ölmüştür.
434 yılı baharında Hun sınırlarına gelen Bizans elçilerini Attila, Tuna ile Morava nehrinin birleştiği yerdeki Bizans Margos (bugünkü Dubravica) kalesinin tam karşısında- Tuna'nın kuzey kıyısında- bulunan Konstantia surları önünde, at üzerinde karşıladı ve dinlenmelerine dahi izin vermediği elçilerin biri konsül-general, diğeri seçkin bir diplomat olan temsilcilerine, ta-leplerini, barış şartlan olarak yazdırdı. Konstantia Barışı (veya Margos Barışı) diye anılan bu andlaşmanın başlıca maddelerine göre, Bizans bundan böyle Hunlara bağlı kavimlerle müzakerelere, ittifaklara girişmeyecek, Hunlardan kaçanlara esir alınmış Bizans teb'ası dahil sığınma hakkı tanımayacak, Bizans elinde bulunanlar iade edilecek (Grek asılh olanlar için fidye verilebilecek), ticarî münasebetler yine belirli sınır kasabalarında devam edecek ve Bizans'ın ödemeyi taahhüt ettiği yıllık vergi iki katına (700 libre altın veya 50, 400 solidus) çıkanlacaktı.
Theodosios II'nin aynen kabul ettiği bu anlaşmanın hükümleri icabı olarak, Hunlara iade edilen kaçakları Attila, daha Bizans ülkesi içinde, Trakya'da Karsus (Bulgaristan'da Hirsovo) kalesinde astırdı. Bu durum Hunlar arasında olduğu kadar Bizans'ta, Roma'da ve diğer kavimler arasın-da Attila adının dehşet saçan bir otoritenin timsali haline gelmesine yardım etti. Bundan sonra Attila, imparatorluğun doğu bölgelerinde, at üzerinde, aylarca süren bir teftiş gezisi yaparak, îtil (Volga) kıyılarındaki Şaragur (Ak-Ogur)'ların ayaklanma teçebbüsünü bastırdı (435). Batı kanadının ağırlık merkezi Tuna etrafında, doğu kanadının ağırlık merkezi Dinyeper havalisinde olduğu tahmin edilen bu tarihlerde Hun imparatorluğunda, kaynaklardan (Priskos, Jordanes, P. Diaconus, J. Honorius vb.) takip edilebildiği kadar, başlıca şu topluluklar yer almışlardı:
a. Germenler (doğudan batıya): Doğu Got, Gepid, Turciling, Sueb, Markoman, Kuad, Herul, Rugi, Skir.
b. îslavlar (Orta ve Batı Rusya'da): Veneda, Ant, Sklaven.
c. îranlılar (Kafkaslar'dan Tuna'ya kadar, dağınık halde): Alan, Sarmat, Baştarna, Neur, Roxolan.
d. Fin-Ugorlar (Ural'dan Baltık'a kadar): Çeremis, Mordvin, Merya, Veşi, Çud, Est, Vidivari.
e. Türkler: împaratorluğun her tarafına yayılmış olarak Hunlar, Karadeniz kuzeyi düzlüklerinde Volga'ya kadar Beş-ogur, Altı-ogur, On-ogur, Şaragur, Azak'ın batısında Akatir . Volga'nın doğusunda Sabar ve başka Türk kütlelerdi.
Sayıları 45'e varan ve çeçitli dil ve soydan olan bu kavimler yalnız siyasî yönden bir birlik teçkil etmekte, yabancı kavim veya zümreler ancak reisleri, şefleri ve kralları vasıtası ile devlete bağlı bulunmakta idiler. Hun imparatorluğu dahilinde sükünet vardı. 442 yılında, Hun devlet meclisi başkanı ve başbakan olan   Onegesios ile Attila'nın büyük oğlıı îlek idaresindeki Hun orduları tarafından bastırılan Akatir isyanı dışında bu sükünet bozulmamıçtı. Halbuki Roma imparatorlu-ğunda, Kavimler Göçü dolayısiyle hareket halinde olan kavimlerin geçiş yolları üzerinde geniş ölçüde tahribat yapmaları, yerli halkın mahsülatını zorla ellerinden almaları vb. yüzünden patlak veren ve genişleyen köylü (Bagaudlar) isyanlan nizam ve asayişi iyice sarsmış, buna karşı Roma, Aetius vasıtası ile bir kere daha Hunlara müracaat zorunda kalmıştı. îki yıl kadar süren müdahale sonunda, Attila'nın gönderdiği Hun müfrezelerinin yardımı ile isyancı elebaşılar Aetius tarafından ortadan kaldınldı ise de bu defa da, Kral Gundikar idaresinde bugünkü Belçika bölgesine saldıran Burgondlarla savaşmağa mecbur olundu. Bilhassa Necker nehri boyunca cereyan eden muharebelerde Hun ordusuna batı kanadı elig'i Oktar kumanda edi-yordu ki, rivayete göre, Kral Gundikar dahil 20 bin Burgond'un öldüğü bu Hun-Burgond mücadelesi Almanların meşhur "Nibelungen" destanlarına konu teçkil etmiştir. Bütün "Germania"nın Hunlar tarafından zaptını tamamlayan bu savaşlar neticesinde, 436'yı takip eden yıllarda, şu kavimlerin de Türk idaresine alındığı anlaşılmaktadır: Burgondlar, Bayavurlar, Yuthanglar, aşağı Ren sahasındaki Franklar, Türingler, Longobardlar Hun hakimiyetinin "Okyanus adaları"na, yani Kuzey Denizi ve Manş kıyılanna ulaştığı, hadiselere çağdaş tarihçi Priskos tarafından bildirilmiştir.
440'dan itibaren Attila Bizans'a karşı baskıyı artırdı. Çünkü Theodosios II, Konstantia andlaçmasının hükümlerine aykırı olarak, Hunlardan kaçanları iadede ağır davranıyor, hatta bunlardan bazılarını yüksek makamlara getiriyordu. Mesela Got menşeli Arnegisclus'u "general" rütbesi ile Trakya'da Hun sınırında vazifelendirmişti. Müşterek pazar yerlerinde Grek tacirleri Hunları aldatıyorlardı. Margos piskoposu, Konstantia civannda, kıymetli madenlerden yapılmış silahlan ve ziynet eşyası ile birlikte gömülen Hun büyüklerinin mezarlarını soymuş  bu davranış Hunları infiale sevk etmişti. Nihayet Bizans, yukarıda geçen Akatirler isyanında tahrikçi rol oynamıştı. Diğer taraftan Kuzey Afrika Vandal kralı Geiserikh, Akdeniz'deki harekatını engelleyen Bizans'a karşı Attila'dan yardım istemişti. Bu sebeplerle Attila'nın idaresinde olarak, Margos'un zaptı ile başlayan 1. Balkan seferi (441-442), Singidunum (Belgrad) ve Naissus (Niş) üzerinden Trakya'ya doğru gelişirken, Batı Roma'nın aracılığı neticesinde hızını kesti. Roma orduları başkumandanı Aetius, bundan böyle Theodosios'un andlaşma şartlarına riayet edeceğini garantilemek üzere kendi oğlu Karpilio'yu Hun sarayına rehine olarak göndermişti. Bu sefer sonunda Tuna boyundaki kaleler Hun idaresine geçmiş, daha geri hatlardaki tahkimat yıktırılmıç, Balkanlar'da Hunlara karşı durabilecek mukavemet yuvaları kaldırılmıştı.

445'te Bleda'nın ölümü üzerine tek baçına Hun imparatoru olan Attila, iktidarının çahikasına yükselmekte idi. Batı Asya ile Orta Avrupa'ya hakimdi. Her iki Roma'nın durumları meydanda idi. Attila'ya karşı koyabilecek bir kuvvetin kalmayışı, bir psikolojik belirti olarak, "savaş tannsı Ares'ın kılıcını Attila'nın ellerine verdi. Priskos'a göre, uzun zamandan beri kayıp olan bu kutlu kılıç bir Hun çobanı tarafından bulunarak Attila'ya getirilmişti. Artık dünyanm fethi yakındı, zira Ares'in kılıcı vasıtası ile yeryüzüne hükmetme yetkisinin Tanrı tarafından Attila'ya tevdi edildiğine inanılıyordu.

Bu duruma ilaveten Bizans'ın kaçakları geri vermekten çekinmesi, yıllık vergiyi ödemede isteksizliği 2. Balkan seferinin açılmasına sebep oldu (447). Attila'nın idaresi altında birkaç noktadan Tuna'yı geçen Hun ordusu, iki koldan ilerleyerek kaleleri, Sardika (Sofya), Philippopolis (Filibe), Marki-anopolis (Preslav), Arkadiopolis (Lüleburgaz) müstahkem mevkî ve şehirlerini zapt ede ede ve Tesalya'da Termopil'e kadar geniş bir daire çizdikten sonra, Bizans başkentini kuşatmak üzere Athyra (Büyük Çekmece)'ya ulaştı. Orada, barış yapmak için Theodosios'un sür'atle gönderdiği magister ve patricius Anatolios, Attila tarafından kabul edildi ve anlaşmaya varıldı (Anatolios Barışı). Buna göre, Tuna'nın güneyinde beş günlük mesafedeki yerler askerden arındırılacak, buralardaki pazarlar yerine, artık bir Hun sınır şehri haline gelen Naissus(Niş)'da ortak pazar kurulacak ,Bizans, harp tazminatı olarak 6000 libre altın ödeyecekti. Ayrıca yıllık vergi üç katına (2100 libre altın veya aş. yk. 150.000 solidus) çıkarılmıştı.
Bizans bakımından en ağır şart yıllık vergi idi. Her sene bu kadar altın tedarik edilmesi imparatorluğun takatini aşıyordu. Şaçırdığı anlaşılan Theodosios, sarayındaki ileri gelenlerin de tavsiyesi ile, garip bir kurtuluş yolu buldu: Bir suikast ile Attila'yı ortadan kaldırmayı planladı. Başında Edekon (umümîyetle kabul edildiğine göre, Skir Germenlerinin şefi. Fakat A. Vambery'ye göre Türk. Adın aslı Edikkün) ve Orestes (Pannonia'lı bir Romalı)'in bulunduğu Hun elçilik heyeti ile birlikte Bizans başkentinden Attila'nın devlet merkezine, yani Orta Macaristan'a doğru yola çıkan, tanınmış hukuk bilgini Maximinos baçkanlığındaki heyette, seyahat notları, başta Attila ve çağı olmak iizere 5. asır Avrupa Türk tarihini ayrıntılı şekilde öğrenmemize yardım eden katip Priskos da dahil bulunuyordıı. Suikastı gerçekleştirmekle vazifeli Bigila'nın da katıldığı heyet 448 yılı yazında Hun başkentine (yeri belirlenememiştir) geldiğinde, durumdan Edekon vasıtası ile haberdar olan Attila, yaptığı alenî sorguda Bigila'ya maksat ve faaliyetlerini itiraf ettirdi. Bizanslıların hiçbirine dokunmadı, fakat Theodosios'a hitaben yazdığı şu mesajı husüsî elçi ile imparatora yolladı: "Theodosios, Altila gibi, asîl bir bahanın ogludıır. Altila, babası Mııncuk'tan aldığı asaleti mııfıafaza etmiş, fakat Theodosios Attila'nın haraçgüzarı olmakla köle durumuna diışmüftür. Theodosios kölelik haysiyetini de koruyamamıştır, çünkü efendisi olan Attila'nın canına kıymak istemiştir . Attila'yı teskin etmek üzere Bizans' tan, derhal, yukarıda adı geçen Anatolios ile magister ve kançılar Nomos baçkanlığında ikincj bir heyet yola çıkarıldı. Bu elçiler Hun başkentinde Attila'yı, tahminler hilafına, sakin ve yumuşak buldular. Zira Hun dış siyaseti değişmekte idi: împarator Theodosios'un şahsında Bizans'ı tamamen kendi iradesine bağlı kabul eden Attila, artık Batı Roma'ya yönelme zamanının yaklaştığı kanaatine varmış bulunuyordu.
Batı Roma'ya esasen son mühim askerî destek 439 yılında yapılmış, ondan sonra yardımlar tedricen kesilmişti. Batı Roma, Hun devletine yıllık vergisini muntazaman ödemekle beraber gelişen yeni durumun farkında olan başkumandan Aetius, muhtemel bir Hun-Roma çatışmasına hazırlanmakta idi: "Barbar"larla münasebetlerini düzeltmiş, onlardan aldığı ücretli askerlerle, Türk usülünde, çoğu süvari birliklerinden kurulu ordular teşkiline girişmiş, Hunlar'a bağlı bazı kavimlerle gizli temaslar aramağa başlamıştı. Buna karşılık Attila da 443 yıllarında tekrar alevlenen ve Galya'dan İspanya'ya da sıçrayan köylü isyanları ile yakından ilgileniyor, Roma'ya karşı Vandallarla işbirliği innkanlarını araçtırıyordu. O da, şüphesiz, Roma imparatorluğu ve "barbar"lardan meydana gelen bütün bir Batı dünyası ile hesaplaşacağı için işin ehemmiyet ve nezaketini takdir etmekte idi.
448'lerden itibaren iki yıl kadar süren Hun siyasî ve askerî hazırlığı tamamlanınca, Attila ilk diplomatik taarruzunu Roma'ya yöneltti. împarator Valentinianus III'ün kızkardeşi olup, vaktiyle, evlenmek arzusu ile Attila'ya nişan yüzüğü gönderen ve 425'ten beri imparator hukukunu haiz olduğunu belirlemek üzere"Aııgıısta" unvanı ile anılan, delişmen tabiatlı Honoria'yı zevceliğe kabul ettiğini bildiren Attila, çehiz olarak imparatorluğun Honoria'nın hissesine duşen yarısını veya "Augusta"nın kocası sıtatı ile Roma ımparatorluğunun idaresine iştirak hakkını istedi.Önce oyalama yolunu tutan Valentinianus ile Aetius'un teklifi nihayet açıkça reddetmeleri, büyük Hun seferini meşrü duruma soktu. Ren kıyılarındaki Ripuar Frankları ve Vizigotlarla ilgili bir iki anlaşmazlık da savaş havasını olgunlaştırdı.

451 başlarında Orta Macaristan'dan batıya harekete geçen Hun kuvvetlerinin mevcudu, 80-100 bini Türk, bir o kadarı da yardımcı Germen ve îslav olmak üzere 200 bin kişi civarında idi. Hun orduları Mart ayı ortalarına doğru Ren nehrini üç noktadan açarak Galya'ya girdiği sırada, îtalya'dan yola çıktıktan sonra, Hun düşmanı "barbar"ların sağladığı takviyelerle sayısı yine 200 bine yükselen Aetius kumandasındaki Roma ordusu Galya'da kuzeye doğru hızla ilerliyor; Hun ordulan Mettis (Metz)'i (7 Nisan) ve Durocortorum (Rheims)'i zaptederek Paris yakınındaki Aurelianum (Orleans) şehrine ulaştığı zaman, Aetius da oraya yetişmiş bulunuyordu. Fakat karşılaşma Attila'nın Türk taktiğine daha uygun gördüğü Katalaunum (veya Campus Mauriacus /Kampus Mavriyakus/ sahası. Troyes şehrinin batısında Champagne ovasına doğru)'da oldu (20 Haziran 451) Batı dünyasının iki yansının birbiri üzerine yüklendiği, nihayet 24 saat süren ve iki tarafın çok ağır kayıplar verdiği (Jordanes'e göre 165 bin ölü!) muhakkak olan bu büyük savaşta kimin galip geldiği hala münakaşa edilmektedir. Avrupalı tarihçiler, ta A. Thierry'den beri (1856), Attila'nın yenildiğini söylerler ve buna Roma kuvvetlerinin imha edilmeden Hunların çekildiğini delil gösterirler. Ancak son araştırmalar meseleye biraz daha ışık tutmuş görünmektedir: Anlaşılmıştır ki, savaş gününün akçamı Roma ordusu dağılmış, birlikleri arasında irtibatı kaybeden başkumandan Aetius bile yanlışlıkla düştüğü Hun kıt'aları arasından güçlükle kurtulmuş, ertesi gün erken saatlerde, Roma'ya bağlı Batı Got ordusu, savaşta ölen kral Theodorikh'in oğlu Thorismund idaresinde, muharebe meydanından uzaklaşmış, ağır kayıplara uğrayan Frank kuvvetleri de onlan takip etmişti. Ayrıca bu savaşta Attila'nın gayesine ulaştığı da aşikardı. Batıyı hakimiyetine alabilmek için Roma imparatorluğunun insan ve asker deposu durumunda olan Galya barbarlarını saf dışı etmek isteği ile önce Galya'ya yürümüş olan Attila, Roma'nın bu tabiî müttefiklerinin savaş gücünü kırarak, Roma'yı desteksiz bırakmağa muvaffak olmuştu. Ünlü Aetius'un Roma'da gözden düşmesi bunun neticesi idi. Ordularını Galya ortasından oldukça sağlam ve disiplin içinde 20 gün kadar bir zamanda kendi başkenti bölgesine getirebilen Attila kudret ve "korkunçluğunu" muhafaza ettiğine göre, Kampus Mauriakus'ta Batı imparatorluğunun ne kazandığı, o sırada Roma'da sık sık sorulan suallerdendi. Nitekim, daha bir yıl geçmeden Attila, îtalya seferine başladığı zaman Roma'nın Hunlara karşı çıkaracak kuvveti kalmamıştı. Hadiselere çağdaş Prosper Tiro (Papa Leo I'in katibi)'nun kaydettiğine göre Aetius, mukavemet imkansızlığı dolayısiyle, împarator Valentinianus'un îtalya'dan ayrılmasını tavsiye etmekte idi.

Attila 452 baharında çekirdeğini süvari kuvvetlerin teşkil ettiği 100 bin kişilik ordusunu Julia Alpleri'nden geçirerek bugünkü Venedik düzlüğüne indirdi. Oradaki meşhur Aquileia kalesini zaptettikten sonra Po ovasına girdi. Aemilia bölgesini işgale başlayıp Roma imparatoriuğunun o zamanki başkenti Ravenna'yı tehdit etmesi meselenin nihayete erdirilmesine kafi geldi. Roma sarayı endişeli, halk telaşlı, Senato ne olursa olsun barış yap-mak karannda idi. Kilise de bu arzuya katıldı. Sür'atle bir hey'et hazırlandı. Hitabeti ile meşhur Papa Leo 1 ("Büyük Leo") baçkanlığında konsül G. Avi-anus ve eski "praefecture" Trygetius'dan kurulu bu hey'et, Mincio ırmağının Po nehrine döküldüğü düzlükte ordugahını kurmuç olan Attila tarafından kabul edildi (452 Temmuz ortası). Papa, imparator ve bütün Hıristiyan dünyası adına, büyük Türk başbuğundan Roma'yı esirgemesini rica etti. Beş yıl kadar önce kahir bir kuvvetle Çekmece'ye kadar geldiği halde nasıl İstanbul'u tahrip etmekten kaçınmış ise, Papa'nın ağzından Roma'nın teslim olduğunu öğrendikten sonra bu eski medeniyet merkezini korumayı da vazife sayan Attila, muzaffer ordusu ile başkentine dönerken, şüphesiz, tıpkı Bizans gibi, Batı Roma imparatorluğunun da kendi iradesine bağlandığı kanaatinde idi Priskos'un, 448'de Hun başkentinde Batı Roma elçisi Romulus'dan duyarak belirttiği üzere, şimdi sıra Orta-doğudaki Sasanîlerde idi. Oranın da himayeye alınması ile "dünya hakimiyeti" gerçekleşecekti. Fakat bu, Attila'ya nasip olmadı. İtalya seferinden dönüçte, rivayete göre zifaf gecesinde herhangi bir iç kanama neticesi ağzından, burnundan kan boşanmak suretiyle öldü (453). Yaşı 60 civarında idi.

Attila, milletlerin hüfızalarında ölümsiizlnğe ulaşmış tarihin nadir simalarıından biridir. Hatırası etrafında İtalya'da, Galya'da, Germen memleketlerinde, Britanya'da, İskandinavya'da ve bütun Orta Avmpa'da asırlarca agızdan agıza dolaşaıı efsaneler türemiş , romancılara, ressamlara, heykeltıraşlara konu olmuş, hakkında en çok kitap yazılan şahsiyetlerden biri durumuna yüksel-miş, tiyatro yazarlanna, kompozitörlere ilham vermiş, adına bir düzineye yakın opera bestelenmiştir. Son yarm asırda yapılan tarafsız tarih araştırmaları onun, Hıristiyan Orta-çagının taassup kokulu uydurmaları ile ilgisi bulunmadıgını, Nibelungen destanlan başta olmak üzere, çagdaşı kayıtlanı onu iyilik sever, babacan, çok yüksek vasıfta bir hükümdar olarak tanıdıgını ortaya koymuştur.
Attila'nın ölümünden sonra, hatunu Arıgkan'dan doğan üç oğlu; sırasiyle îlek, Dengizik, îrnek, babalarının yerini tutamadılar. împarator olan îlek, ayaklanan Germen kavimleri ile yaptığı Nedao (Avusturya'da) savaşında hayatını kaybetti (454). Çok cesur, fakat siyasî zekadan mahrum Dengizik, imparatorluk birliğini yeniden kurmak için neticesiz mücadeleler içinde çırpına çırpına nihayet bir Bizanslının kılıcı ile can verdi (469). îrnek ise, büyük kardeşlerinin ölümünden sonra, artık Orta Avrupa'da tutunmanın zorluğunu anlayarak, savaşlarda yorgun düşen Hunların büyük kısmı ile Karadeniz'in batı kıyılarına döndü.

İrnek idaresindeki Hunların, önce Güney Rusya düzlüklerinde görünen, sonra Balkanlar'da ve Orta Avrupa'da birer devlet kuran Bulgarlar ile Macarların teşekkülünde büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Tarihî kayıtlarda Bulgar-Türk devletinin hükümdar ailesi olan Dulo (Doulo) sülalesi 'ne mensup gösterilen îrnek, Macar geleneklerinde, Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad hanedanı tarafından ata tanınmaktadır. 4. asırda Hunlara, Volga'dan batıya doğru rehberlik eden geyik motifli "Sihirli Geyik" efsanesinde de, Hunlarla Macarlar (Hunor-Moger) kardeş gösterilmiştir . Nihayet Macaristan'da yaşamış olan Sekellerin Hunların çocukları olduğu zannını uyandıran bir başbuğ Çaba Efsanesi vardır.Avrupa Hun kütlesi yalnız bu Türk devlet ve topluluklarının oluşuna ve kültür yönünden Batı Avrasya'sına sağlam bir zemin vermekle kalmamış, daha mühim olarak, Asya kıt'asında yer darlığı, kıtlık yüzünden veya siyasî-askerî bir sebeple sıkıntıya düşen ve bu tedirginlikten kurtulmak için huzurlu, rahat, hür yeni iklimler arayan Türk kütlelerine Batı yönünün açıcısı olmuştur. Aynı zamanda, yol üzerindeki îndo-îranî ve Germen gruplannı (Alanlar, Sarmatlar, Gotlar vb.) ileriye, uzaklara iterek veya kısmen kendi içinde eriterek temizlemek suretiyle bu yolu, sonraki 900 yıl müddetle Türk göçlerinin hizmetine hazırlamıçtır. Bu noktanın bilhassa belirtildiği  batı araçtırmalarında, Hunlar üzerinde Avrupa'nın çeçitli kültürel tesiri konusunda düşülen aşırılık da dikkatten kaçmamaktadır.
Attila'nm sarayında, yabancı kökenden görevlilerin bulunduğu, bunların yüksek mevkiler işgal ettiği ve Türk, Got, Latin dillerinin aynı ölçülerde konuşulduğu doğrudur. Ancak, halkı Germen ve Latin olan Avrupa kıt'asmda tabiî sayılması gereken bu durumun, derin kültür tesirinden ziyade, Hun-Türk imparatorluğunun niteliğinden doğduğunu kabul etmek daha isabetli olur. Nitekim Hun topluluğu ne dil, ne de hayat tarzı yönlerinden değişikliğe uğramamış, siyasî iktidar sona erince de oraları bırakıp Türk çevresine dönmek tercih edilmiçtir. Buna karşılık, Hun hakimiyeti çağının Avrupa'da şu derin etkileri olmuştur:

a. "Kavimler göçü" yolu ile etnik   bugünkü durumun temeli);

b. Savaşlar veya dostça münasebetler yolu ile edebî (Nibelungen Destanı, efsaneler vb.);

c. Bozkır san'atı yolu ile estetik;

ç. Batı Roma imparatorluğunun yıkılması (476. îtalya'nın ilk yabancı kıalı Odovakar, Attila'nın sadık adamlanndan Edekon'un oğlu idi) ve büyük istila hareketlerinin başlaması üzerine çok mühim bir tarihî gelişme olarak, Roma-Germen gruplaşma eğiliminin uyanması yolu ile siyasî;

d. Hatta köylünün ve güçsüzün korunmasına yönelik "şövalyelik" (dar manada, atlı savaççılık) hayatının ve Roma imparatorluk kavramına karşı millî duyguların yaratıcısı olarak sosyal;

e. Avrupa ordularının Türk sistemine göre ıslahı hareketleri dolayısiyle askeri bakımlardan Türk kültür tesirleri Batı'da hemen bütün Orta-çağlar boyunca devam etmiştir.

 
 
  Bugün 22 ziyaretçi (22 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol