bizosmanliyiz-1299
  İL İL ANADOLU EFSANELERİ
 

ALLAH ERKEĞİ YARATTI

Rivayet bu ya isteyen doğru desin isteyen yanlış.Fakat halk arasında anlatılan bir hikaye bu,Rivayete göre:


Allah eşeği yarattı ve ona dedi ki : Sen bir eşeksin. Sabahtan aksama kadar yorulmadan çalışacaksın ve ağır yükleri sırtında taşıyacaksın. Ot yiyeceksin, az akıllı olacaksın ve 50 yıl yasayacaksın. Eşek cevap verdi : 50 sene böyle bir hayat için çok çok fazla, lütfen bana 30 yıldan fazla verme ! Ve böyle oldu...

Sonra Allah köpeği yarattı ve ona dedi ki : Sen bir köpeksin. İnsanların mallarını koruyacaksın, onların en yakın dostu olacaksın. İnsanlardan geriye kalan artıkları yiyeceksin ve 25 yıl yasayacaksın.Köpek cevap verdi : Allah'ım, 25 yıl böyle yasamak çok fazla. Bana 10 yıl ver yeter ! Ve böyle oldu...

Daha sonra Allah maymunu yarattı ve ona dedi ki : Sen bir maymunsun. Ağaçtan ağaca salınacak ve bir aptal gibi davranacaksın. İnsanları eğlendireceksin ve 20 yıl yasayacaksın. Maymun cevap verdi : 20 sene dünyanın palyaçosu olarak yasamak çok fazla. Bana 10 seneden fazla verme ! Ve böyle oldu...

En sonunda Allah erkeği yarattı ve ona dedi ki : Sen erkeksin, dünyada yasayacak tek rasyonel düşünen canlı sen olacaksın. Diğer yaratılmışlara zekanı kullanarak hükmedeceksin. Dünyayı yöneteceksin ve 20 yıl yasayacaksın. Erkek cevap verdi : Allah'ım erkek olmak için 20 yıl yetmez. Lütfen bana eşekten artan 20 yılı, köpekten artan 15 yılı ve maymunun 10 yılını da ver...

Allah bunu kabul etti ve erkek 20 yıl erkek olarak yasadı, sonra evlendi ve 20 sene eşek olarak sabahtan aksama kadar çalıştı ve ağır yükleri taşıdı. Sonra çocukları oldu ve 15 yıl köpek gibi yaşadı, evi korudu, aileden artanları yedi. Sonra ilerleyen yaşında 10 yıl maymun olarak yaşadı, aptal gibi davrandı ve torunlarını eğlendirdi. Bugüne kadar böyle geldi...

 

Adana

Lokman Hekim Efsanesi

Lokman bütün otların ve çiçeklerin dilinden anlarmış.Çiçekler otlar hangi hastalığı iyi edeceğini Lokman'a söylermiş.O da her hastalığı iyi eden ilaçlar yaparmış.Bütün dünyayı dolaşan lokman Çukurova'nın bereketli topraklarında herşeyin yetiştiğini görünce,seyhan Nehri'nin kenarında Adana ile Ceyhan arasında ve günümüzde bir bucak merkezi olan Misis kentine (Yakapınar) yerleşmiş.Çevredeki bütün hastaları iyi etmiş.Hastalıksız yaşamaya başlayan insanlar,Lokman'a başvurarak bu kez de bir ölümsüzlük ilacı bulmasını istemişler.Lokman Çukurova'yı adım adım dolaşarak ölümsüzlük ilacı yapılacak bitkiyi bulmaya çalışmış Bir gece Ulu bir çinarın altında uyuya kalmış.Uykusunda bir ses duyup uyanmış "Lokman bunca zamandır arayıp taraman bitsin.Ben ölümün ilacıyım.Bundan sonra insanlara da hayvanlara da ölüm yok." diye seslenen otun yanına koşmuş ve ilacın nasıl yapılacağı konusunda söylenenleri bir bir yazmış.Otu da kopararak düşmüş yola .Misis'e gelince altında Koca Ceyhan Nehri'nin ağır ağır aktığı köprü üzerinde durmuş.Defterine yazdıklarına göre,ölüm ilacını yapmaya koyulmuş.Tam bitireceği sırada görünmez bir el ,bir vuruşta defteri de ,otu da uçurarak suya düşürmüş.Lokman bu yüzden ölüme çare olacak ilacı yapamamış.Otlar da bundan böle ondan küsmüşler.


Şahmeran Efsanesi

Bölge halkının dilinde "Misis yılanla ,Ceyhan yelle,Adana selle gidecek" diye bir tekerleme dolaşır.Bu tekerleme üstüne efsaneler vardır.En yaygınlarından bir de şudur:

Adana ,Seyhan nehri yanıbaşında bir düzlükte kurulmuş  Eskiden nehir sık sık taşar,evleri,köyleri yıkar,tarlaları su altında bırakırmış.Ceyhan'ın evleri çok eskiden topraktan ve kamıştan yapılırmış.Her yanı açık olduğu için bir kuvvetli rüzgar esince bu evlerden bir çoğu yıkılıp gidermiş.Misis'in yılanla gitmesine gelince :Misis yakınında küçük bir dağın tepesinde kurulmuş "Yılan kale" denen bir kale vardır.Söylendiğine göre bu kalede çok yılan varmış. Yılanlar sütle beslenirmiş günün birinde sütsüz kalacaklar ve kaleden çıkıp Misis'e inerek orada yaşayanları sokacaklarmış. "Yılanla gidecek" demenin nedeni buymuş. "yılanla gidecek" denmesiyle ilgili başka bir efsane de şöyle:Çevre de yaşayan beylerden biri,çaresiz bir derde düşer.Yapılan ilaçlar fayda etmez.Bir doktor beyi iyi edebilecek ilacın yılanlar Şahı Şahmeran'ın gözleri olduğunu söyler.Ama kimse Şahmeran'ı bulamaz.Yılanlar Padişahı insanoğullarından birine büyük bir iyilikte bulunarak ,onu yılanların sokup öldürmesinden kurtarmıştır.işte bu insanoğlu Şahmeran'ın saklandığı yeri haber verir.Yılanlar padişahı Misis'te ki bir hamamda saklanmaktadır.Şahmeran'ı yakalarlar ve öldürürler gözlerini oyarlar.Bu gözleri yiyen bey iyi olur.İşte bu yüzden yılanlar Misis'i basacaklar denilmektedir.


Amasya

Lokman Hekim Söylencesi

Lokman Hekim tüm hastalıkların ve ölümün çaresini bulunca bunlardan bir kitap oluşturmuş.Amasya'dan Kunç köprüsü üzerinden geçerken,Cebrail gelmiş kitaba vurarak ölümün çaresinin yazdığı sayfayı suya düşürmüş.ve "artık ölüme çare bulamayacaksın" diyerek uzaklaşmış.Bu ırmağın suladığı arpa tarlaları ,bu yüzden şifalı sayılır ve arpa suyu şifa da şifa için içilirmiş.

Lokman Hekim  ölüme karşı ,baş su,orta su ve son su adını verdiği üç çeşit su bulmuş.Daha sonra kendi vücuduna göre bir kalıp yaptırıp ,çırağına kendisini kesip,parçalamasını,parçaları kalıba dökmesini ve sonunda da suları sırasıyla dökerek kendisini canlandırmasını söylemiş.Çırağı söylediklerini yapmış,birinci su etleri toparlamış,ikinci su canlılık verir gibi olmuş,ama çırak tam üçüncü suyu dökeceği sırada Tanrı şişeyi düşürüp kırmış,sular arpa tarlasına akmış.Arpa suyu bu yüzden şifalı sayılırmış.


Ferhat ile Şirin

Vll-Vlll.yy.da yaşayan Sasani Hükümdarı Hüsrev Pervez'le Ermeni hükümdarının yeğeni Şirin arasındaki aşkı konu alan bu öykü,İranlı  Şair Firdevsi'den Nazım Hikmet'e kadar bir çok sanatçıya esin kaynağı olmuştur.Bir çok şekilde anlatılan efsane:

Asıl adı "Hüsrev ile Şirin"olan öykü ,Ali Şir Nevai,Lemii gibi şairlerin olayın üçüncü kişisi olan Ferhat'ı ön plana çıkararak "Ferhat ile Şirin"adlı mesneviler yazmalerı sonucu Anadolu da bu adla tanınmıştır.

Olay Anadolu efsanelerine göre Amasya'da geçmektedir.Ferhat Amasya'da yaşayan bir nakkaştır.Şirin'de Azerbaycan da yaşayan Erzen kentini hükümdarı Mehmene Banu'nun kızkardeşidir.İki genç Ferhat'ın Mehmene Banu'nun Şirin için yaptırdığı sarayın duvarlarını süslemesi sırasında olur.Birbirini seven gençler gizliden gizliye görüşmeye başlar.Bunu duyan Mehmene Banu Ferhat'ı önce Kale-i Ahenin'e hapseder,daha sonra da kentten çıkıp gitmesi şartıyla bağışlar.Bu sırada Amasya'da hükü sürmekte olan Hürmüz  Şah,Ferhat'ın başından geçenleri duyar ve onu korur.Daha sonra da Şirin'i Mehmene Banu'dan ister.Mehmene Banu'nun bu isteği geri çevirmesi üzerine iki hükümdar arasında savaş başlar.Savaşın sonunda Hürmüz Şah,Şirin'i Amasya'ya götürür.Bu sırada Şirin'e kendisi aşık olur.Bu yüzden Ferhat'a Şirin'i alabilmesi için olmayacak bir işi başarmasını söyler.Elma Dağı'nı delip arkasındaki suyu kente getirmesini söyler,Ferhat dağı deler ancak tam su yollarını tamamlayacağı sırada bir cadı(bazılarına göre Şahın dadısı) Ferhat'ın yanına gelip Şirin'in öldüğünü söyler.Ferhat üzüntüsünden Külüngünü havaya fırlatır ve külüngünün başına düşmesi sonucu ölür.Bu sırada Ferhat'ı görmeye gelen Şirin onun öldüğünü görünce bıçağını çıkarıp kendi canına kıyar.Cadıyı da dağdan inen bir aslan parçalar.Hürmüz Şah Ferhat ile Şirin için bir tören düzenletir ve ikisini de aynı mezara gömdürür.Ancak mezarlarının üstünde bir kara çalı biter.



Ankara

Hüseyin Gazi Söylencesi

Hüseyin Gazi Battal Gazi'nin babasıdır.Ankara'nın İslamlaşmasında önemli bir rolü olan Hüseyin Gazi,"Kafirlerle" giriştiği bir çarpışmada yaralanır ve günümüzde kendi adıyla anılan dağın doruğuna  tırmanmağa başlar.Hüseyin Gazi doruğa tırmandıkça bastığı çayırlar ,kanının damladığı otlar çiçeklenip renklenmektedir.Doruğa yaklaştığında duraksayan Hüseyin Gazi  "Benim için darlık mı var? " deyip asasını toprağa vurur vurmaz da yerden gür bir su fışkırır.gücü tükendiğinden doruğa varamadan  orada düşüp kalır.Oğlu Battal Gazi babasının şehit edildiğini öğrenince kente saldırıp tüm "kafirleri" kılıçtan geçirir.Sonra da AfyonKarahisar 'a değin Müslümanlığı yayar.O da günümüz de Seyit Gazi denilen yerde şehit düşer.


İmra -al Kays söylencesi

İmra -al Kays Timurlenk kulesi denilen yerde,tanınmış Arap şairi İmra -al Kays 'ın mezarı olduğu söylenir.Bir Arap beyinin oğlu olan şair,gençliğinde babası ile geçinemediğinden yolculuğa çıkmış.Babasının düşman kabilelerce öldürüldüğünü duymuş ,asker toplayıp savaşmış.Ancak,yenip düşüp bir Yahudi kralına sığınmış.Bu sırada Bizans İmparatoru Justinyen kendisini İstanbul'a çağırıp Suriye uç beyliğini önermiş.Şair sarayda bir süre kalmış,sonra da uç beyi  olarak yola çıkmış.İstanbul'dan ayrıldığı sırada bazı kişiler İmparatora şairin prenseslerden birini yada İmparatoriçe'yi ayarttığını söylemişler.İmparator öfkelenmiş,zehirli bir gömlek yaptırmış "Bu benim hilatimdir,yolda giysin ki halk kendisinin benim yüksek bir memurum olduğunu anlasın" diyerek arkasından yollamış.Şair de gömleği giyer giymez ölmüş ve kendisini Ankara'da gömmüşler.


Hacı Bayram Veli ve Akşemseddin'e ait söylence

Akşemseddin Haleb'e  uğradığında bir rüya görür.:Boynuna bir zincir takmışlar zorla Ankara'da Hacı Bayram  Hz.lerinin eşiğine bırakmaktalar.Zincirin ucu da Hacı Bayram'ın elindedir.

Bunun üzerine Akşemseddin Ankara'ya gelir.Bakar ki müritler tarladadır.Burçak topluyorlar.Yanlarına varır.Fakat Hacı Bayram Veli hiç iltifat göstermez,bakmaz.

Akşemseddin hizmet eder ve çalışmaya başlar.Yemek vakti gelir.Teknelerle yoğurt ve buğday çorbası getirilir,paylaşılır.Herkes nasibince alır.Köpeklere de verilir.Fakat ,yine Akşemseddin Hz.lerine dönüp bakmazlar.Akşemseddin Hz.leri varır köpeklere verilen yemekten beraberce yemeye başlar.Bunu gören Hacı Bayram Veli :

-Köse beni yaktın ! diyerek sofraya çağırır ve sonra da :"Zincirle çağrılanı böyle karşılarlar" der.


 
Antalya

Bellerophontes Söylencesi

Hipponoes "tanrıların öğünerek yarattıkları" bir erkek güzelidir.Ormanda avlanırken,kazara kardeşi Belleros'u öldürdüğü için kendisine "Belleros'u yiyen "anlamına gelen Bellerephontes  adı verilmiştir.Kardeşini öldürdüğü için ülkesini terkeden Bellerophontes ,Tipins kralı Proitos'a sığınır.Kralın karısı Bellerophontes'e aşık olur.Ancak Bellerophontes onunla ilişki kurmayı kabul etmeyince Kraliçe:"Öl ey Proitos ya da gebert Bellerophontes'i.O ki gönlüm olmadan beni aşkı ile sarmak istedi." diyerek,Bellerophontes'e  iftira eder.Ancak Porites kenidne sığınan birini öldürmekten kaçınır ve onu,içinde "Bu mektubu getiren şahsı bu dünyadan kopar.O ki karıma yani senin kızına tecavüz etmek istedi."yazılı olan bir mektupla kayın pederi olan Likya kralı İobates'e yollar.ancak İobates  mektubu,Bellerophontes  'i dokuz gün ağırladıktan sonra okur ve konuğunu kendisi öldürmek istemez.Ona ölümüne yol açacak bir görev vererek ,başı aslan,vücudu keçi,kuyruğu yılan olan ve ağzından durmadan alevler saçan Chimeraadlı canavarı öldürmesini ister.

Bellerophontes bu  işi başarabilmek için tanrıların yardımını ister.Kahin Polyeidos ona uçan at Pfesos'u yakalayıp ehlileştirmesini öğüt verir.Tanrıça Athena dan da bu ata binmesini sağlayacak gemi alır.Böylece kanatlı atı Pfesos ile Bellerophontes Chimera 'nın alevinden uçarak kaçabilir ve bu sayede canavarı yener mızrağı ile havadan canavarın üzerine öyle bir iner ki mızrağı yiyen Chimera yerin yedi kat dibine gömülür,yalnız alevden dili yeryüzünün dışına çıkabilir.

Bellerophontes 'in öyküsü sürer canavarı yenince İobates ona başka güçlü rakipler bulur.Bölgenin en savaşçı kavimlerinden olan Termessoslu Solymler'in daha sonra da Amazonların üzerine gönderir.Bellerophontes bu iki savaşı da kazanarak güçlenir.Bunun üzerine İobates,Bellerophontes 'a karşı kendi askerlerini gönderir.Bellerophontes Likya ovasında ki bu savaşı da kazanır.Daha sonra Bellerophontes'a kızının iftira ettiğini öğrenir ve kızını ona verip ülke yönetimini onunla paylaşır.

Ancak Bellerophontes başarılarına dayanarak ölümsüzlerin arasında yer almak için kanatlı atı ile tanrılar dağı olan Olympos dağına ulaşmaya çalışır.Zeus bir at sineği yollayarak Pfesos'u ürkütüp Bellerophontes 'i atından düşürür.At gökyüzünde kalarak bir burç haline gelir.Bellerophontes yer yüzüne düşer sakatlanarak eski saygınlığını da yitirir.

 

 

Artvin

 

Kraliçe Tamara Söylencesi

XXll yy.sonunda Gürcü Krallığının başında Tamara adında bir kraliçe vardı.Çoruh yöresinde günümüzde bile anlatılan kraliçenin,yedi bölükten oluşan bir kraliçe alayı vardı.Güzelliği dillere destandı.Trabzon Rum İmparatorluğu'ndan bir prensin kraliçe uğruna intihar ettiği halk arasında anlatılmaktadır.
Kimi kaynaklar Kraliçe Thamar 'ın Xll.yy .da yaşadığını belirtmektedir.Hatta Çubunaşvili ,daha da ileri giderek Tamara'nın 1184-1212 arasında kraliçe olduğunu ileri sürmektedir.Başka kaynaklar Tiflis'te David teepesi'ndeki kilisenin Kraliçe Thamar'ça yaptırıldığını ve kraliçenin halk arasında  söylenceleştiğini anlatmaktadır.Gürcistan krallığı'nın Thamar zamanında en geniş sınırlarına ulaştığı belirtilmektedir.
XlX.yy ortalarında Gürcistan'a arkeolojik bir gezi yapan ve izlenimlerini bir rapor halinde yazan M.Brosset thamara'dan söz etmektedir.

Çubunaşvali ,Kutaisi'de bir kilise yaptırmış olan kral lll.Bagrat 'ın 1003 te ülkeyi yönettiğini yazmaktadır.Buna göre kraliçe Thamar ile evlenen Davit Bagrat 'ın bu kral olduğu düşünülebilir.

Ayrıca Borçka'nın bir köyünün Thamar adını taşımasıdır.Bu köyün şimdiki adı "Damar"dır.



Kaftanoğlu Menkıbesi

Ardanuç'un  yol üstü adı ile anılan köyünün kuzey batısında Acı-Elma ,Anza ve Çıkçık adlarında üç tepe vardır.Bunlardan Anza'nın güney yamaçlarındaki geniş alanda çeşitli kalıntılar bulunmaktadır.Bu yöreye çevresi ile birlikte Berda denir.Kaftanoğlu menkıbesinde adı geçen Berda adlı yerleşim yerinin  burası olduğu sanılıyor.Kaftanoğlu menkıbesi çeşitli şekillerde anlatılmaktadır.

1.anlatım

-Berda denilen yerde yaşayan Kaftanoğlu heybetli,güçlü,kuvvetli,güzel çehreli,kaytan bıyıklı bir adamdır.Uçan kuşa hükmeder,hatırını saymayan beyleri,ağaları zarı zarı ağlatır.Fakir fukarayı güldürürdü.Malı davarı,atı,atlısı o kadar çok idiki sofraya oturduklarında şimşir kaşıklarının sesi bir saatlik yoldan duyulurdu.Aman dileyeni bağışlar,erzak isteyenin ambarlarını doldururdu.

Berdanın namı dörtbir yanda bilinir,Kaftanoğlunun şerefi ve şanı Padişah katında da anılırdı.Kaftanoğlunun duyan beyler,ağalar ona gelir,onunla birlikte olduklarını söylerlerdi.Konaklarda ağırlanan beyler,ağalar o kadar çoktu ki onların bir günde içtiği çay,Ardanuç Kale Beyi'nin bir yıllık masrafını karşılardı.Konaklardaki musluklardan koyun,keçi,inek ve camuş sütü ayrı ayrı akar,kürünler dolusu kaymaklar bulunurdu.

Kaftanoğlu o derece gani bir bey idi ki en ufak bir hediyesi bir fakiri zengin ederdi.Onun zamanında değil Berda da ,Basa,Cugo,Ançkura köylerinde bile fakir bulunmazdı.Her gün ziyaretçiler dolar taşar,kurbanlar kesilir,mevlitler okunurdu. Ziyaretlerde bulgur pilavına kimse kaşık atmaz,şişek kurbanından yapılmış kavurmalar,pirinç pilavları ile yenirdi.İnsanlar doyar,artanı da kurt kuş yerdi.Kaftanoğlu devrinde güvenlik o derece sağlamdı ki kurt ile kuş birlikte gezerdi.Berda'dan dışarda olan yerlerde ise güvenlik bu derece iyi değildi.

Çık hele Berda'dan dışarı
Görürsün başına neler gelir.
İti,kurdu,insanı mı başarı
Görürsün başına neler geliyor.

Kaftanoğlu yoktur el illerinde
Kurdu yarı gezer cebellerinde
Urbam için öldürürler yollarında
Görürsün başına neler geliyor

Kaftanoğlu'nun hayır hayratı da boldu."Kaftanoğlu çamı"nın dibinden Anuç'a Ançkura'ya yol giderdi.Bu yoldan geçenler Kaftanoğlu'nun sofrasında doyar,ondan sonra yola revan olurdu.Onun sofrasını ancak dört kişi çamın dalına asar ve indirebilirdi.Çamın bir dalında koyun,bir dalında sığır eti asılı dururdu.Gelip geçen ister koyun etinden ister,sığır gövdesinden et keser,hazır ocakta pişirir,yer geçerdi.Eğer et yemeden geçerse Kaftanoğlu'na hakaret sayılır,o yolcu temizce dövülürdü.Bunun için kaftanoğlu devrinde zengin le fakir belli olmazdı.

Kaftanoğlu' nun iki sarayı vardı.Biri Çürük Taş'ın üstünde,öteki de Acı Elma Tepesi'ndey di Her konakta ki hizmetçiler ayrı idi.İçki içer,saz çaldırırdı.Aşıkları sever bol bol bahşiş verirdi.

Köyleri şehirleri maiyetiyle gezer,Kaftanoğlu'nun ünü,o yere gitmeden duyulurdu.Kendisi kır donlu bir ata biner bunu Köroğlu'nun kır atının torunu olduğunu söylerdi.Maiyeti ile silahlanıp yola çıktı mı ,atların nal sesleri bir günlük yoldan duyulur,yollardan kalkan tozlar,göklere direk olurdu.

Her cuma günü Kale'ye gider Cuma namazını eda ederdi.Basa'da günü unutanlar Kaftanoğlu'nun geçişi ile günün Cuma olduğunu anlardı.Maiyeti ile Hıçan'dan aşağı doludizgin gelişi Basa'da beşikteki çocukları uyandırırdı.

Kaftanoğlu bir başına bire adamdı.Hiç bir padişaha bağlı değildi.O sadece zalimlerin başına topuz indiren bir beydi.

Günler böyle devam etmedi.Berda'ya bir kırgın girdi.Adına "taun"dediler.Berda'yı silip süpürdü.Ne kaftanoğlu kaldı,ne oğul-uşağı,ne de maiyeti.Hepsinin yerinde yeller esti.Ölümden kurtulan tek çocuk oldu.O da çıplaktı.Berda'nın ölülerini çevre köylerden gelenler gömdüler.Bir zaman çıngrak sesleri,koyun kuzu meleyişleri Meşe köyden duyulan Berda'nın o ıssız ve acıklı haline kurtlar kuşlar bile ağladı.

Yıkılmış berda'nın beğleri kalmış
Dünya da beterin beteri varmış
Ağla,dövün,yalvar neye yarar ki
Berda diye boş bir efsane kalmış.

ll .

Kaftanoğlu,türkmen'in haberi üzerine Derbent savaşı'na gider.Türkmen'e dönüşünde Berda'nın Gürcülerce basıldığını ,ahalinin,çoluk çocuğun kılıçtan geçirildiğini ve pek sevdiği "Bad-ı Saba"adlı karısının da kaçırılıp İstanbul'a getirildiğini öğrenir.İstanbul'a gider.Padişah Kaftanoğlu'nun geldiğini öğrenince,kuşkulanır ve onu zindana attırır.Zindancı Kaftanoğlu' na sorar:"Sen kimsin,nesin,Padişah seni niçin hapsetti?".Kaftanoğlu :

Atlarım var "gök civar"da
Nahırlarım var çevre yanda
Oğul uşak dolar taşar
Askerim var kal'alarda

Ben Derbent'te yarim evde
Kefereler kaçırmışlar
Bad-ı saba'm şimdi nerde
Ararım onu her yerde.

Kaftanoğlu derler bana
Çar köşenin sahibiyim
Beyler ağalar katında  
Köroğlu'nun Şahbazıyım.

Zindancı durumu Padişah'a bildirir.Padişah Kaftanoğlu'nu huzuruna alır,derdini dinler,çare bulamaz.Frengistan' gitmek olmaz çar naçar geri döner.

Badı Saba kaçırdım
Aklımı fikrimi uçurdum
Nideyim ah yar nideyim
Alıp başımı gideyim

Padişah bile naçare
Ölüme varmı biçare
Nideyim ah yar nideyim
Alıp başımı gideyim

Kaftanoğlu derler bana  
Ahır ömrümü alsana
Nideyim ah yar nideyim
Alıp başımı gideyim

Berda'ya geldiğinde köyün "taun"dan kırıldığını görür.O da Tanrı'sına yalvararak canını almasını ister.Fakat bu sırada gaipten bir ses duyar.Sese uyanır.Kendisini Peygamber çağırmıştır.Mekke'nin yolunu tutar ve bir daha geri dönmez.

lll

Kaftanoğlu Acem Şahı'nın çok iyi tanıdığı bir beydi.Şah darda kaldı mı Kaftanoğlu na haber salar onu imdada çağırırdı.

Acemdar bir name gelmiş
Asker ister Leşker ister
Kaftanoğlu emir almış
Gülle ister gürzi ister

Türkmen'de leşker toplanır
Çar köşeden tümenleri eklenir
Sade kaftanoğlumu beklenir
Gider babam giderim hey

 

Aydın

MEANDER (Menderes) SÖYLENCESİ

Anabelen Vadisi'nde Meander adında birisi yaşamaktaydı.Meander Asker ve yiğitliği dolayısıyla komutan seçilir.Bir süre sonra ordusunun başına geçerek Pesinünt Kenti(Friglerin dini merkezi) üzerine yürür.Kanlı bir savaş sonunda Meander'in ordusu yenilir.Yenik düşen Meander tapınaklarındaki hazineleri,değerli eşyalarını ve tüm varlığını askerlerine dağıtır.Tanrıça aklını büsbütün başından alır.Meander iyice çıldırır.Karısını ve oğlunu öldürür,sonra da yüksek bir kayadan kendini Anabelen Irmağı'na atar. Irmak o günden sonra "Meander" Menderes adını alır.


ENDİMİYON SÖYLENCESİ

Dünyanın ilk pastoral ozanı olduğu sanılan Teokritos'ça anlatılmıştır.Menderes ırmağı kendi adıyla anılan ovadan gümüş parıltılarla kıvrıla kıvrıla akarak Bafa Gölü'nün sularıyla karışır.Bafa Gölü gümüş kesilmiş ve göle ay Tanrıça'sı Artemis 'in aynası denilmiştir.Efsane gölün yanı başında yükselen Beşparmak Dağları'nda geçer.Artemis (Diana)çoban Endimiyon'u bu dağlarda uyurken görmüş ve bu insanoğluna vurulmuştur. Artemis ,üç kişilikli bir tanrıçadır.

Yeryüzü'nün Bereket Tanrıça'sı iken Artemis;yeraltı ölüler evreninde fırtınalı geceler karanlığında Hekat;aydınlık gecelerin ay ışığında Artemis Selene'dir.Selene her gece ay ışığı ile gelir.Eros (Şafak) günün kapısını açıncaya kadar Endimiyon'la kalırdı.Endimiyon gökten inen ışığı ve üzerine gelen gümüş gövdeyi Dünya gözüyle göremez,ama düşler evreninde ay ışığının ,yani Selene'nin yanına gelmesinin mutluluğunu hissederdi.Bu efsane Tanrılara insan kurban etme geleneğine bir tepkiydi.Yoksul çoban kurban edilmek şöyle dursun ,uyurken İda Dağı'nın doruğuna götürülür ve selene ile evlenirken bütün tanrılar hazır bulunur.


Küpidon ile Psike

Milet,eskiden Büyük  Menderes'in arşipele aktığı yerin yanında bir yarımadaydı .söylenceye göre ,burada yaşayan bir kralın birbirinden güzel üç kızı varmış.En küçükleri Psike ablalarından daha güzelmiş ve herkes ona bir tanrıçaya tapar giibi taparmış.Artık Güzellik kraliçesi Afrodit'in iki beyaz memesi üzerine değil,Psike'nin başı üzerine yemin ediliyormuş.Azrtık Afrodit'in mihrabına dönüp bakan,ona güvercin ve kumru getiren olmuyormuş.afrodit bu işe çok kızmış.Hemen oğlu Eros'u çağırmış " O şıfrıntının göğsüne sevgi okunu sapla,ama yakışıklı birine değil ,insanların en çirkinine aşık olsun" diye buyruk vermiş.Eroıs bu amaçla uçarak kızı bulmuş.ancak güzelliğini görünce hayran kalmış ve yanlışlıkla oku kendi yüreğine saplamış.Kıza delicesine tutkunmuş.Psike'nin babası kızının evlenmesi konusunda apollon'un bir papazına baş vurmuş.Papaz kızın SAmason dağında bir uçurumun kenarına götürülmesini bir yılanın koca olarak kızı gelip alacağını söylemiş.Daah sonra Meltem(Zefiros) kızı güzel bir yere götürmüş.Orada bir konuttan sesler gelmiş,kızı çağırmış,Psike içeri girmiş.Gece kocası gelmiş:yılan değil insanmış.Her gece geliyor sabahleyin gidiyormuş ve psike onun yüzüün hiç göremiyormuş.Bir süre sonra kocasından ailesini görmek için almış,kıskanan kardeşleri,kocasının bir ejderha olabileceğini,kötülük yapabileceğini söylemişler.Psike bir elinde kandil,bir elinde bıçak kocasının yanına gitmiş ama güzel bir insan olduğunu görünce şaşırmış.Kandilden düşen damla ve bıçağın sesi adamı uyandırmış acı acı bakmış,sonra çıkıp gitmiş.Afrodit yaralı olduğunu görmüş,bağışlanmasını dileyen kızı ise bir sürü sınavdan geçirilmiş:Birbirine karışmış tohumları ayırmak Stiks Irmağı'nın şelalesinden bir kova su getirmek ,cehennemden bir kutuyu doldurup getirmek gibi işler istemiş kızdan.Çeşitli hayanlar ve insanlar acıyıp kıza yardım etmişler.Gelgelelim Psike son seferinde açılmaması gereken güzellik kutusunu açmış ve kutudan çıkan kokuyla uyanılması güç bir uykuya dalmış.Erso kilitlendiği odanın penceresinden kaçarak ambrosiya şarabından içmiş,böylece Psike,yani insan gönlü,ölümsüz olmuş.Eros kızın gözlerinden uykuyu silmiş ve artık birlikte olacaklarını söylemiş.Bu çiftten de gençlik ve sevinç doğmuş.


Karanlık Köprü söylencesi

Bu söylence XVlll yy da geçtiği sanılan bir olayla ilgilidir.Efsane olmamakla birlikte yörede anlatılmaktadır.Karanlık köprü Ramazan Paşa mahallesi ile Zafer mahallesini birbirine bağlayan köprüdür.Aydın muhassili (Kaymakam) Tahir Paşa'nın eşi,bir terzi karısının üzerinde çok güzel bir elbise görerek kıskanır.Gidip kocasına sitemde bulunur."Bir terzi karısı benden güzel giyiniyor" der.Tahir Paşa terziyi çağırarak "Karın Aydın da israfa neden oluyor,bu ne cüret?"diye çıkışır.Daha sonra,karısını kıskandıran elbise halkın gözü önünde yakılır.İleri gidenler araya girerek terzinin bağışlanmasını dilerler.Tahir Paşa "Bağışlarım ama,şu dereye bir köprü yapsın" der.Çaresiz kalan terzi ütüsünü ,makasını satıp Karanlık köprü'yü yapar ama,geçim bakımından büyük bir çöküntüye uğrar.

 

Balıkesir

PARİS

Kral Priamo'un iki oğlu vardır.Bunlardan Paris doğmadan önce anası,düşünde karnında alevlerin çıktığını ve bu alevlerin kenti sardığını görür.Yorumcular,bunun doğacak çocuğun "kentin yanıp yıkılmasına  neden olacağı" anlamına geldiğini söyler.Çocuk doğduğunda Priamos onu çocuğuyla İda dağı'na bıraktırır.Orada yaşamayacağı,böylece felaketin önleneceği düşünülür.Ama bir dişi ayı beş gün çocuğu emzirir.Altıncı gün dağa gelen çoban çocuğu görünce alır eve götürür.

Paris büyür gelişir,klanın ünlü çobanı olur,oinone ile evlenir.


Dünyanın İlk güzellik Yarışması

Tanrılar,Deniz tanrısı Neraus'un kızı thetis'in düğünü için Olympos'ta toplanırlar.Düğün aslında belli dengelerin bozulmamasını amaçlamaktadır.Thetis bir ölümsüz olmasına karşın,bir ölümlü ile phthia kralı Peleus'la evlendirilmektedir.Bunu istememektedir ama karar Zeus'tan geldiği içi sesini çıkaramaz.Düğünde bir tatsızlık çıkmaması için Kavga-Nifak tanrısı Eris törene çağrılmaz.Eris buna çok gücenir.Yiğit Heraklis'in "Akşam kızları" (Hesperides) nın bahçesinden çaldığı altın elmalardan biri Eris'in eline geçer.O da üstüne "En Güzele " yazarak elmayı ,şölen sofrasına atar.

Tanrılar ne edeceklerini şaşır.Zeus zor durumdadır.elmayı kime verse bir sorun çıkacaktır.Karısı Hera elmayı kapar, Athena ile Aphrodite buna razı olmaz.

Zeus şöyle bir çözüm bulur:"En güzeli" İda çobanı Paris seçecektir.Hermes üç güzelle İda dağının yolunu tutar.

Zeus'un buyruğu Paris'i şaşırtır.Tanrıçaların üçü de birbirinden güzeldir.Üstelik her biri kendisini seçmesi için bir şey vadetmektedir.Hera "Elmayı bana verirsen  Asya ve Avrupa krallığı senin olur." Athena"Beni seçersen savaşta dünyanın en yararlı,en başarılı yiğidi olursun.İnsanüstü bir akıl bağışlarım sana" Aphrodite ise,gülümseyerek "Benden san en güzel kadının sevgisi" der

Paris elmayı Aphrodite 'e uzatır.Böylece ilk güzellik yarışması sonuçlanır.Paris Troya ya geçer.zamanla Kral Priamos'un oğlu olduğu anlaşılır.Ama ailesiyle geçinemez.Yaşantısı değişmiş,güzellik peşinde koşar olmuştur ve gemileriyle denize açılır.


Sarı kız

Mitolojide Önemli bir yeri olan Kaz dağı İslam dininden sonra da efsanelere konu olmuştur.Sarı Kız bunlardan biridir.

Edremit'in Küre Köyü'nde yaşayan Sarıkız,çok güzel,güzel olduğu kadar da iyi  yürekli,yardımsever bir kızdır.Bu özellikleri nedeniyle çekemeyenleri de çoktur.Yaşantısı çeşitli söylencelere konu olur.Çıkarılan söylenceler babayı çok üzer,ama elinden bir şey gelmez.Sarıkız'ın önüne bir kaç kaz atarak dağa çıkarır.Orada yaşamını sürdürebilmesi onun iyi bir insan olduğunu gösterecektir.Sarıkız sessizce katlanır.Bir gün babası onu görmeye gelir.Dağa çıkarken yorulur ve kızından su ister Sarıkız'ın dağın tepesinden uzanarak körfezden tasını doldurup ,kendisine uzatmasıyla adamcağız şaşkına döner.Kızının erdiğini anlar,önünde namaz kılar.ancak sırrının anlaşılması ile  Sarıkız oracıkta ölür.Baba çok üzülür.Oralardan gitmek üzere uzaklaşır.O da bir tepe üzerinde can verir.Kaz Dağı adının bu söylenceden geldiği öne sürülmektedir. Dağın en yüksek doruğu "Sarı kız tepesi",babasının öldüğü yer de "baba dağı" olarak anılmaktadır.

Sarıkız'ın mezarı Sarıkız tepesindedir.Bu gömü Türkmenler'ce kutsal sayılmaktadır.Her yıl eylül ayında ziyaret edilmektedir.

SARIKIZ EFSANESİ

Yüzlerce yıl önce bölgede yaşayan baba ile kızın öyküsünü anlatan "Sarıkız Efsanesi"ne göre; Sarıkız, fakir babasıyla birlikte Edremit’in Güre köyünde yaşar.

Sarıkız ile evlenmek isteyen gençler, "yüz bulamayınca" onun hakkında dedikodular yayıp hakaret etmeye başlarlar.

Yöre halkı, bunun üzerine babadan kızını öldürmesini ya da köyden kovmasını ister. Çaresiz olarak kızını Kaz Dağları’nın bir tepesine bırakıp köye dönen baba, birkaç hafta geçince "Gidip bir bakayım, hiç olmazsa belki ölüsünü bulur, ona mezar yaparım" diyerek dağa çıkar. Ancak kızını bıraktığı vahşi ormanda kaz güderken bulur.

Burada abdest almak istediği suyun tuzlu olduğunu fark eden baba, çevrede deniz bulunmamasına rağmen "Suyu uzanıp denizden doldurduğunu" söyleyen kızının "ermiş" olduğuna inanır ve onunla birlikte dağlarda yaşamaya başlar.

Yıllar sonra ölen babasını, Kazdağları’nın en yüksek tepesi olan ve halen "Baba Dağı" olarak anılan tepeye gömen Sarıkız da bir süre sonra ölür. Baba Dağı’nın yakınındaki ’Sarıkız Tepesi"ne gömülen genç kız adına türbe yapılır.

 


Bilecik

KRAL'IN KIZI SÖYLENCESI

Yarhisar Tekfuru'nun Holophira ya da Olivera (Nilüfer Hatun) adında bir kızı vardır.Bu kız ,Bilecik Tekfuru'yla nişanlıdır.Günün birinde ,Osman Gazi'nin oğlu Orhan Bey,saray önünden geçerken kuyudan su çekmekte olan kızı görür.Kız da onu görmüştür.Birbirlerine tutulurlar.


Söğüt'ün erenleri

Bilecik Tekfuru ,Yarhisar Tekfuru'nun kızı Holophira (Nilüfer Hatun)    la evlenecektir.Bunu fırsat sayan tekfurlar gün geçtikçe güçlenen Osman Gazi'yi  bir tuzakla yok etmeyi kurarlar.Osman Gazi iyi ilişkiler içinde olduğu Harmankaya Tekfuru Köse Mihal 'den durumu öğrenir.önlemini alır:Kadın kılığında götürdüğü askerlerle Çakırpınar'daki düğünü dağıtır.Bilecik tekfuru öldürülür.Holophira yı (Nilüfer Hatun'u) da kaçırırlar.

Ertuğrul Gazi'nin Kılıcı ve Kumral Dede Söylencesi

Söylenceye göre,Osman Bey bir düş görür,düşünde göğsünden bir ağaç çıkarak büyüdüğünü dal budak salarak  her yeri kapladığını görür heyecanla uyanır,Bu düşü Karamaneli'nden Ahi Şeyhi Edebali yorumlar.Buna göre Osman Bey Padişah olacaktır.Şeyh Edebali bunu söylerken Kumral Dede adlı bir müridi de yanındadır.Kumral Dede ,bu muştuya karşılık Osman Bey'den bir kentin gelirini ister.Dileği kabul eden Osman Bey,yazı bilmediği için,Babası Ertuğrul Gazi'den kalan kılıcı güvence olarak verir.



Bingöl

Karakoyun Söylencesi

 Anadolu'da yaygın olan bu söylenceye göre Olayın Bingöl'de geçtiği söylenir.Çoban ağanın güzel  kızı Peri'ye vurulur.Bir süre sonra da Peri de çobana tutulur ve iki genç sevişirler.Ağa kızını isteyen çobanla alay eder.yoksulluğun bakmadan kızını istemesine kızar.Çobandan olmayacak bir iş isteyerek alaya devam eder.derki:"susamış sürüyü suya indirip damla su içirmeden geri getirirsen kız senindir."

Gün gelir, ağa devamlı kara koyuna bol bol  tuz verir.Çoban halkın önünde sürüyü suya indirir.Kara koyun suya yönelir.Çoban kara koyunun su içmesini engellemek için sürekli yalvarır.Çobanın duygulu kaval çalışı kara koyunu etkiler ve suya eğilmişken başını kaldırıp geri döner.Ağa kızını çobana vermek zorunda kalır.Suyun adı da "Peri suyu" kalır.


Kral kızı söylencesi

Efsaneye göre kralın kızı Bingöl'ün Koğ Tepesi'nde günümüzde yıkınıtı olarak duran kaleyi ,nişanlısı için ölen kızı için yaptırmıştır.Üzüntüden dünyadan elini eteğini çeken kız ,iki hizmetçisi ile yiyeceğini alarak,kaleye kapanmıştır.Kışın Bingöl dağlarının fırtına sesinden,uğultusundan ürken kız ölmüş.Bıraktığı yazıda:"Baba bilesinki ben açlıktan susuzluktan değil,dağların korkunç uğultusundan ölüyorum." der.Diğer bir söylence ise:

Sofi Selim'in ineği ortadan kaybolmuş,Selim ineği araya araya dağlara çıkmış.derken bir tepede karşısına bir kale çıkar.Kapı açıktır,Sofi Selim kaleye girer.İneğini avluda geviş getirirken görür.Meraklanıp kaleyi gezmeye başlar.Tüm odalar boştur son bir odaya girince şaşırır.Burası çil çil altınlar la doludur,alabildiği kadarını alır.Buraya geldiğine neden olan ineğine borçluluk duyar.Kaleden çıkıp gitmek isteyince açık olan kapıların kapandığını görür.Uğraşır ama açamaz.İçinden bir ses bunun altınlar yüzünden olduğunu söyler.Geri döner altınları yerine bırakırken birini dilinin altına saklar fakat yine kapılar açılmaz.Onu da bırakır bakar ki kapılar açılmış.İneğini alarak oradan ayrılır.


Şare ile Çoban

Şarık ile Şivan Diyarbakır'da çobanlık yapan iki kardeşmiş.Günün birinde ağa hayvanlarından gelen kokunun ta.. Bingöl Akdağı'nın kokusu olduğunu hissederek şaşırırmış.Durumu karısını da anlatmış.Akdağ'ın gidilemeyecek kadar uzak olduğunu düşünüp şaşırırlarmış.Ağa bir gün belli etmeden sürünün arkasına takılır.İki kardeş köyün dışına çıkınca arı olup uçmuş ve Akdağ'ın tepesine konmuş.Ağa da atını sürüp oraya gitmiş.Çoban Şarık dağın tepesinde sürüyü otlatırken kardeşi Şivan da topraktan fışkıran sular ve toprakları taşıyarak yamaçta bir cami yapıyormuş.Ağa birden karşılarına çıkınca,iki kardeş yoklara karışmışlar ve bir daha görünmemişler.(Günümüzde dağın yamacında bişr cami kalıntısı vardır,dağın tepesi de ziyaret yeridir.)


Uzun Hasan

Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ,ordusuyla Mik-Bulak (Bin-Pınar) denen göller başında konaklamış.Hizmetçilerden biri göllerden birinde kesilmiş bir ördeği yıkarken ördek canlanıvermiş ve uçup gitmiş.Böylece gölün ab-ı hayat olduğu anlaşılmış,ancak göllerin sayısı çok olduğundan Uzun Hasan hangisinin ab-ı hayat olduğunu anlayamamış buraya da Bingöl adını vermiş.


Bitlis

Bitlis adına söylence

İskender Asya seferinde Bitlis Çayı yöresinde konaklar.Başından yaralıdır.İyi olur düşüncesiyle mendilini çaya batırarak yaraya bastırır.İyi geldiğini görünce kaynağa doğru gider.Kentin şimdiki yerine gelince çayın iki kola ayrıldığını görür.Öce sağdaki Rabat çayı'nı izler.Rabat Çayı'nın suyu yarasına iyi gelmez.Bu kez şimdiki Hüsrev Paşa Çayı'na izler. Hem içip,hem başını daldırdıkça sızısı geçer,yarası iyileşir.Çayın kaynağına varıp çadırını buraya kurar.Ertesi gün kumandanlarından Badlis'e buraya seferden dönene dek kendisinin bile alamayacağı bir kale yapılmasını emreder.

İskender'in ayrılışından bir süre sonra,kale tamamlanır.Sefer dönüşünde İskender,kale kapılarının kapalı olduğunu görür,açılmasını ister.Badlis kaleyi açmayacağını bildirir.Öfkelenen İskender kaleye saldırır,ancak bir türlü alamaz.pek çok asker ölür.Sonunda çekilmek zorunda kalır.Hacılar Çayı'na geldiğinde,Badlis ve komutanlarının kendisini karşıladığını görür.İskender öfkeyle davranışının nedenini sorar.Badlis'de "sizin bile alamayacağınız bir kale yaptırmanızı söylemiştiniz,buyruğunu yerine getirdim. Yaptırdığım kaleyi siz bile alamadınız.Buyurun kalenin anahtarlarını"der.İskender komutanını bağışlar ve o günden sonra kale çevresindeki kente Badlis adı verilir.


Altın Kalbur Söylencesi

Bitlis'in Zeylan mahallesi'nde Altın kalbur denilen bir su kaynağı vardır.Bu su ile ilgili söylence ise:

İnanışa göre kaynağın bulunduğu tepenin yaslandığı dağlarda yaşlı bir kadın yaşar.Kadın koyunlarının sütü,yağıyla geçinir,ama koyunlarını sulayabileceği bir akarsu yoktur.Bir gün uzak bir kaynaktan getirdiği suyla hamur yoğururken,susuz kalmış koyunların suya bakışını görür.Onların durumuna acıyarak Tanrı'ya yalvarır:

-Ulu Tanrım,şu hayvanların ateşini söndür.Nineyi de unutma,şu un kalburunu da altına döndür,der.

Dileği kabul olur.Yamaçtan buz gibi sular akmaya başlar.Önündeki un kalburu da altına dönüşmüştür.Yaşlı kadın bu kez dövünmeye başlar:"keşke bakracın,teknenin,taşın,toprağın da altına dönüşmesini isteseydim" der.O zamanda koyunları,kalburu,teknesiyle birlikte taş kesilir.Yöredeki taşların bu olayın kalıntısı olduğu söylenir.


İskender'in boynuzları söylencesi

Efsaneye göre İskender'in boynuzları vardır bunu bilinmemsi içinde kendisini tıraş eden berberleri öldürürmüş.Berberin birine genç ve yakışıklı olduğu için bir türlü kıyamaz.Sırrını söylememek şartıyla onu bağışlar.Berber de yeminine uyacağına ant içer.

Aradan uzun bir zaman geçer berber hastalanır.Kimse derdine çare bulamaz.Günün birinde karşısına yaşlı bir adam çıkar,hastalığının sakladığı bir sır dan ileri geldiğini söyler.bu sırrı açıklamazsa günün birinde  öleceğini söyler.Kimseye açıklamayacaksa bir suya açıklamasını söyler.Berber de öyle yapar bir göl kenarına gelerek üç kez "İskender'in boynuzlar var" diye fısıldar.fısıldamasıyla göldeki tüm çanlılar "İskender'in boynuzları var diye bağırmaya başlayınca şaşkına döner.

Bunu duyan İskender öfkeyle berberi çağırtır.Berber başından geçenleri anlatınca İskender onu bağışlar ve:

-Yazık oldu kıydığım canlara.Hiç bir sır gizli kalmazmış, diye hayıflanır.


Hüt hüt kuşları söylencesi

İshak ve Pubbu adında iki kardeş vardır.Anneleri ölmüştür.Çok zalim bir üvey anneleri vardır.üvey anne bunları çaya "çul" yıkamaya gönderir.Bacı kardeş hem söyleşir,hem çulları yıkarlar.Nasılsa su,çullardan birini alıp götürür.İshak tüm çabalarına karşın çulu yakalayamaz.Korkudan eve dönemezken,Tanrı'ya yakarır. Çili bulabilmek için kuş olmayı dilerler.dilekleri yerine gelir.O gün bu gündür ötüşerek birbirlerine "İshak çulu buldun mu? Pubbu çulu buldun mu? diye sordukları söylenir.

 

 

Bolu

 

Softalar mezarlığı söylencesi

Bolu'daki Köroğlu Dağı'nın (Kayasının) aşağısında Devren yolunun geçtiği yerde ,bir dizi mezar vardır.
Söylenceye göre ,kırk softa, Köroğlu'nun eşkıyalığından usanarak onu öldürmeye karar verirler.Dağa varmadan Köroğlu tümünü öldürür.şimdiki Softalar Mezarlığı'nın olduğu yere yuvarlar.Bu mezarların o softaların mezarları olduğu sanılır.


Efteni Gölü Söylencesi

Bolu ormanları'nda irili ufaklı pek çok göl vardır.Bunlardan Efteni Gölü'nün oluşumu bir söylenceye konu olmuştur.Efteni Gölü'ne   Melen Gölü'de denir.Düzce yakınlarındadır.Söylenceye göre,bu gölün bulunduğu yerde önceleri bir köy varmış ,Hızır A.S.ın yolu bu köye düşer.Evlerden birinin kapısını çalar.Bir parça ekmek ister.Kapıya çıkan kadın "yok" diyerek ekmeği vermez.Çaldığı öbür kapılardan da aynı cevabı alır.

Hızır köyden ayrılırken: "Allah bu köyü suya garketsin"  diye ilenir.Zamanla köy sular altında kalır.Efteni gölü oluşur.

Gölde avlananlar bugün bile,su altındaki minarenin zaman zaman küreklerine değdiğine inanırlar.


Bursa

Cennet Bursa Söylencesi

Hazreti Süleyman'ın alnında Peygamberlik nuru yanar,başında hükümdarlık tacı parlar.Tanrı ona "Mühr'ü Süleyman" denen,tılsımlı bir mühür bağışlamıştır.Bu mühürle dağa taşa hükmeder,kurda kuşa söz geçirir.Oturduğu taht ta tılsımlıdır.Onunla dünyanın dört bir yanını dolaşır.
Bir gün sağ yanına sağ vezirini,sol yanına sol vezirini alır ve dolaşmaya çıkar.Uludağ'ın bir tepeciğine iner.Doğanın güzelliği karşısında şaşırır.Sağ vezirine dönerek:

"A benim vezirim der,sen çok gezdin,çok gördün.Dünya gözüyle bakınca buralara ne dersin?"
Sağ veziri soruyu şu şekilde cevaplar:
"Ey benim sultanım efendim.Tanrı her güzelliği buraya vermiş ama bunları görüp duyacak,derleyip koklayacak biri olmadıktan sonra neye yarar?"

Hz. Süleyman bu kez sol vezirine sorar:
"A benim vezirim,sen çok yaşadın,çok bilirsin.Dünyada   bu güzelliklerden üstün bir güzellik var mı? "
"Var sultanım var.Dal dal ötüşen kuşların sesi güzeldir ama,gönül yaylasını saran insan sesi,daha güzeldir.Burcu burcu kokan güller güzeldir ama ,hiçbiri gül yanakların gibi domur domur açılmaz.Şu uçsuz bucaksız mavi su güzeldir ama,bir damla göz yaşının ,yanan yüreklere verdiği ferahlığı vermez.Şu prıl prıl gökyüzü güzeldir ama hiçbiri ayın ondördü sultan gibi ay ile bahsedip gün ile doğmaz"

Hz. Süleyman:
Ey benim vezirlerim ikinizde ağzı öpülecek insanlarsınız.Bu yerlerin bir insan eksiği var.Dediğiniz gibi,bu güzellikleri görüp duyacak biri olsaydı ya dile getiri ya da tele getirir de,böyle kaybolup gitmezdi.Üstelik bunlara bir de her güzellikten öte insan güzelliği katılırdı.şimdi biz buraları yurt edinelim.Saray yaptıralım köşkü  beraber,içinde bahçesi,sarayı beraber olsun.Bu saraya güzeller güzeli Belkıs'ın tahtını kuralım.Bu bahçeye de dilediği gülü bülbülü konduralım,ve lakin anahtarı bende kalsın " der.

Bunun üzerine ,dağ, taş "Belkıs,Belkıs" diye inlemeye koyulur.Hz. Süleyman hemen perilerini toplar ve onlarla konuşacak olur.Ama bir peri niyetini gözünden okuyup ağızsız,dilsiz şunları anlatır.:

"Ya Süleyman,can kavmi derler  bir kavim vaktiyle buraya şehir kurmuştu.Ama çin kavmi denen kavimde bu şehre göz koymuştu.Bin yıl dövüştüler durdular ama onlara hayır getirmedi.Tufan gelip şehri sular altında bıraktı.İşte bu dağın eteğindeki göl,göl değil o tufanda göllenip kalmış sulardır.O şehirde bu suların altında yatıyor."

Hz. Süleyman bunu üzerine ,Su perilerini suya salar.gölleri boşaltıp "can şehri" ni ortaya çıkarır.Dağ perilerini de dağlara salar,mermerden bir saray yaptırır.Bu arada Hz. Süleyman'da kuşların kanatlarıyla haber salıp tüm ela gözlüleri "Buyur" eder.Nerede var nerede  yok tüm ela gözlüler gelir,kente yerleşir.Belkıs Sultan'da gelir saraya yerleşir.Sağ vezir bu güzellikleri izlerken:

-Cennet burası,diye duygularını dile getirir.Sol vezirinse kulağı ağır işitir.Bu nedenle sözü "cennet Buresa" şeklinde anlar.O günden bu yana yörenin adı "Bursa " kalır.


Annibal Söylencesi

Bursa adına ait bir söylencede Ünlü Kartaca komutanı Annibal ile ilgilidir.
Annibal karşısına çıkan orduları yene yene Avrupa'ya yayılır.Roma kapılarına dayanır.Kardeşi Asurbal'ın Kartaca da bozguna uğratıldığı haberini alır.Afrika'ya dönmek zorunda kalır.

Ülkesine vardığında,Kartaca'nın düşmek üzere olduğunu görür.Scipion komutasındaki ordulara yenik düşer.Canını zor kurtarır kaçar ve Anadolu'ya gelir.Ünlü kumandan  önce Efes Kralı Antiokhos'tan yardım ister.Daha sonra Bitinya kralı Prusias onu yanına alarak korur.

Prusias büyük bir konukseverlikle Annibal'ı karşılar,sonrada yurt kurup yerleşmesi için Uludağ eteklerinde yer gösterir.Annibal ordusundan kalanlar la burada güzel bir kent kurar.Kral Prusias'a duyduğu minnetin ifadesi olarak da kentin adını "Prusia" koyar.


Ancak,Kral Prusias,bir süre sonra Annibal'e yurtluk vermekle Romalıların düşmanlığını kazanacağını düşünerek pişman olur.Anibal'ı onlara teslim etmeyi kurar.Romalılar'la anlaşır.


Annibal Prusias'ın hazırladığı oyunu haber alınca ,kılık değiştirerek ,birkaç sadık adamıyla Prusia'dan ayrılır.Bir sandalla karşı kıyıya ulaşmaya çalışır.Umutsuzdur,artık sığınabileceği,yaşamını sürdürebileceği bir yer kalmamıştır,yüzüğündeki zehiri içerek yaşamına son verir.Adamları onu karşıya geçirip Gebze dolaylarında toprağa verir.

"Prusia" adının değişime uğrayarak zamanımıza Bursa olarak ulaştığı öne sürülür.


Ajas'ın Çıldırması ve kendini Öldürmesi

Ajas Salamine Kralı Telemon'un oğludur.Yiğit bir kişidir.Ünü heryana yayılmıştır.
Troya savaşları sırasında yarı ölümsüz Akhilleus tek ölümlü yeri olan topuğundan vurularak ölür.Aşil'in ölmezler arasındaki anası,gümüş ayaklı güzel Thetis,Tanrı Hephaitos'un yaptığı ve Aşil'in kullandığı sihirli silahları önüne koyarak şöyle der:


"Oğlumun ölüsünü kim düşmana kaptırmadıysa ,bu şanlı silahlar onun olacaktır."Bunun üzerine ,bu diyarda kahramanca dövüşen Ajas ve Odysseus ,hak ettikleri ödülü almak için ileri atılır.İkisi de silahların kendisine verilmesini söyleyerek birbirine girerler.Ancak bir türlü sonuç alınamaz.Gerçeğin ortaya çıkması için ,Troya'lı tutsaklara danışmaya karar verilir.Düşman olduklarından ,yan tutmayacakları düşünülmektedir.Tutsaklara göre Aşil'in ölüsünü Odysseus kurtarmıştır.silahlar ona verilir.Ajas buna çok üzülür.


Yenilgiye bir türlü katlanamaz.Çılgına döner.Gün doğarken bir koyun sürüsüne rastlar;Odysseus'un savaşçıları diye saldırır.Bir bölümünü öldürür.Büyük bir koçu da Odysseus sanarak ağaca bağlayıp işkence eder.Bir süre sonra kendine gelir.Geçici çılgınlığını onursuzluk sayar.Uludağ eteklerinde yaşamına son verir.


Karagöz ile Hacivat'la ilgili Söylence

Karagöz, Batı Trakya'da Smakol adlı bir kentte yaşar. Demircidir. Sonradan Kırklareli'ne gelir. İstanbul'a geçer ve iş arar. Hoş sözlü ve nükteden kişidir. Bizans İmparator'u ile görüşmeyi başarır. Ancak iş bulamaz. İmparator onu, Türk olduğu için, Konya'ya Selçuklu Sultanı Alaeddin'e gönderir. Karagöz, saray hokkabazları aracılığıyla sultanla görüşür. Yine bir iş bulamadan Kırklareli'ne gönderir. Aradan yıllar geçer. Selçuklu devleti yıkılır. Orhan Bey Bursa'yı alır.

Bunu duyan Karagöz, eşini ve çocuklarını alarak Bursa'ya varır. Demirtaş köyüne yerleşir. Demirci olduğu için yapı taşlarını birbirine bağlayan demirleri yapmakta da ustadır.

Orhan Bey Bursa da bir cami yapmasını buyurur. Ustabaşlığını, Hacı İvaz Ağa (Hacivat) adında birine verilir. Karagöz görevlendirilir. İlk günler, sessiz sedasız, çalışır. Öbür çalışanlarla yakınlık kurunca, nükteli konuşmalarıyla çevresini eğlendirmeye başlar. Bir süre sonra, Hacı İvaz Ağa ile de yakınlık kurar. Eğlenceli söyleşilere başlar. Onlar konuşurken tüm çalışanlar izler ve işler kalır.

Orhan Bey, bir gün yapım alanına gelir, kimseyi göremez. Tüm çalışanlar, Karagöz ile Hacı İvaz Ağa'nın önüne toplanmış kahkahalarla onların konuşmasını izlemektedirler. Cami yapımı gecikmiştir. Duruma çok kızar. Karagöz'ün başını vurur. Karagöz, Çekirge yakınlarına gömülür.


Şeyh Küşteri Söylencesi

Orhan Bey,bir zaman sonra Karagöz'ü öldürttüğüne pişman olur.Olay halk arasında da hoşnutsuzluk yaratmıştır.Hacı İvaz'ı aratır. Hacı İvaz,Karagöz'ün başına gelenlerden korkarak Hac'ca gitmiş,yolda eşkıyalarca öldürülmüştür.Malları ,Şam'da satılır.Katiller köpeğinin yardımıyla bulunur ve asılır.

Orhan Gazi Şeyh Küşteri, adında bir kişinin Karagöz ve Hacivat'ı tanıdığını ,konuşmalarını bildiğini öğrenir.Şeyh Küşteri'yi çağırtır, aralarında şöyle bir konuşma geçer:
-Siz Karagöz'le Hacivat' tanıyormuşsunuz
-Evet
-Bunların hallerini bana anlatın.
-İzin verirseniz size onların hallerini bir oyunla canlandırayım.
Bundan şeyh Küşteri ,bir çanak, bir kül,biraz zeytinyağı ve bir de Ak tülbent ister.Kül ve zeytinyağını bir çanağa koyarak bir meşale yapıp,yakar.Tülbendi gerer ve ışıkla perdenin arkasına geçer.Sağ pabucuyla Kargöz'ü ,sol Pabucuyla Hacivat'ı canlandırır.Önce Hacivat'ı perdeye getirir.Osmanlıca Farsça bir dille konuşturur.Karagöz Hacivat'ın sözlerini anlamaz,ters ters yanıtlar verir.Söyleşileri böylece sürüp gider.
Orhan Gazi bu söyleşileri çok beğenir.Her zaman oynanmasını buyurur.Şeyh Küşteri bundan sonraki oyunlarda ,Karagöz ve Hacivat'ı eski giysilerle ,deri üzerine işler ve böyle oynatır.



GEYİKLİ     BABA     SÖYLENCESİ

Bursa'nın alınışı sırasında kimi ermişlerin düşmanı yararak askerlere yol gösterdiği inancı yörede yaygındır.Bu ermişlerden biri de Geyikli Baba dır.Geyikli Baba Azerbaycan'ın Huy Kasabası'ndandır.Bir geyiğin sırtında Bursa 'ya girmiştir.Altmış okkalık kılıcıyla düşmanı yararak askerlere yol açar.Bursa alınıncaya kadar savaşı sürdürür.Gün batarken Bir kestane ağacının yanında yiter.savaşa nasıl katıldığı anlaşılamaz.Bursa alındıktan sonra Uludağ'da geyiklerle yaşadığı söylenir.
Orhan Bey iki yük rakı ve iki yük şarap göndererek ,onu huzuruna çağırtır.Geyikli baba bunları bir kazanda kaynatır.içine pirinç atarak zerde yapar.Bir çanak ta Orhan Bey'e göndererek gelemeyeceğini bildirir.Nedenini de şöyle açıklar:
-Dervişler göz ehlidir,gözetirler.Vaktinde giderler ki duaları makbul ola.
Bir süre sonra bir kavak fidanıyla Bursa'ya gelir.Onu saray avlusuna diker.Durum Orhan Bey'e haber verilir.Orhan Bey gelir ve dikilen fidanı görür.
Geyikli baba şöyle der:
-Uğur saymamızdır.Durdukça dervişlerin duası sana ve soyuna makbuldür.
sözünü bitirir bitirmez oradan ayrılır.Orhan Bey de ardından giderek oturduğu yere varır.eliyle İnegöl yöresini göstererek:
-Geyikli baba :Bu İnegöl çevresi tümüyle senin olsun,der.
-Mülk mal Allah'ındır.ehline verir.Biz onun ehli değiliz,diyerek kabul etmez.
Orhan Bey:
-Ehli kimdir? diye sorar.
Geyikli baba
-HakTeala dünya mülkünü senin gibi hanlara ısmarladı.Malı da iş ehline ısmarladı ki birbirleriyle iş görsünler.Bizlere gün yeni ,nasip olan rızk daha yeni,karşılığını verir.
Bu arada bir tepeciği göstererek,oranın dervişler avlusu olmasını ister.
Aradan uzun yıllar geçer,derviş ölür.Orhan Bey ona kubbeli bir mezar yanına da bir tekke ve bir mescit yaptırır.Yöre halkının atak yeri olan tekke,Geyikli baba tekkesi olarak anılmaktadır.


Çekirge Sultan söylencesi

Çekirge yoksul bir adamdır.Akşamlara kadar hamam kapılarında avuç acar.Günün birinde hamamdan çıkan bir kadın küpelerini yitirdiğini anlar ve ah vaah etmeye başlar, durumu anlayan çekirge kadına küpelerini yıkandığı kurnanın yanındaki delikte saçlarına sarılı vaziyette bulunduğunu söyler.

Gerçektende küpeler söylenen yerde bulunur zamanla çekirgenin namı Bursa'ya yayılır.sultan Murad Çekirge'yi çağırtır.Bilincini sınamak için ona iki soru sorar ikisini de bilir,sonra da avucunda ne olduğunu sorar çekirge durur ve bir sıçrarsın çekirge iki sıçrarsın çekirge derken onu da bilir. Padişah tarafından ödüllendirilir ve kendisine "Sultan" unvanı verilir.Sultan'ın bilicisi olur.


Sarı Kız söylencesi

Sarı kız annesiyle oturmakta ve çobanlık yapmaktadır.Günün birinde dağlarda hayvanlarını otlatırken bir ses duyar dinler:
Sarı kız sarı kız geleyim mi? Kız korkar eve gelir.Anasına bir şey söylemez.Aynı ses  ard arda üç gün devam eder.Sonunda annesine açılır.annesi buna bir anlam veremez."gel deyiver, bakalım ne olacak" der.Kız ertesi gün "gel" deyiverir.Ses yine sorar "harlayarak mı Gürleyerek mi geleyim?"
-"Harlayarak gel" der demez yamaçtan sıcak sular akmaya başlar.Meşhur Bursa kablıcaları böyle oluştuğu söylenir.


Kara Demirtaş Hamamı

Demirtaş köyünde bir hamam vardır.Hamamın sahibi Hacca gitmek ister oğluna :
-Bizim hamamı tılsımlı bir yılan ısıtır.Her gün şuraya bir tas süt bırak.Kesinlikle dönüp ardına bakma, der.
Oğlan ilk günler babasının sözünü ilk günlerde tutar.Ama daha sonra merakı ağır basar.Sütü koyduktan sonra gözetlemeye başlar.büyükçe bir yılanın sütü içmeye geldiğini görünce korkar.Bir taş atarak yılanın kuyruğunu yaralar yılanda oğlanı sokar ve öldürür.
Adam Hac'dan dönünce oğlunun öldüğünü görür.Zamanla tekrar hamama giderek hamamı ısıtması için yılana yalvarır ama yılan gelmez.Adamın  ısrarlı beklemeleri ve yalvarmaları üzerine Bir gün tekrar yılan gözükür adam yine dost olalım sözü üzerine yılan:
-Sende evlat acısı bende de bu kuyruk acısı olduğu sürece biz bir daha dost olamayız,iyisi mi sen var rızkını başka işte ara der ve ortadan kaybolur.

Zeus’un Gözdesi Ganymedes

Kova Burcunun Efsanesi

Kova Burcunun Efsanesi

Zeus ve Ganymedes; Kova Burcunun Efsanesi:

Dardanos’un torunu Tros’un Ilos, Assarakos ve Ganymedes adlarında üç oğlu vardır. Homeros, Ganymedes’ten söz ederken onun “tanrılara denk ve ölümsüz insanların en güzeli” olduğunu söyler.

Öylesine güzelmiş ki bu delikanlı, Zeus bu güzellik karşısında ilgisiz kalamamış. Delikanlının İda Dağı (Kazdağı) eteklerinde sürülerini yaydığı günlerden birinde bir kartal biçimine girerek güçlü pençeleriyle kaptığı gibi Olympos'taki  tanrısal sarayına götürmüş. Delikanlı orada tanrıların nektar sunucusu olmuş, tanrılara fincan ve kupalarda içecek taşımakla görevlendirilmiş.

Ganymedes bu görevinde pek de başarılı olamayınca Zeus onu cezalandırmayı düşünmüş önce, ancak bu güzel delikanlıya kıyamamış ve onu gökyüzüne çıkartarak bir burç yapmış.

Bizim "Kova Burcu" olarak bildiğimiz burç bu Ganymedes’miş…

 

 

Callisto ( Büyük Ayı) Efsanesi

Arkadia kralı Lykaon zalimliği, kan dökücülüğü ve açımasızlığı ile ünlüydü. Kendisine misafir gelenleri öldürmekten zevk alan bu kralın Callisto adında güzelliğiyle diller destan bir de kızı vardı.

Kralın bu acımasızlığına sinirlenen ve bir ders vermek isteyen baş tanrı Zeus, Arkadia bölgesinden geçerken kimliğini gizleyerek Lykaon’un sarayına misafir olur. Lykaon, konuğuna önceden sarayında misafir ettiği ve öldürdüğü bir yolcunun etinden yaptırdığı yemeği ikram eder. Bu olaya bir hayli öfkelenen Zeus, yıldırımıyla sarayı yakıp kül eder ve Lykaon’u da bir kurda dönüştürür.

Lykaon’un kızı olan güzeller güzeli Callisto ise Artemis’in yakın arkadaşı olan bir periydi. Tanrıça Artemis ile ava çıkar ve ona yoldaşlık ederdi. O da tıpkı Artemis gibi evlenmemeye ve bir erkekle birlikte olmamaya yeminliydi. Ancak Zeus, bu güzel periyi görür görmez ona gönül verir. Bir gün Callisto ağaçların altında dinlenirken, Zeus, Artemis kılığına girerek yanına yaklaşır. Callisto, Artemis sandığı baş tanrıdan çekinmeden davranır fakat hatasını anladığında iş işten geçmiştir.

Hamileliğini gizlemek için büyük çaba sarf eder fakat bir gün gölde arkadaşlarıyla yıkanırken baş tanrıça Artemis, Callisto’nun hamileliğini fark eder. Zeus sevdiği kızı, Artemis’in öfkesinden korumak için onu bir ayıya çevirir. Fakat bu bile onu Artemis’in öfkesinden korumaya yetmez. Artemis okları ile Callisto’yu delik deşik eder. Callisto ölmeden az önce Arkas adında bir erkek dünyaya getirir. Bu çocuk daha sonra Arkadia’ların babası olur.

Callisto ise öldükten sonra Zeus tarafından gök yüzüne alınır ve Kutup Yıldızı’nı gösteren ‘‘Büyük Ayı’’ya çevrildi.

 

İlyada Destanına Adını Veren Kral İlos

Palladion / Oxford Üniversitesi Arkeoloji Enstitüsü

Troia şehrinin asıl kurucusu İlos’tur.

İlos, Phrygia kralının düzenlediği bir yarışmaya katılır, birinci gelir ve ödül olarak kendisine bir inek verilir.

Kahinler İlos’a bu ineği izlemesini ve onun yerleşeceği yerde bir şehir kurmasını söylerler. İnek gide gide Zeus’un uğursuz Tanrıça Ate’ye kızıp Olimpos‘tan fırlatıp attığı tepede gelip durur. Tanrıçanın uğursuzluğu tepeye de geçmiştir. Ancak bunu bilmeyen İlos tanrısal buyruklara uyarak şehrini kurar. Sonra da Zeus’tan şehir için bir güvence ya da bir işaret göndermesini diler. Zeus bunun üzerine sağ elinde mızrak, sol elinde kalkan tutan dev bir Athena heykeli olan Palladion’u gönderir. İlos bu kutsal heykel için dev bir tapınak yaptırır. Bu heykel tapınakta durdukça şehri kimsenin ele geçiremeyeceğine inanmaktadır.

Günlerden bir gün tapınakta yangın çıkar, İlos heykeli kurtarmak için ateşlerin arasına dalar ve bu sırada Athena‘yı görür. Hiçbir ölümlünün tanrısal varlıkları görmemesi gerektiği için gözleri kör olur. Ancak tanrıça kendisini kurtarmak için alevlerin arasına dalan İlos’u affeder ve onun gözlerini bağışlar.

Palladion ismi ise, kutsal ve koruyucu olan ve çok sıkı korunan bir şey olarak kullanılır.

 

Tanrılara Verdiği Sözde Durmayan Kral Laomedon

 

Kral Laomedon, verdiği sözde durmazlığın, dönekliğin ve güvenilmezliğin simgesidir. Bu tutumu hem kendisine, hem çocuklarına hem de kralı olduğu Troia’nın başına felaketler getirmiştir.

İlos ölüp de yerine oğlu Laomedon kral olduğunda, Troia (İlion) şehrinin çevresinde şehri koruyacak surlar yoktu.

Bunun üzerine Tanrıların tanrısı Zeus, kardeşi Poseidon’la Oğlu Apollon‘a karşılığını almak şartıyla Kral Laomedon’un hizmetinde çalışmayı buyurur.

Poseidon, şehrin etrafını sağlam, geniş surlarla çevirir. Apollon ise İda dağının ormanlık alanlarında Laomedon‘un sığırlarını güder. Böylece mevsimler geçer. Nihayet ücretlerin ödenme zamanı gelir. Gelgelelim Laomedon, tanrıların emeklerinin karşılığını vermeye yanaşmaz. Ücretlerini ödemek şöyle dursun, bir de küstahça çıkışarak onları aşağılar. Bununla da yetinmez, “şimdi sizin ellerinizi ayaklarınızı bağlar, tunç kılıcımla kulaklarınızı keser, uzak adalarda köle diye satarım” diyerek bir de gözdağı verir.

Laomedon, tanrılara böylesine kafa tutma cesaretini nereden almıştı bilinmiyor, ama vay sen misin böyle davranan! Tanrılara verilen sözü tutmamak, hele de onları aşağılamak ne demek!

Apollon, hedefini şaşmaz oklarıyla şehre veba yağdırır. Poseidon da denizden ejderha gönderir Troia‘ya. Ejderha, şehir halkına aman vermez. Tanrıların sözcüsü bu beladan kurtulmanın tek yolunun, Laomedon’un kızı Hesione’nin canavara sunulması olduğunu söyler. Kral çaresizlik içinde razı olur buna. Kızını bir kayaya bağlayıp gider.

Tam bu sırada yiğit Herakles de Troia kıyılarına ayak basar. Olanları öğrenince Laomedon‘a kızını kurtaracağını söyler. Ama kraldan bu hizmetine karşılık değerli atlarını vermesini ister.

Söz verip de caymak kanına işlemiştir Laomedon‘un;

Laomedon, Herakles ‘in yardım önerisini kabul eder, atları vereceğine dair yemin de eder. Herakles atları dönüşte alacağını söyleyerek yoluna gider. Dönüşte, kralın yeminle söz verdiği atları alıp getirsin diye arkadaşı Telamon’u gönderir. Ne var ki, söz verip de caymak kanına işlemiştir Laomedon‘un. Atları vermek şöyle dursun, bir de üstelik Telamon’u zindana attırır.

Bu davranışı da onun sonunu getirir.Herakles şehri basar, altını üstüne getirir, hem Laomedon‘u hem de biri hariç bütün oğullarını öldürür.

 

Çanakkale’nin Kurucusu Dardanos

 Çanakkalenin kurucusu Dardanos’un hikayesi; Titan Iapetos’un oğlu Atlas’ın sonrada birer yıldıza dönüşen yedi kızı varmış. Kendisine durmadan yeni sevgililer arayan Tanrılar başbuğu çapkın Zeus, bu kızların en güzeli olan Elektra’yı gözüne kestirmiş.

Bu birleşmeden, Yunanistan’daki dağlık Arkadia’da dünyaya gelen Dardanos bir süre kardeşi ile birlikte Samothrake Adası’nda yaşamış. Sonra ne olmuşsa olmuş ada sular altında kalmış. Dardanos da hemen karşıdaki Anadolu kıyılarına geçmiş.

Bundan sonrasını Homeros, Troialı prens Ainelas’ın ağzından anlatır. Dardanos Dardanie‘yi kurmuş. Daha o zaman Troia yokmuş henüz. Dardanoslular çok pınarlı İda’nın eteklerinde yaşarlarmış.

Dardanos, Anadolu topraklarındaki Troas bölgesine geldiği zaman, oraların kralı Teukros adında biriymiş. Teukros, kızı Batieia’yı Dardanos’a vermiş. Bu evlilikten Erikhtonios doğmuş.

Çanakkale ve çevresinin kuruluş öyküsü kısaca böyle,

Ne var ki yörenin, özellikle de Troia‘nın kuruluşundan itibaren başından bela eksik olmaz. Çünkü Troia lanetli bir tepeye kurulmuştur.

Kavga, kin ve öç tanrısı Eris’n Ate diye bir kızı vardır. Mutsuzluk tanrıçası olan bu kadın insanların başlarına durmadan dertler açar. Onları şaşırtır, akıllarını başlarından alır. Düzenbazlığıyla Zeus’u bile aldatmıştır.

Derler ki, Zeus günün biirinde Ate’nin oyununa geldiğini anlayınca, saçlarından yakaladığı gibi onu Olimpos’dan aşağı atmış. Ate de döne döne gelip Troas bölgesindeki bir tepeye düşmüş. Troia şehri de tam bu tepenin üzerine kurulmuşmuş. Şehrin uğursuz yazgısı da buradan kaynaklanıyormuş.

Troia’nın acıklı sonu ise, taş taş üzerinde bırakmamacasına yakılıp yıkılması ve Dardanos soyunun ortadan kaldırılması.

 

“Ters Lale” Efsanesi

Ters Lale, çeşitli öyküleriyle büyülü bir masal çiçeği sanki…

Her sabah göbeğinden su yaydığı için “ağlayan lale”dir adı.

Hristiyan inanışına göre; Hz. İsa çarmıha gerildiği zaman boynunu büktüğü ve Meryem Ana’nın gözyaşlarından yere akan damlalarla buluşan toprağın duyduğu üzüntünün eseridir ve bu nedenle kutsal olduğuna inanılır.

Anadolu’da gelinler evlerinden çıkarken başlarına kırmızı tülbent atılır ve boynunu bükerek evden ayrılır. Bu nedenle “ağlayan gelin”dir.

Başka bir anlatı Ters Lale’yi Hz. Hasan ve Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilişine tutulan yasın simgesi yapar. Bu nedenle Kerbela da denir Anadolu’nun bazı yörelerinde. Belki bu nedenledir ki Van ve havalesinde Müslüman mezar taşlarına motifi işlenmiş, mezarlıkların çevresi onunla süslenmiştir.

Ferhat ile Şirin’in öyküsünde de karşılaşırız Ters Lale ile. Şirin’in ölüm haberini alan kara sevdalı Ferhat, elinde tuttuğu baltayı savurarak başını yarar ve akan kanlarından laleler filizlenir.

Ters Lale’nin Mimar Sinan’ın başeseri Selimiye Camii öyküsü ise şöyle anlatılır:

Selimiye Camisi’nin yapılacağı mevki, bir bayana ait lale bahçesidir. Mimar Sinan eserini burada yapmak istediğini padişaha söyler. Ancak bayan bahçesini vermek istemez. Israrlar sonucu bayan “eğer eserde benden bir hatıra olursa bahçemi vereceğim” der. Bunun üzerine Mimar Sinan’da müezzinler mahfelindeki mermer ayağa “Ters Lale”yi işletir.

Eskiden sadece Hakkari ilimizde yetişen bu nadide çiçek kaçak yollarla Avrupa’ya götürülerek kozmetik ve ilaç sanayinde kullanılmaya başlanmıştır.

Yarıkkaya Efsanesi

İskenderun, ülkemizin günlük yaşamını, önemli ölçüde doğal olaylara ve iklime göre belirleyen ender yörelerinden biridir. Her mevsiminin dikkat çekici en az bir özelliği vardır. Yazın bunaltıcı sıcağı, kışın ılıman havası, bahar aylarının güzel havası, yolu İskenderun’a düşenin ilk izlenimlerinden birini oluşturur.

İskenderun’un oldukça çok bilinen, yerel, gizemli bir fırtınası vardır. Adı: ‘Yarıkkaya Fırtınası’dır. Burada, bir parentez açmak ve Bilge Umar’ın “Türkiye’deki Tarihsel Adlar” kitabının sayfalarında bir gezinti yapmak istiyorum. Umar, Amanos, adının ‘Amana”’ olduğunu Hellen ağzında ise Amanos olarak geçtiğini yazıyor ve ekliyor: Bu adın, hem Amana, hemde Ammana biçiminde, Hitit belgelerinde anıldığını, Amana, ama(wa)na (Ana Tanrıça-ülkesi) parçalarından türetildiğini belirtiyor. Yarıkkaya Fırtınası; karadan denize, Amanoslar’dan körfeze doğru esen şiddetli bir kasırgadır. Yarıkkaya; İskenderun körfezinin doğusunda , Amanos dağında, İskenderun’un en önemli doğal bir simgesidir. İskenderun’da yaşayan, Nusayriler, buraya, “Şakkit Ali”( Zülfikar’ın düşüp yardığı yer) demektedirler. Coğrafya olarak; İskenderun, Yarıkkaya ile körfez arasında adeta sıkışmış vaziyettedir. İskenderun’da kuvvetli her fırtınanın Yarıkkaya’dan geldiğine inanılır. Rüzgarı üflediğinde önüne kattığı her şeyi uçurup bırakan Yarıkkaya fırtınası; yaşamın bir parçası olmuştur İskenderun’da. Türkülerde, şiirlerde, romanlarda, efsanelerde, anılarda, haberlerde velhasıl her İskenderun adı geçince ondan da söz edilir. Adı geçmezse, eksik anlatılmıştır. Fırtına, öyle birdenbire esmez, önce selam, sonra uyarı. Saatte yüz kilometrenin üzerine çıktığı çok olur. Engel tanımaz. Fırtınanın kimi olası etkilerine göz atılacak olursa; yolda giden tırların devrildiği, büyük çam ağaçlarının kökünden yıkıldığı, elektrik direklerinin düştüğü, hasar gördüğü ve elektriklerin kesildiği, evlerin çatılarının uçtuğu, sinyalizasyon direklerinin yıkıldığı, şoförlerin direksiyon hakimiyetini kaybettiği ve araç kazalarının olduğu, su borularının patladığı ve suların kesildiği, toz bulutlarının havada dolaştığı, ortalığın toz duman olduğu, tabelaların, reklam panolarının, kiremitlerin, televizyon antenlerinin uçtuğu, gemilerin limana sığındığı görülür. Kimsenin mecbur kalmazsa evinden çıkmadığı, pencere camlarının kırıldığı, kuvvetli lodos nedeniyle soba zehirlenmelerinin, otobüs seferlerinin iptali bile söz konusu olur.. Denizdeki gemileri tehlikeye sokabilir. Her yıl Ocak – Mart aylarında ortaya çıkan ve iki-üç gün devam eden bu heyula, İskenderun’da hayatı olumsuz etkiler. Bu etkiler her yıl şüphesiz, bazı yıllar hafif, kimi yıllarda büyük hasarlara yol açabilir. Meteoroloji uyarılar yapar. Önlemler alınır, yine de fırtınayla ilgili pek çok olumsuzluklar yaşanır. Fırtına sonrası bu doğal afetin meydana getirdiği zarar ziyanı n tesbiti yapılır.

Yarıkkaya’nın hiç mi olumlu yani yok mudur? Vardır: Yaz aylarında havanın sıcaklığını azaltan, serinletici bir etki yapar. Yaz akşamları belki en güzel serinliğin ortaya çıkmasına sebep olur. Yörede yaptığımız araştırmada Yarıkkaya ile pek çok söylenceler olduğunu saptadık. Daha çok Nusayriler arasında anlatılan hikayeler şöyle: Bir savaşta Hz. Ali, Amanos dağını kılıcı Zülfikar ile yarmıştır. Bu öyle bir yarılmadır ki, bütün kainat gürültüden sarsılmıştır. Kayanın ikiye bölünmesiyle de meydana gelen kesikten, Hz. Ali , kır atı (düldül) ile geçmiş ve müminlere yardım etmiştir. Düldülün ayak izleri o günden bugüne hala aranırmış.

 

Bu hikaye farklı olarak şu şekilde de anlatılmakta: Savaş sırasında Hz. Ali’nin karşısına Merhap isimli biri çıkmış. Annesi, Merhap’a; “Dünyada kiminle savaşırsan savaş, mutlaka yenersin. Ancak ismi Ali olan herhangi biriyle savaşma.” demiş. Fakat şeytan, Merhap’ın aklına girmiş. “Bir sürü Ali var, hangi birisiyle savaşmayacaksın; hepsi insan” demiş. Buna aldanan Merhap, kılıcını herkesin her velinin öğündüğü Hz. Ali’ye kaldırmış, ancak eli, kolu öylece havada kalmış. Hz. Ali, derhal kılıcını elinden atmış, onunla savaşmadan vaz geçmiş O savaşçı er, bu işe, bu yersiz af ve merhamete şaşırmış. Demiş ki: “Bana keskin kılıcını kaldırmıştın, neden kılıcı indirdin ve beni bıraktın? Benimle savaşmadan daha ne gördün de, beni avlamadan vaz geçtin? Ne gördün ki bu derecede kızgınken kızgınlığın yatıştı? Böyle bir şimşek çaktı, sonra sönüverdi, ne gördün? O gördüğün şeyin aksi bana da vurdu. Gönlümde, canımda bir şule parladı. Yiğitlikte Allah aslanısın, mürüvette kimsin, bunu kim bilir?” Hz Ali de demiş ki: “Ben kılıcı Allah için vuruyorum. Allah kuluyum, ten memuru değil. Allah aslanıyım; heva ve heves aslanı değil. İşim, dinime şahittir.”, ”“Hilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hatta yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür.”[ Nice düşmanlıklar vardır ki, dostluğa çıkar. Nice yıkılmalar vardır ki, yapılmaya döner.”, “Belayı def etmenin çaresi; sitem etmek değildir.” Bunun üzerine Hz. Ali bu kişiyi öldürmek istemez. O kişiye; “Seni öldürmeyeceğim, eğer seni öldürürsem nefsime yenik düşerim, sana kızdığım için seni öldürmüş olurum.” der ve kılıcını sinirlenerek dağa vurur ve dağ ikiye bölünür.

İnternette, Genç İskenderun-Yerel Haber sayfasında, yazarının/derleyenin ismi belirtilmemiş(http://www.genciskenderun.com/habergoster.asp?id=315)bir öykü çıktı karşımıza. Yarıkkaya efsanesini ve Amanos dağı adının bugünlere nasıl geldiğini anlatmakta: “Günbatımında Akdeniz’in serin sularına bırakılan hüzünlü bir aşkın öyküsüdür Gülbahar’la Osman’nın aşkı.. Mutlulukla başlayan ve hüzünlü bir acıyla sona eren Gülbahar ve Osman’ın Amanoslarda yaşadığı aşk, Hatay’ın 1084 yılında Türk hakimiyetine geçtiği dönemde yaşanmış bir efsane olarak dünden bugüne anlatılır. 1084′lü yıllarda Amanos Dağları’nın etekleri, ormanlık, yeşillik düz arazilerle kaplıydı. O zamanlar da, bu dağ eteklerinde aşiretler yaz için yayla olarak kabul eder ve her sene buralarda konaklardı. İşte Amanos Dağları’nda yaşayan iki ayrı aşiretten Gülbahar ve Osman’ın yaşandığı söylenen efsanesidir. Bir gün Osman, gurbete çıkıp, gezmek Aşireti için göçmeden yaşayabilecekleri rahat bir yer aramaya çıktı. Gece gündüz demeden yollar, dağlar, tepeler aştı. Sonunda Gülbahar’ın yaşadığı yere geldi. O sırada Gülbahar bir ağaç altında oturmuş, yün eğiriyordu. Osman onu görür görmez kalbine bir şeyler saplandığını hissetti. Gülbahar’da birden başını kaldırıp Osman’ı görünce değişik bir hisse kapıldı. Bu ilk bakışta aşık olmuştu. Yani Yıldırım aşkıydı. İkisinin de yüreğinde derin bir sızı oldu. Çünkü ikisi de ayrı Aşiretin üyesiydi. Osman’ın aşiretine Kimse kız vermez ve almazdı. Nedenini kendileri bile bilmiyorlardı. Ama işte yıllardan beri süre gelen bir adetti. Bu koşullara rağmen Osman Gülbahar’ı babasından istetti. Ama baba Nuh dedi Peygamber demedi. Bir türlü kızını vermedi. Sonunda bir şartla razı oldu. Amanos Dağı’nın bir yerinde bir geçit açmasını istedi. Ama bu olanaksızdı. Osmancık böyle bir şartı asla yerine getiremezdi. Aylarca günlerce Amanos Dağı’nın çevresinde dolaştı. Sonunda bugünkü Yarıkkaya’nın olduğu yere geldi. Dağın tam yamacında koca bir taş vardı. Eğer o taşı yerinden oynatıp yuvarlanmasını sağlayabilirse, bir geçit açabilirdi. Ama imkansızdı. Günlerce tek başına o kayayı nasıl yerinden oynatabileceğini düşündü.O kayanın çevresinde bulunan toprak çok yumuşaktır. Kışın yağan yağmurlarla toprak kayması çok sık olan bir olaydı. Osman yari Gülbahar için bunlara katlandı. Bir sabah yine taşı yerinden oynatmak için çabalarken, kayanın bulunduğu çevrede toprak kayması başladı. Bu kaymalar yiğit Osman’ın felaketi oldu. Osman, kayaların altında kalarak öldü. Osman’ın ölüm haberini alan Gülbahar çılgına döndü. Yarıkkaya’nın en yüksek yerine çıkıp “Aman Osman”, “Aman Osman” diye feryat eden Gülbahar, Osman’ın acısına dayanamayarak kendini yamaçtan aşağı attı. O günden bu güne bu dağlar Amanos diye anılır… İşte Amanos dağlarında doğan güneş, her gün Gülbahar ve Osman’ın hüzünlü aşkını alır ve günbatımında Akdeniz’in serin sularına salıverir usulca…” Efsane ve tarihin birbirine karıştığı İskenderun’un cebinde bugün; ne antik liman kalıntısı, ne tarihsel yapılar, ne Hitit keçileri, ne de İskender’in başı var. Onlarca uygarlığa ev sahipliği yapmış bu topraklarda ne yazık ki çok şeyler kalmamış dünden bugüne. Görünürde İskenderun şehir merkezinde; M.Ö. lll. yüzyıldan kalma kimi kiliseler var. Ortodoks, Ermeni, Katolik ve yeniden restore edilen kiliseler. Şehire yakın varlığıyla gurur duyduğumuz İSDEMİR var. İskenderun sadece Hatay’ın değil, Ortadoğu’nun da bekleme salonu. İmparatorluk zamanında gözetleme, savunma, kontrol etme, rehberlik sisteminin içinde olan derbent yönetiminin odak yeri. Soğuk savaş döneminde; müdafaa alanı. Günümüzde, ülke sanayisinin can damarı. Şimdilerde Yarıkkaya, efsaneleriyle değil, taşocağıyla, kaya taşıyan kamyon sesleriyle, bozulan doğal yapısıyla anılmakta. Yüreğimizi kanatan da bu son halidir. Özün kemirildiği, yaşamın içinin boşaltıldığı, yok edildiği yer halinde. Böyle devam ederse, belki bir kuşak sonra, kayıp bir Yarıkkaya efsanesinden söz edilecektir.

 

HABİB-İ NECCAR EFSANESİ

Efsaneye göre, M.S. 40’lı yıllarda (İsa), havarilerinden Yunus (Yuhanna) ve Yahya’yı (Pavlus)Antakya’ya gönderir. Bu iki elçi Antakya’ya girerken koyunlarını otlatan marangoz Habib-i Neccar ile karşılaşır (neccar, marangoz demektir). Neccar, yatalak oğlunun elçiler tarafından iyileştirilmesi üzerine İsa’nın getirdiği dine iman eder. Ancak Antakyalılar elçileri hoş karşılamaz ve onları hapse atarlar. İsa, bunun üzerine Barnabas’ı şehre üçüncü elçi olarak gönderir. Elçilerin tüm çabalarına rağmen halk İsa’nın dinine inanmaz ve onları öldürmeyi planlar. Bunu öğrenen Habib-i Neccar, şehre giderek Antakyalılara “Sizden hiçbir ücret talep etmeden Hakk dinini anlatan bu elçilerin söylediklerine uyun” diye seslenir. İsa’nın elçileri de, Habib-i Neccar da işkence altında şehit olurlar. Bu olay Kur’an’ın Yasin suresinde anlatılmaktadır.

*****

Habib-i Neccar , Ms. 40 lı yıllarda Antakya’da yaşamıştır.
Roma döneminde Antakya halkı putperest olduğu için, Cenab-ı Hak Hz. İsa ‘ya Antakya halkı için iki resul göndermesini emreder. Hz. İsa Antakya halkı için 2 resul, daha sonra da bir resul daha gönderir. Resulların halkı İrşada devam etmesine ilk inanan Habib-i neccar olur. Antakya lılar bu olaya inanmayarak, resulleri taşlayarak öldürmeye karar verirler. Habib-i neccar uzaklardan koşup gelerek, resullerin doğru söylediklerini ve onlara inanmaları gerektiğini söyler. Burada bulunan putperestler Habib-i neccar ‘a bunlar seni kandırmışlar, ya eski dinine dönersin yada ölürsün şeklinde tehdide başlarlar. bu müritler dediklerini yaparak. Habib-i neccar ı öldürürler, Habib-i neccar ın öldürülmesi ile ilgili bir çok rivayet vardır. Bunların en yaygın olanı ve halkın anlattığı olay şöyledir:

Habib-i neccar ın başı Silpiyus dağında ayrılır. vücuttan ayrılan baş, yuvarlanarak bugün cami ve türbesi bulunan yere gelir (bugün vücudu şehit edildiği mağarada başı ise caminin yanında bulunan türbededir)

Başka bir rivayete görede ,Habib-i neccar kopan başını koltuğu arasına almış, Kur’an dan ayetler okuyarak bir süre dolaşmış ve bugün türbesi bulunan yere kadar gelerek, buraya düşmüştür.

DAPHNE (Harbiye) EFSANESİ

Zeus’un oğlu Işık Tanrısı Apollon, ırmak kenarında genç ve güzel bir kız görür. Bu eşsiz güzelin adı Defne’dir. Apollon’un içinde arzular uyandırır. Onunla konuşmak ister. Fakat Defne, Işık Tanrısı’nın içinden geçenleri anlamıştır. Kaçmaya başlar. O kaçar, Apollon kovalar. Çapkın Tanrı bir taraftan “kaçma seni seviyorum” diye bağırır. Defne ise Tanrılarla sevişen kadınların başlarına neler geldiğini bildiği için korkuya kapılır ve kaçmaya devam eder. Apollon’a gelince, bu güzel periyi mutlaka yakalamak istemektedir. Aralarındaki mesafe gittikçe kısalır ve bir an gelir ki Defne, Apollon’un sıcak nefesini saçlarının arasında duyar. Artık kurtuluş imkanı kalmadığını anlayan Defne, birden durur ve ayağı ile toprağı kazıyarak şöyle bağırır:

-“Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru.”

Bu içten yalvarış üzerine Defne organlarının ağırlaştığını, odunlaştığını hisseder. Olgun göğsünü gri bir kabuk kaplar, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları dallar halinde uzar, körpe ayakları kök olup toprağın derinliklerine dalar, bir defne ağacı oluverir. Bu manzara karşısında şaşıran Apollon, Defne’nin ağaç oluşunu hayret ve üzüntü ile seyreder. Sonra da sarılır ve sert kabukları altında hala çarpmakta olan kalbinin sesini duyar ve şöyle seslenir:

-“Defne, bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yanyana geçecek. “

Bu tatlı sözler üzerine Defne, dallarını eğerek Apollon’u saygı ile selamlar. İşte bu öykünün geçtiği yer bugünkü Harbiye’dir. Apallon teessür ve heyecan içinde o ağacı amblem olarak aldı ve parlak yapraklarından başına bir taç yaptı. İşte o zamandan beri şiir ve silah zaferi Defne dalı ile ödüllendirilir ve Defne’nin gözyaşları bugün hala Harbiye’de şelaleler meydana getiriyor.

 

Yedi Uyuyanlar Efsanesi

Yöre: Mersin, Tarsus

On binlerce yıllık insan beşiği Anadolu’nun, Tarsus yöresinde Dakyanus adında oldukça uyanık, kurnaz, düzenbaz ve acımasız bir kral yaşarmış. Dakyanus, sarayında her an hazır beklettiği kahin, astrolog, ve büyücülerinin yardımıyla, küçüklü büyüklü, kurnazca hileler ve oyunlar oynayıp cahil ve korkak halkını korkutarak hükümdarlığını devam ettiriyormuş. Zamanla oynadığı bu oyunlara kendisi de inanarak gerçekten de bir tanrı olduğunu düşünmeye başlamış. Dakyanus, sarayının dört bir tarafına putlar diktirmiş ve halkının onlara tapmasını, tanrıların onları koruması için de putların önünde hazırlanan sunaklara gelirlerinin en az üçte ikisini bırakmalarını emretmiş. Aksi takdirde tanrıların insanlara çok kızacaklarını ve onların gazaplarını da hiç kimsenin durduramayacağını söyleyip korkutmuş onları. Zavallı cahil halk da bu söylenenlere inanıp tüm kazançlarını hazırlanan sunaklara bırakıp tanrıların kendilerine kızmasını önlemek için sadakat yarışına girmiş. Bütün bu olan biten sonucunda her gün daha da zenginleşen Dakyanus gücüne güç katmaya devam etmiş. Zalim kral Dakyanus’un Mernuş, Sezenuş, Debernuş, Yemliha, Makselmine ve Meslina isimli altı yardımcısı varmış. Dakyanus onlara çok güvenir, her konuda akıl danışıp bütün sırlarını da anlatırmış yardımcılarına. Zamanla bu altı yardımcısı da Dakyanus’un göz kamaştıran zenginliğinden ve gücünden etkilenerek halka söyledikleri yalanlara inanıp onun bir tanrı olduğuna inanmaya başlamışlar.

Günlerden birgün Tarsus büyük bir düşman saldırısına uğramış. Görkemli Tarsus şehri tamamen istila edilip, yağmalanmış. Kurnaz Dakyanus durumun vahametini görünce hiç düşünmeden istilacı düşmanlarıyla anlaşma yoluna giderek hem canını hem de krallığını kurtarmış. Kurnaz kral halkına ve insanlarına bu durumu anlatırken de işin içinden kendisini sıyırmaya çalışmış. Onlara şöyle demiş Zalim ve Kurnaz Dakyanus; “Bakın bu şeytan güçleri karşısında hangi insan durabilirdi. Elbette ki hiç kimse. Ama krallığımızın büyük ve ulu tanrılarının gücüyle hepimiz canımızı kurtardık. Bu büyük ve belalı sınavdan sonra hâlâ tanrılarımızın gücüne inanmayan var mı aranızda?” Yoksul ve cahil halk yaşadıkları dehşetten sonra canlarını kurtarmış olmanın rahatlığıyla hak vermiş kurnaz kralın söylediklerine. Ancak kralın en güvendiği altı danışmanından biri olan Yemliha, kralın söylediklerine hiç inanmış. Ve arkadaşlarıyla bir toplantı yapmışlar kendi aralarında. Cesur ve akıllı Yemliha şöyle demiş arkadaşlarına; “Şu kralın dediklerine hanginiz inandınız? Güzel ülkemiz saldırgan düşmanlar tarafından yağmalanırken, insanlarımız öldürülürken neredeydi şu büyük ve güçlü tanrılar? Onlar kendilerini bile korumaktan aciz taş parçaları. Bu gerçeği görmediniz mi artık? Bu şarlatanlığa bir son vermenin zamanı gelmedi mi sizce? Çevrenize bakın bir… Güneşi kim doğuruyor hergün? Bizi ısıtan ve üşüten güç kimdir? Bu doğa kimin eseridir? Bunları küçük bir düşman saldırısından bile kendini korumaktan aciz Dakyanus ve heykelleri mi yaptı? Hayır! Bu bana hiç de inandırıcı gelmiyor. Gelin bir olup bu şarlatanın maskesini düşürelim artık.”

Diğer arkadaşları cesur ve akıllı Yemliha’nın bu sözlerine hak vermişler ve kralın maskesini düşürmek için hep beraber çalışmaya karar vermişler. Ancak zalim ve kurnaz Dakyanus’un her yerde, herkesi dinleyen ajanlarından biri de o gün danışmanların toplantısını dinliyormuş gizlice. Bütün duyduklarını hemen krala aktarmış tabii ki. Dakyanus hemen altı danışmanını da huzuruna çağırtmış. Onlara olan bitenden haberdar olduğunu söylemiş. Ancak en güvendiği ve bütün sırlarını paylaştığı bu altı adamı bir anda yok etmeyi de göze alamamış. Bu yüzden onlara iyice düşünüp kendisine tekrar sadakatle hizmet etmeleri için zaman tanıyacağını söylemiş. Danışmanlar kralın huzurundan ayrıldıktan sonra akıllı Yemliha arkadaşlarına şöyle demiş; “Arkadaşlar, hepimiz Dakyanus’u iyi tanıyoruz. Bu saatten sonra o bizi yaşatmaz. Şimdi kendisine güvenemediği için bize bir şey yapmıyor ama uygun zamanı yakaladığında hepimizi ortadan kaldıracağına hiç şüphe yok. En iyisi biz bir an önce Tarsus’u terk edip başka bir yere gidelim. Orada gücümüzü birleştirip iyice güçlendikten sonra yeniden buraya geliriz. Diğer arkadaşları da Yemliha’ya hak vermişler. Yanlarına yol için gerekli malzemeyi aldıktan sonra hep birlikte gizlice yola çıkmışlar. Tarsus’tan iyice uzaklaşan altı arkadaş yolda sürüsünü otlatan bir çobana rastlamışlar. Çoban gördüğü bu altı yabancıya büyük bir konukseverlik göstermiş ve onları çok güzel bir şekilde ağırlamış. Çobanın iyi niyetinden etkilenen altı arkadaş başlarından geçenleri çobana da anlatmışlar.

Bütün olup biteni dinleyen çoban misafirlerine içten bir gülümsemeyle karşılık vermiş ve demiş ki; “Arkadaşlar hiç şüphe yok ki siz en doğru olanı yaptınız. Güneşe bir bakın hele. Nasıl da yavaş yavaş gösteriyor yüzünü dağların ardından. Sıcaklığı ve aydınlığı nasıl da sarıyor şu dünyamızı. Şu tarladaki günebakanlara bir bakın hele. Güneşle birlikte nasıl da başlarını gökyüzüne çeviriyorlar. Akşamın karanlığında da tekrar önlerine eğiyorlar. Bu nasıl bir mucizedir. Bütün bunları yapan bir güç mutlaka var. Bu güç ne Dakyanus olabilir ne de onun taştan yapılmış putları…” Çobanın bu sözleri altı arkadaşı verdikleri karar konusunda daha da cesaretlendirmiş. Çoban da onlara katılmaya karar vermiş. Yanlarına çobanın Kıtmir adlı köpeğine de alıp tekrar yola düşmüşler. Bütün gün hiç durmadan yürümüşler. Akşam olup karanlık bastığında dağlarda rastladıkları ve saklanmaya müsait Yencelüs isimli mağaraya girmişler. Hâlâ yaşadıkları ve sığınacak bir yer bulabildikleri için şükredip uyumaya çekilmişler. İlk uyanan akıllı Yemliha olmuş. Arkadaşları da sırayla derin uykularından uyanmışlar. Şaşkınlık içerisinde birbirlerinin yüzlerine bakıyorlarmış. Hepsinin saçı sakalı iyice uzamış, birbirine dolanmış haldeymiş. “biz ne kadar uyuduk ki” diye sormuş içlerinden biri. Bir diğeri “bana sanki bir gün ya da daha az gibi geldi” diye cevap vermiş. Durumlarına çok şaşırmışlar ama bir anlam da verememişler. Karınlarının iyice acıktığını hissettikleri için Yemliha’nın gizlice şehre gitmesine ve yiyecek bir şeyler almasına karar vermişler.

Yemliha bu haliyle kendisini kimsenin tanıyamayacağını düşünerek şehre doğru yola koyulmuş. Şehre vardığında gözlerine inanamamış. Her şey baştan sona değişmiş durumdaymış. İnsanlar, evler, caddeler, herşey. Hiç biri kendilerinin bıraktığı gibi değilmiş. “Bir gecede bu kadar büyük bir değişiklik nasıl olur diye şaşırmış” Yemliha. Gördüğü ilk fırının önünde durup içeri girmiş. Cebinden çıkardığı Dakyanus altınını fırıncıya uzatıp ekmek istemiş. Yemliha’nın elindeki Dakyanus altınını gören fırıncı hemen koluna yapışmış Yemliha’nın. “Sen bu altını nereden buldun” Çabuk söyle. Yoksa hısızlık mı yaptın, gömü mü buldun” Diye arka arkaya sorular sormaya başlamış. Yemliha ne olduğunu anlamaya çalışırken fırındaki diğer müşteriler de işe karışmış ve hep birlikte şehrin mahkemesinin yolunu tutmuşlar. Mahkemedeki yargıç fırıncının elindeki altına bakıp Yemliha’ya “Bu 309 yıl önce yaşamış kral Dakyanus’un parası. Bu altını nereden buldun” diye sormuş. Yemliha yargıcın sorusu üzerine mağarada tam 309 yıl uyuduklarının farkına varmış. Bunu yargıca söylese inanmayacağını düşünmüş mağaradaki arkadaşları da aklına gelince doğruyu söylemenin kendisi ve arkadaşları için hiç de iyi olmayacağına karar vermiş. Ve yargıca “Evimden” diye cevap vermiş. “Yargıç evin nerede” diye sorunca da, arkadaşları geceyi geçirdikleri mağaranın ismini söylemiş. Yargıç askerleri çağırmış hemen ve demiş ki” Bu adamı alın ve söylediği yere gidin. Eğere söyledikleri doğruysa sorun yok. Yok eğer yalan söylüyorsa hemen buraya getirin de cezasını verelim”

Yargıcın bu kararından sonra askerler Yemliha’yı yanlarına alıp mağaraya doğru yola çıkmışlar. Mağaranın önüne geldiklerinde Yemliha askerlere şöyle demiş; “Siz burada bekleyin. İçerideki arkadaşların aniden karşılarında sizi görürlerse korkup çıkmayabilirler. Ben gidip onları alıp geleyim”Askerler mağaranın önünde beklerken Yemliha da mağaraya girmiş. Arkadaşlarını mağaranın derinliklerinde kendisini beklerken bulmuş. Onlara başından geçenleri bütün ayrıntısıyla anlatmış ve demiş ki; “Arkadaşlar şimdi mağaranın girişinde askerler bizi bekliyor. Kararı siz verin artık, çıkalım mı yoksa burada mı kalalım”İçlerinden birisi söz almış ve şöyle demiş; “Bu saatten sonra insanların içine karışmak hiç de hayrımıza değil. Sevdiklerimizden hiç biri hayatta değildir şimdi. Bir de yeni yaşamın nasıl bir şey olduğu hakkında hiç birimizin fikri yok. Madem bizi yaratan, bizi burada tam 309 yıl uyutmuş bence bizim için en hayırlısı buradan hiç çıkmamaktır. Sen hepimiz adına dua et de yüce yaratıcı bizi burada 309 yıl sakladığı gibi sır etsin” diğerleri de bu görüşe katılmışlar. Yemliha arkadaşlarının ortak kararı ile yüce Yaradana dua edip kendilerini sır etmesini istemiş. Hepsi de duanın ardından içtenlikle amin demişler…Dışarıda bekleyen askerler içerinden uzun süre hiç ses gelmeyince meraklanıp mağaraya girmişler. Büyük mağarayı iyice aramışlar ama kimseyi görememişler. Sadece mağaranın dibinde birbirine sokulmuş yedi kuş yavrusunu görmüşler. Büyük bir korkuya ve paniğe kapılıp hemen geri dönmüşler ve bütün olup biteni komutanlarına anlatmışlar. Çok geçmeden bu ilginç olayı bütün yöre halkı duymuş ve akın akın bu mağarayı görmeye gelmişler. Ve bu hikayede dilden dile dolaşarak “Eshabı-ı Kehf” yani Yedi Uyurlar olarak günümüze kadar gelmiş.

 

Anka Kuşu (Simurg) Efsanesi

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı’nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş…

Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

baykuş yıkıntılarını özlemiş,

balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi “şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “yokoluş”ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş… Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg’un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;

“SİMURG ANKA – Otuz Kuş” demekmiş.

Ağlayan Kaya (Niobe) Efsanesi – Manisa

Yarı-tanrı Tantalos’un kızı Niobe, Magnesia (Manisa)’nın Sipylos Dağı yöresinde doğmuş, tanrıça Hera (kimi kaynaklarda Leto olarak geçer) ile birlikte çocuklukları bu yörede geçmiştir. Daha sonra Niobe, Thebai kralı Amphion ile evlenir ve yedisi kız, yedisi erkek on dört (kimi kaynaklara göre altısı kız altısı erkek on iki) çocuğu olur. Çocukluk arkadaşı ve Zeus’un eşi Hera’nın ise Apollon ve Artemis olmak üzere iki çocuğu vardır.

Niobe, bu kadar çok çocuğa sahip olduğu için kendisiyle pek gururlanırmış.

 Zamanla diğer kadınları küçümsemeye, çarşıda açıkca kendini övmeye başlamış “Hepinizden üstünüm ben” diyormuş, diğer kadınlara “hanginizin benim kadar çok çocuğu var? Analık konusunda Leto bile aşık atamaz benimle”. Leto sözünü duyan kadınlar korkuyla “aman sus Niobe” diyorlarmış “Leto böyle konuştuğunu bir duyarsa”. Kadınlar haklıymış korkmakta, çünkü; Leto bir tanrıçaymış. Üstelik eski çağda orada yaşayan insanların tapındığı tanrı ve tanrıçaların en güçlülerinden biriymiş.

Ama Niobe’nin umurunda mı? “Duyarsa duysun” dermiş bağıra bağıra. “Yalan mı? Tanrıça Leto nun sadece iki çocuğu var, benimse tam on iki !!!” Tanrıça Leto o sırada Menderes ırmağının kıyısında dinlenmekteymiş. Yaramaz bir rüzgar, kıs kıs gülerek, Niobenin sözlerini tanrıçanın kulağına fısıldayıvermiş. Öfkesinden deliye dönen Leto hemen çocuklarını yanına çağırmış. Güneş gibi parlayan yakışıklı tanrı Apollon ile güzeller güzeli tanrıça Artemis bir ışık demeti halinde annelerinin önünde durmuşlar.

Leto çocuklarına olayı anlatıp onlardan Niobe’yi cezalandırmalarını istemiş. Apollon ile Artemis gümüş yaylarını kuşanıp Niobenin çocuklarının peşine düşmüşler . Niobe nin altı kızı Artemis’in, altı oğlu Apollon’ un oklarıyla can vermiş. Bu olayı gören Niobe ise, üzüntüsünden o anda taş kesilmiş. 

Spil (Sipylos) yamacındaki kadın başı şeklindeki bu kayanın, göz çukurunu andıran girintilerinden sızan -daha doğrusu, yakın zamanda kuruduğu için artık sızmayan- su, Niobe’nin gözyaşları olarak yorumlanır. Halk, buraya “Ağlayan Kaya”, “Niobe kayası” der. Yakından bakıldığında, sıradan doğal bir kaya oluşumu; batı yönünde biraz uzaklaşılarak bakıldığında ise kadın başı şeklinde görünen bu kaya, hâlâ çok ziyâret edilen bir yerdir. Manisa’nın sarı üzümlerinin ilk olarak Niobe’nin gözyaşlarıyla sulanan bağlarda yetiştiği söylenir.

Bu efsene ile bilgiler wikipedia da ise şöyle:

Ağlayan Kaya Spil Dağı eteklerinde bir doğa harikasıdır.

Bugün Spil Dağı’nın eteklerinde Ağlayan Kaya ya da diğer adıyla Niobe Kayası olarak bilinen kayanın bir sanat eseri olup olmadığı antik çağdan beri tartışılır. Doğal aşınma sonucu başı önüne eğik, ağlayan bir kadın görünümü kazanmıştır. Eski Yunan yazarlarının yapıtlarında da sözü edilen kayanın Zeus’un taşa dönüştürdüğü Niobe’yi temsil ettiğine inanılır.

Niobe, Yunan mitolojisinde, Lidya kralı Tantalos’un kızı ve Yunanistan’daki Tebai kralı Amphion’un karısı ve yitirdiği çocuklarının ardından gözyaşı döken kahırlı anaların simgesiydi.

Efsaneye göre, altı oğluyla altı kızı vardı ve yalnızca iki çocuğu (Apollon ve Artemis) olan Leto’dan daha doğurgan olmakla övünüyordu. Bu gururu nedeniyle onu cezalandırmaya karar veren Leto, Apollon’a Niobe’nin bütün oğullarını, Artemis’e de bütün kızlarını öldürttü. Çocukların cesetleri 10 gün sonra tanrılar tarafından gömüldü. Frigya’daki evine dönen Niobe, acılarını dindirmek isteyen Zeus tarafından Spylos dağının (Spil Dağı-Manisa) yamacında bir kaya parçasına dönüştürüldü.

 

Agora Tüneli Efsanesi

Makedonya kralı Büyük İskender, şimdiki Bayraklı ilçesi sınırları içindeki ilk Smyrna kentini ve çevresindeki küçük yerleşimleri ele geçirdiği sırada bir rüya görür. Avlanmak üzere geldiği Kadifekale eteklerinde, Nemesis Tapınağı önündeki bir pınarın başında ve bir çınar ağacının altında uykuya dalar. İskender’in uyuduğu pınardan akan suyun yolu, tünel olarak anılmıştır. Roma dönemi su kanalları, aslında tünel büyüklüğündedir. Bu su da 2 bin 500 yıldır bu kanallardan kesintisiz Agora’ya akmaktadır.

Kaz Dağında Sarıkız Efsanesi

İlginizi çekeceğine inandığımız ve kolay kolay bulunması mümkün olmayan bu yazı Gıyas Yetkin’in 1939′da Balıkesir’de yayınlanmış EDREMİT adlı kitabının 74-78 inci sayfalarından alınmıştır.

Kaz Dağı:

Edremit’in şimali garbisinde ve Ağunya’dan başlayarak Behram hatta baba burnunda nihayetlenen bir silsilenin en yüksek kısmıdır.

En yüksek tepesi eski adıyle (Gargaros) resmi adıyle (Kartal Tepe) mahalli tabirle (Baba Tepe) dir.

İkinci derecede yüksek olan yer meşhur Sarı Kız tepesidir. Eski ismi (İda)dır. Bu dağın Kaz Dağı adını almasında bu tepe hakkında efsaneler başlıca amil olmuştur.

Üçüncü derecede yüksek olan da (Bakla Tepe)dir buna yassı bağ da denilir. Emsalsiz güzelliklerle dolu olan Kaz Dağı’nı hakkıyle tarif edebilmek kabil olamamakla beraber bu güzel yurt köşesini aşağıdan yukarıya doğru tetkik etmek daha doğrudur.

Edremitten Kaz Dağı’na çıkmak için başlıca beş yol vardır. Paşa Sultan, Zeytinli, Kızıl Keçili, Avcılar, Altınoluk, yollarıdır. Bunların içinde en yakın yol Zeytinli yolu olduğu gibi o kadarda dik değildir. Hatta bu yolda (Tomruk yolu) denilen ekseriya patika ile birleşen geniş bir yol vardır ki buradan iki tekerlek üzerinde öküzler koşarak Tomruk denilen keresteler indirilir. İşte bu yol ufak bir himmetle otomobil yolu haline girebilir. Çünkü bu yol güzergahında uçurum yok denilecek kadar azdır. Diğer yollar köylere mahsus olmakla beraber bu yol dağın başka başka manzaralarını mevkilerini sularını gösterir…

Sarı Kız’a sağ tarafta ufak bir tepecik üzerindeki yoldan çıkılır. İlk olarak körfezin çok muhteşem güzelliği göze çarpar bu emsalsiz manzara karşısında bir an Sarı Kız filan hatırdan çıkar bütün yorgunluk hemen buracıkta unutulmuştur. Baba burnundan musluk dağlarına kadar körfez ve ova ayağınızın altındadır. Havrana giden beyaz şerit gibi yol ile Edremit son virajdan büyük servili mezarlığı ile Havranı da görürsünüz Burhaniye ve bugün dalyan olan eski tuzla ve altındaki parlak bir şerit gibi zeytinli çayı menbaı ve nihayet mavi deniz uzaktan madra ve sahildeki tepeler ve Ayvalığın önündeki adalar. Siluet halinde Midilli hatta beyaz yaldızdan bir çizgi halinde Ege Denizi’nden bir parça (Altın ova istikametinde görünür) garba doğru bakınca Baba burnunu behram taraflarını ve biraz uzakta yine abide şeklindeki nirengisi ile Kartal tepeyi Ayvacık ve Ezine ovalarından bazı parçalarla şimale doğru Bayramiç arazisinden parçalar ve siluet halinde boğaz görünür. Şark cihetine bakınca manzara daha heybetlidir. Kaz Dağı’nın şark silsilesini teşkil eden büyük dağlar birer ufak tepe gibi dekoru ikmal eder. Şimdi biraz toplanarak muhitimizi tedkike koyulalım. İlk karşılaştığınız bir taş yığını hakkında kılavuzun izahatini dinleyelim. Burası Sarı Kız’ın (Kazlarını muhafaza ettiği ağıldır) bu yığına muttasıl mustatil şeklinde muntazam çevrilmiş bir taş yığını daha vardır ki burası da Sarı Kız’ın mezarıdır. Biraz sağda da nirengi ve onun önünde (1929) yılında Edremit İdman Yurdu azaları tarafından betonla tesbit edilmiş ve bilyalı yatak üzerine oturtulmuş aksondan (yuvarlak demir) den mamul bayrak direği vardır kalın saçtan yapılan bayrak rüzgarların tesiri ile kopmuş ve parçalanmıştır. Buraya çıkış için en müsait aylar Temmuz ve Ağustos’un ilk Ob beş günüdür. Diğer zamanlar rüzgarda ve yağmur eksik değildir. Bayrak direğinin önünde bir taş yığını daha vardır. Bu yığın arasında binlerce kırmızı yuvarlak ve aynı zamanda uçan böcekler vardır. Bu zararsız hayvancıklar kçücük benekli sırtları ile boyuna bu taş yığınının arasına girip çıkmaktadır. Tepe üzerinde sayısız enli ince plak halinde öbek öbek taş yığınları göze çarpıyor ve bu plak halindeki dikili taşların rüzgardan yakılacak ateşi muhafaza etmek üzere Sarı Kız töreni yapmağa gelen Türkmenler tarafından konulduğu söyleniyor.

Her sene Temmuz ve Ağustos ayları içinde Sarı Kız’da Türkmenler tarafından yapılmakta olan Sarı Kız ayini hakkında bazı kimseler Türkmenlere karşı çok çirkin iftiralarda bulunmakta iselerde bu temiz insanların Sarı Kız ayinleri çok nezihtir. Tarihte Edremit Şehri isimli kitaptaki Sarı Kız ayini bahsi bu iddiamızı isbata kafidir.

Pek çok olan Sarı Kız efsanesinin halk arasında en fazla söyleneni budur.

Güre’de sakin bir adamın tek bir kızı varmış evlenme çağına gelen bu kızı çok güzel olduğu için pek çok kimseler istemiş babası belki de yalnız kalacağından korkarak bütün taliplere menfi cevap vermiş bunlardan biri kıza bir iftirada bulunmuş müteassıp olan babası da kızını öldürmeye kalkmış fakat çok güzel olan kızını kıyamamış onu Kaz Dağının bu Sarı Kız tepesine çıkarmış yanına oniki tanede kaz vermiş ve ne yapalım ben bu kazları çok seviyorum satmaya ve kesmeye kıyamıyorum. Bunlarda köyde boyna zarar yapıyorlar. Herkes şikayete başladı. Bu kazları burada yaymaktan başka çare yok diyor ve ertesi günde bu güzel kızı dağda ben gidip odun alayım diye yalnız bırakarak köye iniyor. Kız babasının karanlık basıp da gelmediğini görünce korkup ağlıyor ve bir taraftan da dua ediyor. Cenab-ı hak onun duasını kabul ediyor ve onu her tehlikeden koruyor. Babası kızının artık ortadan kalktığını tahmin ederek ağlaya ağlaya hacca gidiyor. Kazlar çoğalıyor kız günden güne daha fazla güzelleşiyor. Dağda fırtınada kalanlara yardım ediyor. Herkes ona hürmet ve sevgi bağlıyor. Babası hacdan dönüp kızının sağ olduğunu duyunca dağa geliyor. Kızı ile konuşuyor. Kız köylülerin hediye ettiği aletlerde gergef işlemekteymiş. Babası biraz su istiyor. Kız yanındaki boş su kabağını eline alıp oturduğu yerden konulu uzatıp körfezden kabağı dolduruyor. Babası suyun tuzlu olduğunu görünce ben içmek su istedim diyor. Kız kabağı döküp sen yalnız köy suyuna alışıksın sana Güre Çayının suyundan doldurayım diyor. Yine elini uzatıp Güre Çayından kabağı doldurup babasına uzatıyor. Babası bu hali görünce kızım ben sana kötülük ettim sen mertebeni bulmuşsun artık diyor. Kız kendisine fenalık edenlere beddua ediyor ve oracıkta ölüyor. Babası kızın vasiyeti üzerine onu bu Sarı Kız tepesine gömüyor. Kendiside Kartal Tepeye çıkıp orada ölüyor. Kartal Tepeye baba tepe denilmesinin sebebi bu imiş.

 

Şahmeran Efsanesi

Vaktiyle, binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla giren bir adam, yılanlar tarafından padişahları Şahmeran’a götü­rülür. Şahmeran adama canını bağışlayacağını, ancak kendisini misafir etmek zorunda olduğunu söyler. Yerini bilen birini serbest bırakarak kendi hayatını tehlikeye atmak istememektedir. Şahmeran ona çok iyi davranır. Adam bir dediği iki edilmeden bütün ihtiyaçları sağlanarak yaşamakta, günlerinin büyük bölü­münü Şahmeran’la sohbet ederek geçirmektedir. Ne kadar rahat da olsa, gerçek dünyadan uzak bir mağarada süren bu hayattan sıkılan adam, bir gün yeryüzüne dönmek için Şahmeran’dan izin ister. Şahmeran adama güveninin tam oldu­ğunu, yerini kimseye söylemeyeceğine inandığını belirterek git­mesine izin verir. Ancak kendisini gördüğü için vücudunun pul pul olacağını, bu yüzden vücudunu kimseye göstermemesi gerek­tiğini de tembih eder. Yeryüzünde normal hayatına dönen adam, Şahmeran’ı gör­düğünü hiç kimseye söylemez. Bu arada padişahın kızı hasta olmuş, tedavisi İçin bütün ülke seferber edilmiştir. Kızın iyileşme­sini en çok isteyenlerden biri de vezirdir. Gerçek amacı kızla evle­nip oğlu olmayan padişahın yerine ülke yönetimini ele geçirmek olan vezir, bütün büyücüleri toplayarak, bu hastalığa çare bulma­larını ister. Büyücülerden birisi, Şahmeran’ın bulunup öldürülme­si ve vücudundan alınacak bazı parçalann kaynatılıp içirilmesi durumunda kızın iyi olacağını söyler. Şahmeran’ı bulabilmek için de vücudu pullu kişilerin aranması gerektiğini ekler. Vezir ülke­deki herkesi zorunlu olarak hamama götürüp soydurarak, Şahmeran’ı gören kişiyi bulur. Adam, Şahmeran‘ı öldüreceğini vadederek mağaraya gider.

Şahmeran’a bütün gerçekleri anlattıktan sonra, ne yapması gerektiğini sorar. Şahmeran: “Ölümümün senin elinden olacağını zaten biliyordum” diyerek kendisini öldürmesini, ancak bunun gizli tutulmasını ister. Çünkü öldüğü duyulursa, dünyadaki bütün yılanlar, insanlardan öç almaya kalkacaklardır. Daha sonra: “Kuy­ruğumun suyunu kaynat ve vezire içir ki kısa zamanda ölsün. Gövde­min suyunu kaynat ve kıza içir ki iyileşsin. Kafamın suyunu kay­nat ve iç ki Lokman Hekim olasın” diye ekler. Adam biraz da buruk bir şekilde bunları dinler. Şahmeran yılanlara, adamın misafiri olarak gideceğini, çok uzun yıllar dönmeyeceğini, kendisini me­rak etmemelerini söyler ve yeryüzüne çıkarlar. Adam Şahmeran’ın dediklerini yapar. Vezir ölür, kız iyileşir, kendisi de Lokman Hekim olur.

 

 

Altın Dokunuş / Midas Dokunuşu Efsanesi

Sanat. eğlence ve şarap Tanrısı Dionysos ve alayı Frigya yaylarında oradan oraya dolaşırken, yaşlı Silenos, yorulur bir ağaç gölgesinde uyuya kalır.

Bulanlar alay edip aşağılayarak Kral Midas’a getirirler. Midas, Silenos’u on gün krallar gibi ağırlar ve Dionysos’a götürür. Tanrı çok memnun olur ve Midas’a ” dile benden ne dilersen ” der.

Midas; “Her tuttuğum altın olsun” diye yanıtlar Midas’ın her tuttuğu hakikaten altın olur. Kral çok sevinçlidir. Akşam olur, büyük bir iştahla sofraya oturur. Evet her tuttuğu altın olmaktadır. Ekmeği, yemeği hatta sevmek için sarıldığı güzel kızı’da altına dönüşmüştür…

Kral pişman olur ve isteğinin yanlışlığını anlar. Tanrıdan, dileğini geri almasını ister. Tanrı. Paktolos* ırmağında yıkanmasını söyler. Midas, Paktolos Irmağında yıkanır, dileğinden kurtulur, ırmağın kumları altın olur. Irmağın kıyısında yer alan SARDES kenti, ırmaktan topladığı altınla zengin olur.

Dünyada ki ilk parayı basarlar. “Karun gibi zengin” sözü. SARDES Kralı Kraisos için söylenmiştir.

*DIONYSOS Üzüm. şarap, eğlence, sanat tanrısı, Antik tiyatrolarda,Dionysos Sunağı bulunurdu. Önce bu sunağa adaklar sunulur sonra gösteriye geçilirdi. *DİONYSOS, çocukluğunda Silenos’un himayesinde büyüdüğü için, ona çok değer verirdi. DIONYSOS, Çoğu kez genç ve güzel bir delikanlı olarak gösterilir. Dionysos Alayı; Geceleri dağarda meşalelerle ve dans ederek dolaşırlar. Bir sevinç fırtınası koparırlardı. 

*SİLENOS, İhtiyar ama akıllı ve müzik ustasıdır. Yaşlanmış Satyr’lere verilen genel bir isimdir.

* PAKTOLOS Irmağı, Gediz Nehri * SARDES Kenti; Salihli’ye bağlı Sart köyü


Bir İzmir Efsanesi – Pelops ve Niobe

Baştan başa bağlık – bahçelik döşenmiş olan Sipilos Dağı, aynı zamanda zengin madenlerin bulunduğu efsânevî bir yerdi. Tantalos’un daha sonra Yunanistan’a giderek Peleponnes Yarımadası’na ismini verecek ve Olimpiyat Oyunları kuracak olan “Pelops” isimli bir oğlu ile Manisa’da Ağlayan Kaya haline gelecek olan “Niobe” isimli, iki çocuğu vardı. Tanrıların sofrasına oturabilen tek insandı Tantalos… Tantalos, ne yazık ki, Olimpos Tanrıları’nın hışmına uğradı. Anadolu Tanrıçası Kıbele‘ye inandığı için Helen Tanrılarını küçük gören ve onların kudretlerini sınamaya kalkan Tantalos’a verilen ceza, dünyanın her köşesinde “Tantalos İşkencesi” diye anıldı.

Zeus’un Hışmı

 

Helen Efsaneleri, ilkçağlardan itibaren Tantalos’un kötülüğünü yaymıştır. Onun tanrılara ait kutsal şarabı çaldığını, tanrısal sırları insanlara ilettiğini ve en kötüsü oğlu Pelops’u kesip şölen düzenlediğini söylemişlerdir.

Anadolulu Homeros ise, “Odysseia” isimli destanında hemşehrisi Tantalos’un çektiği acıları çarpıcı bir üslupla anlatır. (Odysseia, 11 Böl, satır:582-593)

 Yamanlar Dağı’nın Bayraklıya uzanan yamaçlarından birinde, Frigya Kralı Tantalos’un mezarı bulunduğu bir çok batılı yazarlarca ele alınmıştır. İki yüz yıl önce bu mezar, Eski İzmir’den kalan en önemli kalıntılardan Akropolis’in güneyinde, Akropolis ile ova arasındaki yamaçtaydı.

Texier’in Çabası

 

Bu iki bilim adamını tüm çalışmaları, İzmir Valisi ve Asarıatika Muhipleri Cemiyeti Başkanı Kazım Dirik tarafından büyük bir özveri ile destsklendi. Bu çalışmalar 1934′te “Eski İzmir (Navluhon Tantalis)” ismiyle yayımlandı.

Prof. Dr. Ekrem Akurgal da yıllarca süren çalışmalarında Tantalos Mezarı’na değin birçok yayın hazırladı ve mezarın kaybolmaması için ısrarla yetkili kişi ve kurumları uyardı.

Nergis İle Yankı (Narkissos İle Ekho) Efsanesi

Kendine âşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte âşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda ‘eko’ dediğimiz yankılara dönüşür.

Olimpos dağında yaşayan tanrılar bu duruma çok kızar ve Narkissos’u cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine âşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür.

NERGİS İLE YANKI

Nergis dünyaya geldiğinde
Su perisi olan anası
Ona baktı da uzun uzun
Ya bu dünya güzeli çocuk
Göze gelirse diye meraklandı,
Dar attı kendini falcının yanına,
“Oğlumun ömrü uzun mu falcı baba?”

Falcı mavi saçlı periye dedi ki,
“Evet, ama hiç görmezse kendini..”

Delikanlı Nergis on altısında,
Sevgilisiydi herkesin.
Ama hiçbiri bu talihsizlerin
Sokulamamıştı yanına,
Çünkü döndüğünü bilmiyordu dünya,
Büyümez gibi büyüyordu bervak otu,
Kunduz bilmeden acıkıyordu,
Görmeden bakıyordu geyik.
Güzelliðini bilmeyen güzellik,
Issızdı görkemi içinde,
Nergis büyüsü içinde donuk donuktu.
Hani öğle saati amfitrit
Sallanarak derin sularda
Uyur ya ağýr, kibirli, alıngan,
Hani kayalık dağın doruğundan
Göz açıp kapayıncaya kadar
Yürek oynatırcasına iniverir ya
Uçurum telaşsız ve yaban,
Hani kaldırır başını orman dinler
Gülümseme nedir bilmeyen yavru şahin,
Hani papağanları ürkütür
Tavşanları kovalar yavru kaplan..

Bir gün kurduğu ağlara doğru
Sürerken ürkek geyikleri
Söze ilk başlamayı bilmeyen Yankı
Onu görüp vurulu verdi.
Ardına düþtü Nergis’in gizlice,
Tutup yalvarmak isterdi,
Yalvarýp sarmak isterdi,
Ama Yankı’ydı o, biri söylerse ancak
Ancak son sözleri yinelerdi.

Çevresinde bir şeyler sezinleyen Nergis
Dedi ki “Kim var yanımda benim?”
Yankı mutlu, ses verdi:
“Ben’im”

Nergis bakınıp dört yanına,
Kimsecikler görmedi, şaştı.
Çünkü görünmek için en uygun sözü bekleyen
Ormana saklanmıştı.

Aldandı Nergis kendi sesine
Bağırdı, “Gel birleşelim!”
Yankı ses verdi gene,
“Birleşelim!”

Ve sarılmak için özlediğine,
Çıktı ormandan.
Ama aldatıldığını anlayan Nergis
Onu korku ile itti.
“Çek beni kucaklamak isteyen ellerini
Ölürüm de sana öyle yar olurum.”
Yankı da son olarak dedi ki,
“Yar olurum.”
Ve ormanın içlerine çekildi.

O günden beri ıssız mağaralarda
Kendini yakıp bitiren Yankı
İşittirir sesini bütün çağıranlara,
Söylemek istediği içinde saklı,
“O da sevsin dilerim Tanrım,
Sevsin de kavuşmasın derim Tanrım”

Oralarda bir akarsu vardı.
Ne dağlarda otlamayı seven keçiler,
Ne çobanlar, ne bir sürü, ne bir kuş
Bozabilmişti duruluğunu bu suyun.
Hiç güneþ görmeyen bir kuyunun
Serinliği gibi serin, ne bir yaprak yüzer
Yüzünde, ne bir küçük titreyiş.

İşte av yorgunu Nergis
Uzandı bir gün içmek için bu suya
Görünce yüzünü birden bire suda
Başkası sandı kendini,
Başkası diye vuruldu kendine,
Kalakaldı güzelliğinin önünde.

Mermer bir yonuttu sanki yüzü,
Bir çizgisi bile oynamıyordu.
Nergis kendini kucaklamak istiyordu,
Seven de kendi, sevilen de.
Kaç kez kollarını boş yere
Suya daldırdı tutmak için bu başı,
Açlık da ne, yorgunluk da ne,
Hiçbir şey onu bu yerden ayıramadı.

Niye direniyorsun, söylesene,
Kaçıcı bir görüntü yakalamak için?
Sen dönünce yok olacak sevdiğin,
Seninle gelir, seninle gider gördüğün,
Sen kendinsin arkasından koþtuğun,
Niye direniyorsun, söylesene!

Büyülenmiş, kendini seyrederken öyle,
Suya damladı gözyaşları,
Bir bulanıklık oldu suyun yüzünde.
Silinip uzaklaşmaya başladı Nergis,
Sağlıcakla kal dedi ta derinden Nergis,
Düştü bitkin başı çiçekli çimenlere.

Nergis’in ölüsü bulunamadı,
Düştüğü suda şimdi safran rengi,
Beyaz bir çiçektir artık adı…

Melih Cevdet ANDAY

Boğa Gölü Efsanesi

Yöre: Artvin

Boğa Gölünün kenarında hayvanlarını otlatan bir adamın boğası böğürmüş. Göl içerisinden bu sesi işiten su boğası, gölün kıyısına çıkmış. Orada bulunan boğa ile güreşmişler. Su boğası öteki boğayı kaçırdıktan sonra yine göle girmiş. Kaçan boğanın sahibi, boğasının yenildiğine çok üzülmüş. Su boğasından öcünü almak çareler aramaya başlamış. Boğanın boynuzlarının ucuna polat boynuz takmak aklına gelmiş. Kendisi de demirci olduğu için boğasına uçları çok ince takma polat boynuzlar yapmış. Bir müddet de boğasını besledikten sonra hayvanları ile boğasını yine aynı göl kenarına götürmüş. Göl kenarına gelen boğanın böğürmesini duyan su boğası da böğürerek gölden dışarı çıkmış ve güreşmeye başlamışlar. Fakat polat boynuzlu boğanın ince uçlu takma boynuzları su boğasının kafasında muhtelif yaralar açmaya başlamış. Bu suretle yüzü-gözü kan içerisinde bulunan su boğası, aynı zamanda canı yandığından polat boynuzlu boğanın önünden kaçmak zorunda kalmış. Arkadan yetişen boğa, su boğasının butuna sapladığı boynuzları ile ağır bir yara daha açmış.Yaralı boğanın göle girmesi ile ondan akan kanlar, gölü kana bulamış.

Hâlen göl içerisinde kırmızı taş ve toprağın su yüzüne aksettirmiş olduğu yol şeklindeki bir kırmızılığı, boğanın suya girdiği yer ve ondan kalan kan lekelerinin izi olduğuna inanılmaktadır.

Yaralı su boğası, diğer boğa sahibine yapmış olduğu beddua karşısında bu ailenin perişanlık içerisinde kaldığı rivayet edilmektedir.

Karagöz ile Hacivat Efsanesi

Orhan Gazi babası Osman Bey’in anısına o dönem ki başkent Bursa’da büyük bir camii yaptırmaya karar vermiş. Emrindeki bütün mimarları çağırmış huzuruna. “Babam Osman Gazi’nin anısına güzel olduğu kadar görkemli bir camii yapılmasını istiyorum. En güzel projelerinizi yapın getirin bana.” demiş onlara. Kısa bir süre sonra bütün mimarlar en güzel projeleriyle Orhan Gazi’nin huzuruna gelirler. Bütün projeleri tek tek inceleyen Orhan Gazi içlerinden en beğendiğinin sahibi mimarı çağırtmış ve ona kusursuz bir işçilik istediğini söylemiş; “Yörenin en iyi ustaların bulacaksın ve en kaliteli malzemeleri kullanacaksın, hiçbir masraftan da kaçınmayacaksın” diye de belirtmiş. Mimarbaşı birkaç gün içerisinde ülkenin dört bir tarafından en iyi ustaları toplamayı, en kaliteli ve güzel malzemelerin getirtilmesini sağlamış ve sultanın huzuruna çıkmış. Mimarbaşı; “Padişahım” demiş, “Yörenin en iyi duvar, demir, ahşap ustalarıyla en becerikli hat sanatçıları ve nakkaşlarını topladım. İnşatta kullanılacak bütün malzemeler kılı kırk yararak seçildi. Biz hazırız, emir verirsen hemen başlamak isteriz bu kutlu işe” Mimarbaşı’nın anlattıklarından son derece memnun görünen Orhan Gazi, ” Mimarbaşı beni çok iyi dinle” demiş. “Söylediklerin güzel, hemen başlayabilirsiniz camiyi inşa etmeye ama aç kulaklarını dinle şimdi. Bil ki bu camii benim için çok önemli. Bu yüzden ,her kim ki inşaatın yavaşlamasına veya işlerin aksamasına sebep olursa o an kellesini vurdururum. Şimdi çıkın gidin başlayın camiyi yapmaya.”

İnşaat hemen başlamış tabii ki. Mimarbaşı Kambur Bali Çelebi’yi (Karagöz) demirci ustası, Halil Hacı İvaz’ı da (Hacıvat) duvar ustası olarak görevlendirmiş.

Bu iki ustayı da işlerini her ne pahasına olursa olsun aksatmamaları için de sıkı sıkı tembihlemiş. Karagöz, mektep okumamış ama inşaatlarda ustaların yanında çalışa çalışa iyice ustalaşmış artık işinin en iyisi olarak anılmaya başlamış cevahir birisiymiş. Tez canlılığı ve hazırcevaplığı yüzünden sürekli başını belaya sokan Karagöz, bu belalardan kıvrak zekasının marifetiyle kurtulmaya çalışırmış. Bu belalar artık onun içinden çıkamayacağı bir hal alınca da yardımına en yakın dostu Hacıvat koşarmış. Hacıvat ise bu yakın dostunun aksine, medrese de eğitim görmüş, her konuda bilgisi olan görgülü ve bilgili birisiymiş. Karagöz’le hemen her konuda sürtüşse de yine de en iyi dostuymuş Karagöz onun.Sultan’ın babası için yaptırdığı inşaat çalışmaları tüm hızıyla sürüyormuş. İşçiler, ustalar, mimarbaşı camiyi sultanlarının istediği şekilde ve zamanda hazır etmek için var güçleriyle çalışıyorlarmış. Mimarbaşı ve ustalar, didişmeleri bütün ülke tarafından bilinen Hacıvat ve Karagöz’ü de birbirlerinden ayrı tutmak için de uğraşıyorlarmış bir yandan. Bu duruma en çok kızanların başında da hiç şüphesiz can dostu Hacıvat’la didişemeyen Karagöz geliyormuş. Gözünü kestirdiği Hacıvat’a mimarbaşı’nın yanında sokulamayan Karagöz, mimarbaşı’nın malzeme almak için şehre gitmesini fırsat bilmiş ve yanına sokulmuş Hacıvat’ın. Hacıvat can dostunu yanında görünce sevinmiş ve ona dönmüş demiş ki;

- Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
- Şule levendim, turp dikenim hoş geldin diye karşılık vermiş Karagöz.

Hacıvat Karagöz’ün huyunu bildiği için kızmamış ve yine güleç yüzüyle konuşmuş;

- Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
- Kehlelendim, sirkelendim, boş geldim.
- Samur kaşlı, ok kirpikli hoş geldin
- Salak kaşlı, bok kirpikli boş geldim
- Yusuf-ı Beytül Hazenim hoş geldin
- Yasef’im, bitli avramım boş geldim
- Ahu gözlüm, inci dişlim hoş geldin
- Ayı gözlüm, kazma dişlim hoş geldin

Hacıvat ile Karagöz böyle birbirleriyle atışırlarken bütün diğer işçiler de başlarında toplanmış onların bu keyifli ve eğlenceli didişmelerini izleyip eğleniyorlarmış.İnşaattaki bütün işçi ve ustaların en büyük eğlencesi haline gelmişler zamanla. Artık ne zaman mimarbaşı inşaattan ayrılsa Hacıvat ve Karagöz birbirleriyle atışmaya başlar hale gelmişler. Diğer bütün çalışanlar da etraflarında toplanıp onları izlermiş. Onlar atıştıkça izleyiciler kendilerinden geçer ve bütün yorgunluklarını unuturlarmış. Günlerden bir gün Padişah babası için yaptırdığı caminin inşaatını kontrole gelmiş.Fakat inşaatın istediği hızda gitmediğini görünce keyfi kaçmış ve hemen mimarbaşını çağırtmış.

Mimarbaşı, padişahın caminin inşaatı konusundaki hassasiyetini bildiği için de korkmuş.

Padişaha demiş ki ” Sultanım nedendir bilmem ama ben malzeme almak, veya başka bir iş için inşaattan her ayrıldığımda işler yavaşlıyor. Bunun sebebini en yakın zamanda öğrenip gereken tedbirleri alacağım.

“Orhan Gazi sinirlenmiş ama yine de sorunun sebebini öğrenip, çözmesi için mimarbaşının istediği süreyi vermiş ona. Mimarbaşı bir gün yine “ben malzeme almaya gidiyorum” deyip inşaattan ayrılmış ama hemen yakında bir tümseğin ardına gizlenip işçileri izlemeye başlamış. Bir de bakmış ki kendisinin ayrılmasını fırsat bilen Hacıvat ve Karagöz atışmaya başlamışlar ve bütün çalışanlar da onların bu atışmalarını izlemek için etraflarında toplanmış. Mimarbaşı hemen soluğu Orhan Gazi’nin sarayında almış ve padişahın huzuruna çıkmış. Padişaha olup bitenleri ve inşaatın yavaşlamasının sebeplerini anlatmış. Bunu duyan Orhan Gazi çok sinirlenmiş ve derhal bu iki işçinin asılmasını emretmiş.”Onlar asılsın ki bu diğer bütün işçilere ders olsun” demiş. Padişahın emri derhal yerine getirilmiş ve Hacıvat ve Karagöz çalıştıkları inşaattan apar topar alınarak asılmışlar hemencecik. Padişahın bu kararı inşaatta olduğu kadar bütün şehirde de büyük bir üzüntüyle karşılanmış. İnsanlar merhametli, şefkatli, halkı ve ulemayı seven padişahlarının böyle bir şey yapmasına çok üzülmüş ve her taraftan bu hoşnutsuzluklarını hissettirmişler padişaha.

Orhan Gazi de kısa bir süre sonra hatasını anlayıp vicdan azabı duymaya ve yaptığı bu yanlışa üzülmeye başlamış.

Padişahın bu üzüntüsünü gören Şeyh Kuşteri adındaki uleması sultanının üzüntüsünü hafifletmek için kendince bir yol bulmuş o anda. Başındaki beyaz sarığını çözen Şeyh Kuşteri sarığını açarak mum ışığının önünde germiş. Ayağından çıkardığı çarıklarını da kukla gibi kullanarak sarığın arkasında Hacıvat ve Karagöz’ün atışmalarını taklit etmeye başlamış:

Hacıvat: Hasretinle beni koyup gidenin, hoş geldin.
Karagöz: Hasta iken turşu suyu içenim, boş geldin
Hacıvat: Gel Kargöz, gidelim Göksu’ya yiyelim dolma.
Karagöz: Sümüklü burnumu ye de, namerde muhtaç olma.

 

Bellerophontes Efsanesi

Hipponoes “tanrıların öğünerek yarattıkları” bir erkek güzelidir. Ormanda avlanırken, kazara kardeşi Belleros’u öldürdüğü için kendisine “Belleros’u yiyen “anlamına gelen Bellerephontes  adı verilmiştir. Kardeşini öldürdüğü için ülkesini terkeden Bellerophontes, Tipins kralı Proitos’a sığınır. Kralın karısı Bellerophontes’e aşık olur. Ancak Bellerophontes onunla ilişki kurmayı kabul etmeyince Kraliçe:”Öl ey Proitos ya da gebert Bellerophontes’i. O ki gönlüm olmadan beni aşkı ile sarmak istedi.” diyerek, Bellerophontes’e  iftira eder. Ancak Porites kenidne sığınan birini öldürmekten kaçınır ve onu, içinde “Bu mektubu getiren şahsı bu dünyadan kopar. O ki karıma yani senin kızına tecavüz etmek istedi.” yazılı olan bir mektupla kayınpederi olan Likya kralı İobates’e yollar. Ancak İobates  mektubu, Bellerophontes ‘i dokuz gün ağırladıktan sonra okur ve konuğunu kendisi öldürmek istemez. Ona ölümüne yol açacak bir görev vererek, başı aslan, vücudu keçi, kuyruğu yılan olan ve ağzından durmadan alevler saçan Chimera adlı canavarı öldürmesini ister.

Bellerophontes bu  işi başarabilmek için tanrıların yardımını ister. Kahin Polyeidos ona uçan at Pfesos’u yakalayıp ehlilleştirmesini öğüt verir. Tanrıça Athena’dan da bu ata binmesini sağlayacak gemi alır. Böylece kanatlı atı Pfesos ile Bellerophontes, Chimera’nın alevinden uçarak kaçabilir ve bu sayede canavarı yener. Mızrağı ile havadan canavarın üzerine öyle bir iner ki mızrağı yiyen Chimera yerin yedi kat dibine gömülür, yalnız alevden dili yeryüzünün dışına çıkabilir.

Bellerophontes ‘in öyküsü sürer. Canavarı yenince İobates ona başka güçlü rakipler bulur. Bölgenin en savaşçı kavimlerinden olan Termessoslu Solymler’in daha sonra da Amazonlar’ın üzerine gönderir. Bellerophontes bu iki savaşı da kazanarak güçlenir. Bunun üzerine İobates, Bellerophontes ‘a karşı kendi askerlerini gönderir. Bellerophontes Lİkya ovasındaki bu savaşı da kazanır. Daha sonra Bellerophontes’a kızının iftira ettiğini öğrenir ve kızını ona verip ülke yönetimini onunla paylaşır.

Ancak Bellerophontes başarılarına dayanarak ölümsüzlerin arasında yer almak için kanatlı atı ile tanrılar dağı olan Olympos dağına ulaşmaya çalışır. Zeus bir at sineği yollayarak Pfesos’u ürkütüp Bellerophontes ‘i atından düşürür. At gökyüzünde kalarak bir burç haline gelir. Bellerophontes yeryüzüne düşer, sakatlanarak eski saygınlığını da yitirir.

 

Kız Kulesi Efsanesi

Kız Kulesi, Boğaz girişindeki kayalık üzerine kurulmuş küçük, şirin bir kuledir. İstanbul’un sembollerinden birisidir. Tarih içinde gözetleme kulesi, deniz feneri olarak kullanılmış, Boğaz girişini belirten bir mihenk noktasıdır. Geçen yy.daki görüntüsünü koruyan kule turizme tahsis edilmiş lokanta ve seyir balkonu ile servis vermektedir. Suların, karasevdanın ve söylencelerin gizemini taşıyan Kız Kulesi, istanbul’un en romantik ve gizemli mekanlarından biri. Alımlı, sevdalı ve denizin ortasında bir başına, yapayalnız… Kendi kendine yeten bir tarihe sahip olan mekan, yüzyıllardır anlatılan efsaneleriyle de bir ilgi odağı. Kızkulesi ile ilgili anlatılan ilk hikaye; Ovidius’un kaydettiği bir aşk hikayesi. Zamanında Üsküdar sırtlarında Tarnıça Afrodit adına bir tapınak vardır. Hero’da genç kızların görev yaptığı bu tapınağın rahibelerindendir.

Kulede kumrulara bakmakla görevlidir. Aşka yasaklıdır. Her ilkbaharda doğanın uyanışı adına tapınak çevresinde törenler yapılır, çevre şehirlerden insanlar akın akın tapınağın çevresine gelir, yenilir içilir, aşkı bulamayanlar Afrodit’e aşkı yaşayabilmek için yakarırlar. Boğazın karşı kıyısında oturan Leandros’ta bu törene katılmak için tapınağa geldiğinde Hero’yla karşılaşır. Birbirine aşık olan iki genç, Leandros’un gece kuleye gelmesi ile aşklarını kutsarlar. Kızkulesi her gece iki gencin gizli aşkına tanıklık eder. Leandros’un yüzerek kuleye geldiği fırtınalı bir günde kıskanç bir rahip feneri söndürür. Karanlıkta yolunu kaybeden Leandros boğazın sularına gömülür. Sevgilisinin öldüğünü gören Hero da kendini Kızkulesi’nden Boğazın sularına bırakır.

Kuleyle ilgili söylencelerden biri de Kleopatra’nın sonuna benzer bir sonun anlatıldığı yılan hikayesidir. Kehanete göre kralın birine, çok sevdiği kızı onsekiz yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak öleceği söylenir. Bunun üzerine kral denizin ortasındaki bu kuleyi onararak kızını buraya yerleştirir. Kaderin kaçınılmazlığını kanıtlarcasına, kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan bir yılan, prensesi zehirler. Kral, kızına demirden bir tabut yaptırarak Ayasofya’nın giriş kapısının üstüne yerleştirir. Bugün bu tabutun üstünde iki delik vardır. Yılanın ölümünden sonra da onu rahat bırakmadığına dair hikayeler anlatılır.

Ulubat Gölü Efsanesi

Efsaneye göre, Marmara Denizi’nin güneyinde bulunan Odryses Çayı, Bandırma’dan denize dökülürmüş. Bugünkü Ulubat Gölü’nün olduğu yerde Apollonia Krallığı, Odryses Çayı’nın bulunduğu yerde de Melde Krallığı kuruluymuş. Melde Kralı, Apollonia kralının kızını oğluna istemiş. Ancak kız, bu izdivaca gönlü olmadığı için prensle evlenmemiş. Apollonia Kralı da kızını korumak için, bir tepe üzerinde saray yaptırarak kızını buraya saklamış. Bunun üzerine çileden çıkan Melde Kralı, oğluna istediği kızı alamamaktan dolayı kırılan onurunu onarmak için intikam alma yoluna gitmiş ve Odryses Çayı’nın yolunu değiştirip Apollonia kentinin bulunduğu topraklara akmasını sağlamış. Böylece tüm Apollonia toprakları sular altında kalırken prensesin bulundugu sarayın çevresi sularla çevrili birer ada olarak kalmış. İşte efsaneye göre Ulubat Gölü de böyle oluşmuş.

Lületaşı Efsanesi

Efsaneye göre lületaşını ilk bulan ve bu taşın yer altı yolunu ilk ortaya çıkarının bir köstebek olduğu söylenir. Anlatılan efsane şöyledir:

Bir gün genç bir çoban bölgenin Karatepe yöresindeki köylerine gitmektedir.Genç çoban yorgun düşer, acıkır, oturur, azığını çıkarıp yemeğini yemeye başlar. O sırada, topraktaki bir delikten bir canlının ak taş toprakları yüzeye çıkarmaya çalıştığını görür. Çoban bunlardan birine eline alır ve çakısıyla yontmaya başlar. İlk çakı darbesiyle taş birdenbire ayın on dördü gibi güzel bir kız oluverir. Kız dile gelir ve “Ah insanoğlu bana kıymasaydın!” diye bağırarak köstebeğin açtığı delikten içeri girip kaybolur. Delikanlı da kızın ardından başlar deliği eşelemeye. Günler geçer delikanlıdan haber alınamaz. Delikanlıyı arayan köylüler yerin yedi kat altında bu daracık kuyuda boğulmuş olarak bulurlar. Elinde sıkı sıkı tuttuğu ak taşları ile birlikte avuçlarında sımsıkı tuttuğu bir parça lületaşı vardır. O günden beri her lületaşı parçasında, çobanın ölümüne sürüklendiği sevdanın izlerini görmüş köylüler.

Karun Efsanesi

Antik Çağ’da Anadolu’nun batısında yer alan güneyi Karia kuzeyi Mysia doğusu Frigya batısı Ionia ve Aiolia bölgeleri ile çevrili alana Lidya denmektedir. Ünlü tarihçi Heredot’a göre üç sülalenin yönettiği Lidya’nın son sülalesi Meermnandlar 141 yıl egemen olmuş Lidya’nın bölgede siyasal ve ekonomik yönden önemli ülke olmasını sağlamışlardır. Saray entrikaları ile 2. sülale Heraklidlerden krallığı ele geçiren 3. sülale Mermenandlar Kral Gyges ile başlar. Ardys Sadyattes Alyattes ile devam edip Kroisos yani Karun ile son bulur. Milattan önce 7. yy’ın ilk yarısında Gygesil’e başlayan Lidya İmparatorluğu parayı icat ederek insanlık tarihinde önemli buluşlardan birini gerçekleştirmişlerdir. Bu buluş ilk çağ dünyasının ekonomik gelişimini bir olay olmuştur. Lidya’nın ilkçağ dünyasının en zengin ülkesi olmasının bir nedeni Tmolos dağlarından çıkan ve Hermos Nehrine karışan başkent Sardes’ten geçen Paktalos deresinin alüvyonları içindeki altındır. Buradan çıkarılan altın Lidya’nın kaderini belirlemiştir. 3. sülalenin son kralı Kroisos babası Alyattes’in ölümünden sonra M.Ö. 560’ta tahta geçmiş ve akıl almaz zenginliği sayesinde “Karun kadar zengin” deyimiyle günümüze kadar taşımıştır.

İlk çağda çok zengin kişileri Kroisos gibi zengin denilmiştir; Bu zenginlik doğu dünyasını da etkilemiş Karun gibi zengin deyimiyle Kroisosun zenginlikleri kastedilmiştir. Kroisos çağında Lydia krallığının başkenti Sardes zenginliğinin etkinliğini ve kültürel gelişimin doruğuna ulaşmıştır. Siyasal alandaki uyum sanat olaylarını da etkilemiş Kroisos’un destek ve isteğiyle sanat alanında büyük eserler oluşturulmuş böylece İslamiyet öncesi 6. yüzyılın ortasında Lydia ve sardes Arkaik Doğu Yunan sanatının merkezi haline gelmiştir. Anadolu’nun verimli topraklarını ticaret ve sanat merkezi olan diğer kentlerine krallığına bağlayan Kroisous bunlardan elde ettiği zenginliklerle çok parıltılı bir yaşam sürmeye başlamış her yönden Sardes’e koşan bilginleri iyiliklere boğarak o zamanki uygar dünyada kenine büyük bir ün kazandırmış Kroisous döneminde Lydia devleti İslamiyet öncesi 5. yüzyılda oyun yazarı Anskhylos’un deyimiyle altın Sardes ya da altın yatağı Savdus zenginliğinin ve kültürel gelişiminin doruğuna ulaştı; başkentin bu göz kamaştıran görkem ve zenginliğini büyük merak konusu giderek bir Lydia hayranlığının oluşmasına neden oldu; Örneğin Lydia’da üretilen parfüm ve kremler o zamanki dünyanın en çok aranan malları durumuna geldi. Lydia’ya karşı duyulan hayranlık özellikle Yunan dünyasında Lydia kremi ve süs eşyalarının da dışına taştı; Söz gelimi Atina’nın ünlü siyah figürlü vazo ressamlarından birinin Lydia’lı ismini taşımış olması bu ilginin coşkunluğunu dile getirir.

Pamukkale Efsanesi

Çok çok eskiden Çökelez Dağı eteklerinde yaşayan, fakir oduncu bir aile varmış. Bu ailenin kızı, o kadar çirkinmiş ki erkek çocuk anneleri onu görünce yollarını değiştiriyormuş. Fakirliği, genç kızın umurunda bile değilmiş ama çirkinliği canına tak etmiş. Çökelez Dağının eteklerinden kendini boşluğa bırakmış. Su ve tortu dolu havuza hızla düşmüş. Burada uzun süre suların içinde baygın kalmış. O esnada bu su o çirkin kızı güzelliğe boğmuş. Oradan geçmekte olan Denizli Beyinin oğlu, kanlar içinde güzel kızı görmüş. Oduncu kızı atına alıp evine götürmüş. Kız iyileşmiş ve evlenmişler. O günden sonra kadınlar güzelleşmek için bu ılıcaları ziyaret etmeye başlamış. O gün bu gündür güzelleşmek isteyen tüm kadınlar bu suyun içine atarlar kendilerini.

Asena (Dişi Kurt) Efsanesi

Asena Türk mitolojisinde önemli bir rol oyniyan efsanevi bir dişi kurttur. Eski Türklerin en mühim hükümdarlarının mensub olduğu Aşina, Zena, Asen veya Şunnu adı verilen sülale, efsaneye göre bu dişi kurt’dan türemiştir.

Dişi kurt (asena) Efsanesinin, buluntulara göre en eski şekli (MÖ.330) Antik Çin kaynaklarından, Tü’küe halkının türeyişini anlatan Asena efsanesinin farklı şekillerine rastlanılır. Bulunan en eski şekli şöyledir:

Tü-küe „Tü-küe kavimi Hiung-nu’ların bir koluydu. Hükümdar soyunun isimi A-Se-Na idi. Kendilerince ayrı bir ordu kurmuş, ama sonradan komşu bir kavim tarafından yenilgiye uğramışlardı. On yaşında bir çocuğun haricinde bütün kavimleri katliama kurban gitmişti. Düşman askerlerinin hiçbirisi bu çocuğu öldürmeye cesaret edememişti. Çocuğun ayaklarını kesip, onu bir bataklığa attılar. Orada bir dişi kurt vardı, çocuğu et ile besledi. Böylece çocuk zamanla büyüdü ve dişi kurt ile çiftleşti. Kurt derhal gebe kaldı. Düşmanların kralı, çocuğun hala yaşadığını öğrendi ve öldürtmek için tekrar adamlarını gönderdi. Adamlar çocuğun yanındaki dişi kurt’u öldürmek istemediler. Dişi Kurt derhal “Kao Çang”‘ın (Turfan)’ın Kuzeybatısında bulunan bir dağın üstündeki mağaraya kaçti. Mağaranın içinde bir kaç yüz “li” genişliğinde, uzun otlarla kaplı ve etrafı dağlarla kapalı bir ova vardı. Dağın içine kaçan dişi kurt, bu yerde on oğlan çocuk doğurdu. Çocuklar büyüyünce dışarıdan kadınlar aldılar. Bu kadınlar hamile oldu. Çocukların hepsi ayrı bir soy adı aldı. Birisinin soy adı A-Se-Na oldu.“ Bunun yanında efsanenin başka şekilleride bulunmuştur. Ayrıca daha geç zamanlardan kalan, sonradan geliştirilmiş daha detaylı ya da daha kısa olan şekilleride vardır.

Türkiye’de tanınan şekli: Bozkurt Destanı Türklerin ilk ataları Batı Denizi’nin batı kıyısında otururlardı. Türkler Lin adlı bir ülkenin ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman çerileri bütün türkleri erkek-kadın, küçük büyük demeden öldürdüler.10 yaşlarında bir oğlan sağ kaldı geriye. Dişi bozkurt çıktı ve çocuğu dişleriyle ensesinden kavrayarak kaçırdı. Altay Dağlarında izi bulunmaz, ıssız ve her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir mağaraya götürdü. Mağaranın içinde büyük bir ova vardı. Ova, baştan ayağa ot ve çayırlarla kaplıydı. Dört bir yanı sarp dağlarla çevrili idi. Bozkurt burada cocuğun yaralarını yalayıp tımar etti, iyileştirdi. Onu sütüyle, avladığı hayvanların etiyle besledi, büyüttü. Sonunda çocuk büyüdü, ergenlik çağına girdi ve bozkurt ile yaşayan son Türk eri evlendiler. Bu evlilikten 10 çocuk doğdu. Çocuklar büyüdüler; dışarıdan kızlarla evlenerek ürediler. Türkler çoğaldılar ve çevreye yayıldılar, ordular kurup Lin ülkesine saldırdılar ve atalarının öcünü aldılar. Yeni bir devlet kurdular, dört bir yana yeniden egemen oldular. Türk kağanları atalarının anısına otağlarının önünde hep kurt başlı sancak dalgalandırdılar. Bu efsanenin son bölümü Ergenekon Destanı’dır.

Ferhat ile Şirin Efsanesi

Yöre: Amasya

Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş, sevenlerin anısına, ama iki mezar arasında bir de kara çalı çıkarmış. iki sevgiliyi, iki gülü ayırmak için

Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir Ferhat. Sultan; Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “Şehir’e suyu getir, Şirin’i vereyim.” der. Der demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir.

Ferhat’ın gönlündeki Şirin aşkı, bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

Mehmene Bânu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat’a. Su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi, cadıyı korkutur korkutmasına da, acı acı güler sonra da. “Ne vurursan kayalara böyle hırsla, Şirin’in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der. Ferhat, bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır.” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat’ın başı döner, dünyası yıkılmıştır zaten “ŞİRİN!” seslenişleri yankılanır kayalarda.

Ferhat’ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat’ın yanına.

Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler, fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.

ETANA Efsanesi

Etana ve Tanrıça Utu efsanesi’nin kaynağı Türklerin ön ataları Sümerlerin göç ettigi Karakum medeniyeti ürünüdür. Karakum, acı köy kalıntılarında 40 bin sene öncesinden kalma Tanrıça Utu ve Etana’nın pişmiş topraktan yapılmış Heykelcikleri bulunmuştur. Karakum’da keşfedilen şehirler en az beşbin yıl öncesinden kurulmuş, yarımın, sanatın ve ticaretin yapıldığı bronz çağında olmasına rağmen antik Yunan medeniyetine eşdeğer gelişmiş bir medeniyettir.

Yazıyı ilk kesfeden Sümerler, silindir damgalarda anlattıklari hikayelerini tarihi belge niteliğindeki yazıtlarında yazılı olarakta anlatmışlardır.

Silindir damgalarda Tanrıça Utu ve insanlığın ilk kağani Etana Hikayesinin öncesi ve sonrası ;

Bir zamanlar hayat ağacında yılanla kartal barış içinde yaşamaktaydılar. Bir gün kartalın beyninde kötü düşünceler oluşur. Kartal yavrularıyla beraber yılananın yumurtalarını yer. Yılan intikam almak için Tanrıça Utu’dan yardım ister, Tanrıça Utu yılana bir hayvan leşinin içine gizlenmesini ve kartalı tuzağa düşürmesini tavsiye eder. Yılan bir leşin içine gizlenir, leşi yemeye gelen kartalı tuzağa düşürür ve intikamını alır, uçamayacak duruma gelen yaralı kartalı bir çukurun içine atar.

Etana’nın çocuğu olmaz, neslini devam ettirmek ister. Çocuk olmasını sağlayan bitki Tanrıça Utu’dadır. Etana Kartaldan yardım ister ve pazarlık yapar söyle der ” Beni Tanrıça Utu’nun huzuruna çıkarırsan bende senin yaralarını iyileştiririm ” der. Kartal Etananın önerisini kabul eder. Uzun zaman yolculuk yaparlar, çok yükseklere çıkarlar dünya görünmez olur, seyahatin sonunda Utu’ya ulaşırlar. Etana Tanrıça Utu’nun huzuruna çıkar, sorununu anlatır. Etena’yı dinleyen Utu Etena’ya Hayat suyu dolu bir kadeh verir. Böylelikle Etana neslini devam ettirir ve insanlığın ilk kağanı olur. Anaerkil toplumdan Etana ile Babaerkil bir yapıya doğru evrilme bu şekilde olmuştur. Etana’nın çocukları Etana gibi babadan oğula geçen hükümdar, yönetici , din bilgini Kağanlar olarak Tanrıça Utu’un temsilcileri olurlar. Bu olaydan donra Dünyada Kadın yöneticilerin yerini Erkekler almaya başlamiştır. ( Türk Peygamberde denilen Etana ve Tanrıça Utu hikâyesinin özetidir)

Bosporus Efsanesi (İstanbul Boğazı)

İstanbul Boğazı ya da antik çağdaki adıyla Bosporus için en önemli mitolojik efsane, bizzat Bosporus adıyla ilgilidir. Bu efsaneye göre Baş Tanrı olan Zeus, Argos kenti kralı Inakhosun mavi gözlü kızı Ioya aşık olur. Io ile buluşmak için, Olympos dağındaki sarayından aşağıya iner. Ancak, Zeus ne kadar çapkınsa, karısı Hera da o ölçüde kıskançtır. Bu ilişkiyi fark eder ve o da kıskançlık ateşiyle Olymposdan inerek Zeusun peşine düşer. Ancak Zeus karısının kendisini aramak üzere yeryüzüne indiğini anlar ve Ioyu ondan gizlemek için, ineğe dönüştürür. Ancak, inek o kadar güzeldir ki, Hera, ona hayran olur ve şüphelenir. Zeusdan ineği ister. Zeus, onun büsbütün şüphelenmesini engellemek için, ineği verir. Hera, ineği alır ve Argusu onun başına bekçi koyar. Argus adlı çobanın özelliği, hiç uyumamasıdır. Arkasında bile gözü vardır ve ineği arkasında iken bile görür. Çünkü kafasında çelenk gibi dizilmiş gözleri vardır. Güneş battığı zaman bu gözlerden bazılarını kapayıp, onlarla uyumaktadır. Gündüzleri ineği çayırda otlatıp, geceleri de tamamen kapalı bir ahıra koyup, kapısında nöbet bekler. Ancak Zeus, her ne kadar ineği kendi vermiş olsa da, zavallı Ionun çektiklerine dayanamaz. Oğlu ve habercisi Hermesi çağırarak ona inek haline sokmuş olduğu Ioyu kurtarması buyruğunu verir.

Hermes, yüz gözlü çoban Argusun elinden Ioyu kurtarmak için bir plan yapar. Yüz gözlü Argusu uyutmak için uyku tanrısı Hypnosdan yardım istemeyi düşünür. Hypnos, güneş ışıklarının girmediği, karanlık loş bir sarayda sessizlik içinde oturmaktadır. Yatağının üzerinde haşhaş çiçekleri bulunmaktadır. Haberci tanrı Hermes, ayağına tezdir, hızla ve sessizce saraydan içeri süzülerek, Hypnosdan çiçeklerden vermesini ister. Hypnos, müthiş devleri bile uyutmaya yeteceğini söyleyerek, çiçeklerden bir avuç verir. Hermes, sevinçle saraydan çıkar ve ayaklarına kanatlarını takarak hızla Argusun yakınlarına gelir, burada çoban kılığına girerek koyunlarını otlatmaya başlar. Argusun yanına yaklaştığında ise haşhaş çiçeklerini kavalına doldurarak ona doğru üflemeye başlar. Argus, kaval sesi ve kokunun etkisiyle uyur.

Io korkunç bekçi Argusdan kurtulur kurtulmasına ama, Hera yine de onun peşini bırakmaz. İneğe büyük bir sinek musallat eder ve sinek Ioyu sürekli ısırır. Canı yanan hayvan da can havliyle kaçar. Önce Yunanistanın batı kısmında bulunan denize doğru koşar, bu denize verilen Ion denizi adı işte buradan gelir. Daha sonra Trakyaya geçer. Bosporus dan Asyaya atlar. Bosporus adını buradan alır ki sığır geçidi demektir.

Ioya ne olduğunu sorarsanız, Anadolu yaylalarında durmadan koşar, Finikeye varır. Buradan Mısıra geçer. Zeus, Ioyu Nil Nehri kıyılarında yakalar, burada ona musallat olan sineği yok ederek onu yeniden mavi gözlü bir kıza yani eski haline dönüştürür.

Mitolojik öykü burada da bitmez; Ionun Keroessa adlı bir kız çocuğu olur. Keroessanın oğlu olan Megarakı Byzas, daha sonra şehri kurduğunda Haliçe annesinin adından esinlenerek Keroessa yani Altın Boynuz adını koyar.

Truva Atı Efsanesi

Truva Atı efsanesi, dünya efsanelerinin en etkileyicilerinden biri. Çanakkale Boğazı’nın Ege Denizi’ne açıldığı noktadan 6 km kadar içerdeki Hisarlık’da höyük tipinde bir yerleşme olan Troya, M.Ö 3. ve 2. bin yıllarda canlı bir kültür kenti, yerleşik tarım topluluklarını yöneten bir krallığın merkezi. M.Ö 13. yüzyılın sonlarına doğru büyük bir yangın geçirmiş. Bu yangının ünlü Troya Savaşının sonunda çıktığı düşünülmekte. Bölgeye sırasıyla Persler, Büyük İskender, Selevkoslar, Pergamon Krallığı ve Romalılar egemen olmuş. Kazılar sonucunda Troya’da üst üste kurulmuş, yedi ayrı kültürü temsil eden 4 mimari katın oluşturduğu 9 yerleşme saptanmış.

Hediye Atın Öyküsü

Mitolojiye göre Deniz Tanrıçası Thetis çok ama çok güzel bir tanrıçadır. Bir inanışa göre kahinler Thetis’in doğuracağı erkek çocuğun babasından daha akıllı ve güçlü olacağını söylerler.

Bu sebepten Tanrıların Kralı Zeus ve Deniz Tanrısı Poseidon, Aikos’un oğlu Teselya Kralı Peleus ile evlendirmeye karar verirler. Olimpos Dağı’nda büyük bir şölen kurulur. Bütün tanrı ve tanrıçalar bu şölende eğlenirler. Yalnız Nifak Tanrıçası Erins bu görkemli törene davet edilmeye unutulmuştur. Öfkelenen Erins, üzerinde “Tanrıçaların en güzeline” yazılı altın elmayı şölen masasının üzerine gizlice bırakır. Şölen bir anda karışır. Bu, yıllarca sürecek olan Troya savaşlarının başlamasına sebep olarak gösterilir. Tanrıların Kralı Zeus olaya müdahale etme ihtiyacı duyar ve Gök Tanrıçası Hera, Zeka Tanrıçası Athena ve Aşk Tanrıçası Afrodit arasından bu seçimin yapılmasını olaylardan haberi olmayan çoban Paris’e bırakır. Her şeyden habersiz sürülerini otlatan Paris’in karşısına çıkan bu üç güzel Tanrıça elmayı, en güzel kadını seçmesi için Paris’e teslim ederler. Paris için bu çok zor bir seçimdir. Paris’i etkilemek için tanrıçalar, tarihte ilk kez karşılaşılan rüşvet olayını teklif ederler. Gök Tanrıçası Hera, Paris’e kendisini seçtiği takdirde Asya’nın en güçlü krallığını vaat eder. Zeka Tanrıçası Athena, bilgelilik, Aşk Tanrısı Afrodit ise, dünyanın en güzel kadınını vaat eder ve Paris dünyanın en güzel kadınına sahip olmak için elmayı Afrodit’e verir. Diğer tanrılar Paris’e çok kızmışlardır ve ondan öç almaya yemin ederler. Aradan günler geçer. Paris, Sparta Kralı Menelaus’un genç karısı güzel Helen’e aşık olur ve aşk tanrıçası Afrodit’in yardımlarıyla Helen’i Truva’ya kaçırır. Bunun üzerine Kral Menelaus’un kardeşi Agamennon Truva’ya saldırır ve Truva savaşları başlar. Nifak Tanrıçası Erins’in saçtığı nifak tohumları yeşermiş ve Akalarla Troyalılar karşı karşıya gelmişlerdir. Tarihin en kanlı savaşları cereyan etmiştir. Yıllarca süren bu savaşlar sonucunda Akalılar, Troyalıları savaş hilesi yapmadan yenmenin mümkün olamayacağını düşünerek bir tahta at içine en kahraman savaşçılarını saklayıp Troya surlarının önüne bırakırlar. Akaların kaçtığına inanan Troyalılar tahta atı içeriye alarak eğlenmeye başlarlar. Erken gelen bu zafer sarhoşluğu içinde tahta atın içinden çıkan savaşçılar Troyalıları gafil avlar ve Troya kapıları Aka savaşçılarına açılır. Sonuçta Troya Akalılarca işgal edilir. Kralı ve oğlu öldürülür. Hera ve Athena ettikleri yemini yerine getirirler. Kral Menelaus da karısı Helen’e yeniden kavuşur.

Dım Dım Kalesi Efsanesi

Hakkari’de İran’ın kuzeyinde günümüzde ayakta olduğu söylenen Dım Dım kalesi ile ilgili olarak anlatılan bir söylence şöyledir. İran’ın kuzeyinde yaşayan Han Avden adlı Şahın Hakkarili bir kahyası vardır. Şah becerikli ve dürüst kahyasını çok sevmektedir. Bir gün kırk kişilik bir haydut çetesi, Şah’ın çiftliğini basar, talan etmek ister. Kahya çetedekilerin otuzunu öldürür, ama bir saldırganın kılıç vuruşuyla sol eli kopar. Şah altın bir el yaptırarak onu ödüllendirir. Günlerden bir gün çiftliği dolaşmaya çıkan kahya, çobanın yanına varır. Öyle yorulmuştur ki, sunulan taze sütü içemeden uyuya kalır. Kavalı süt çanağının üzerine koymuştur. Rüyasında ak bir deniz üzerinden geçerek define bulduğunu görür. Uyandığı sırada sarı bir sinek kavalın içinden geçerek korudaki mağaraya girmektedir. Düşünü hatırlayıp o da mağaraya girer. Büyük bir define bulur. Mağaranın ağzını örtüp Şah’a varır haber verir. Kendisine bir manda derisi kadar toprak bağışlanmasını ister. Dileği kabul edilir o da bir manda derisini ince ince kıyarak bir yumak oluşturur. Mağaranın bulunduğu alanı bununla çevirir. Çevirdiği yerler kendisinin olmuştur. Defineyi çıkarıp mağaranın olduğu yere büyük bir kale yaptırır. Artık Altın Elli Han diye anılır ve kaleye de Dım Dım Kalesi denir.

Anavarza Efsanesi

Yöre: Adana

Çukurova’nın kuzeydoğusunda, Savrun suyunun Ceyhan Irmağı’na kavuştuğu yerin yakınında bir kale vardır. Adına “ Anavarza Kalesi” derler. Ceyhan’dan Kadirli’ye giderken, Anavarza Kalesi sağda, ovadan bitercesine birden bire yükselir. Kale yalçın bir kaya üzerindedir. Şehir kalenin eteklerine kurulmuştur. Bugün şehir ve kale kalıntısı halen ayakta durmaktadır. Bu tarihi kalıntının güzel bir efsanesi vardır.

Vaktiyle Anavarza, yiğit insanların ve güzel kızların yaşadığı büyük bir şehirmiş. Kent ve kale, dıştan gelecek tehlikeye karşı koyabilecek durumdaymış. O zamanlarda şehirde yaşayan taş ustaları, taştan oymalarla evleri ve meydanları süsler, insana şaşkınlık verecek, hayranlık duyulası eserler yaratırlarmış.“Kral babam, bundan kolay bir şey yok! Dersen ki onlara, ‘ben kızım veririm, veririm ama, bir şartım var. Anavarza’nın suyu az. Buraya bol suyu önce kim getirirse, onun oğluna kızımı veririm…’ Onlara öyle söyleyin siz. Gerisine karışmayın.”

“Bak işte bunu hiç düşünmemiştim. O zaman savaşsız çözeriz bu işi” demiş kral. “Elbette babacığım. Halkımız rahat, huzur içinde yaşıyor. Onların benim yüzümden acılara katlanmalarını, ölmelerini istemem hiç.” demiş kızı.

Gündüzleri, halk kentten çıkar, tarlada-bayırda işini görür, akşam olduğunda ise kente geri dönermiş. Kentin dışı, derin hendeklerle ve yüksek duvarlarla çevriliymiş. Kentin kapısındaki asma köprüden başka içeri girebilecek hiçbir yer yokmuş.

Halk, bu güzel kentte huzur içinde yaşarmış. Akşamları her ev, kahkahayla dolarmış, ağıtlar şarkı diye söylenirmiş. Halk mutluymuş, günler böyle gelir geçermiş.

Anavarza Kralı’nın, gökyüzünde parıldayan Ay’a; “Sen doğma, ben doğayım.” diyen dünya güzeli bir kızı varmış. Bu kız, akıllı mı akıllı, güzel mi güzelmiş. Gel gör ki, günlerden birgün, bu kız yüzünden kentin huzuru kaçmış, kralın o gülen yüzü kızarmış, kaşları çatılmış.

Birgün Sis Kralı’nın elçisi, Anavarza Kralı’na gelmiş ve “Ulu Sis Kralı adına, yüce Anavarza Kral’ına saygılarımı sunarım.” demiş. Kral, “Söyle bakalım, ne diler kralın bizden?” deyince de elçi:
- Kralım kızınızı oğluna ister, demiş.
- Yaa, öyle mi?
- Evet yüce kralım.
- Ya istediğini kabul etmezsem?
- Ulu kralım bunu da düşünmüştür. Kızınızı oğluna vermezseniz, krallığınıza savaş açacağını bildirmekle de görevli bulunuyorum.
- Savaş diler demek?
- Hayır… Ama…
- Sis Kralına söyle, bu işi düşünmemiz gerekir…

Sis Kralı’nın elçisi, böyle diyerek gitmiş gitmesine de, dert geldi mi, üst üste gelirmiş. Sis Kralı’nın elçisi gidince, bu defada Misis Kralı’nın elçisi kapıya dayanmış. O da kızını Misis Kralı’nın oğluna istemeye gelmiş. O da aynı istek ve tehditlerde bulunmuş.

Anavarza Kralı, çok halim-selim, iyi yürekli bir insanmış. Ne yapacağına karar verememiş ve kara düşüncelere dalmış.Bakmış ki, durum çok çetin, gittikçe de karmaşık bir hal alıyor… Kızını bu krallardın hangisinin oğluna verse, diğeri yine kendi halkına savaş açacak. Belki de ülkesi elden gidecek. Hiçbirine vermezse, bu defa da iki ülke halkı ile savaşmak zorunda kalınacak diye düşünüp durmuş.

Kız, babasının haline çok üzülmüş. Kara düşüncelere dalan babasına, “Olur mu ey benim Kral babam, ben senin kızın değil miyim? Bana derdini niçin açmazsın?” diye kahırlanmış. Kral, “Kızım, güvercin topuklu yavrum, demiş. Çok haklısın. Bilmem ki ne etsem. Sis Kralı elçi göndermiş, oğluna seni ister. Misis Kralı da elçi göndermiş. O da oğluna seni ister. Vermezsem savaş açılacak, hangisine tamam desem, yine de olacağı bu. Ne yapmalı, bilemedim!” demiş.

Kızı gülmüş ve “Ondan kolay ne var, babacığım!”, demiş. “Şeytan bile çözemez bu düğümü kızım.” demiş kral. Kızı da;

Böylece aradan günler geçmiş. Her iki kralın elçileri, Anavarza Kralı’nın kararını öğrenmek üzere Anavarza’ya gelmişler. Kral onlara kızının önerdiği çözümü söylemiş: “Anavarza’ya bol suyu ilk getireninin oğluna kızımı vereceğim. Kararımı krallarınıza böyle iletiniz.”

Elçiler, bu kararı hemen kendi krallarına iletmişler. Bunun üzerine, Sis Kralı yukarıdan, Misis Kralı da aşağıdan başlamış su yolunu yapmaya. Sis Kralı su yolunu yontma taşlardan, çok güzel, sağlam biçimde yaptırmaya uğraşırmış. Bu yüzden işi gecikirmiş.

Misis Kralı da kerpiçten yaparmış su yolunu. Bu yüzden Misislilerin su yolu çabuk ilerlemiş.

Günler geçmiş, yollar ilerlemiş, sonunda aşağıdan Misislilerin suyolu görünmüş. Sislilerden bir haber yok. Misislilerin suyolunun kente yaklaşmakta olduğunu gören kızı almış bir üzüntü. Meğer içten içe yiğitliğini duyduğu Sis Kralı’nın oğlunu seviyormuş. Ona adamlar göndermiş: “İyiye kötüye bakma. Elini çabuk tut, su yolunu bir an önce bitir!” demiş.

Ama taş yol bu. Peynir değil ki; doğrana. Çamur değil ki; sıvana. Sonunda Misislilerin yolu bitmiş. Su gelmiş kentin kapısına dayanmış. Dayanmış dayanmasına, ama kız buna dayanamamış. Sevmediği biriyle evlendirilmektense, canına kıymaya karar vermiş ve kendisini kayalıklardan aşağıya atmış.

Derler ki; Anavarza o günden sonra bir daha şenlik nedir bilmemiş. Neşe dolu kahkahalar, kentin evlerinden bir daha hiç yükselmemiş…

Telepinu Efsanesi

Bunun üzerine fırtına tanrısı oğlu, Telepinu’yu araştırdı. Telepinu ise kızarak kaçmış, bütün iyi şeyleri beraberinde götürmüştü. Büyük tanrılar, küçük tanrılar Telepinu’yu aramaya çıktılar. Güneş tanrı, kartalı öncü gönderdi ve «Git yüksek dağları, dereleri, yamaçları araştır!»dedi. Kartal, gitti. Telepinu’yu bulamadı. geri dondu. Güneş tanrıya: «Kudretli tanrı! Telepinu’yu bulamadım.» dedi. Fırtına tanrısı, baş tanrıçaya: «Ne yapalım? Açlıktan öleceğiz» dedi. Güneş tanrıçası, fırtına tanrısına: «Ne istersen yap, Telepinu’yu aramaya kendin git.» dedi.Telepinu, büyük fırtına tanrısının oğludur. Bolluk ve bitki tanrısıdır. Telepinu kaybolduğu zaman ocakta ateşler söndü. Tapınaklarda tanrılar bunaldı. Ağılarda koyunlar boğuldu, Ahırlarda sığırlar oldu. Koyun, kuzusunu; inek, danasını bıraktı. Telepinu kaybolduğu zaman, tarladan ekinleri beraber götürdü. Artık arpa, buğday bitmez oldu. Koyunlar, sığırlar ve insanlar çiftleşmez, gebeler doğurmaz oldular. Ağaçlar kurudu, filizler çürüdü, kaynaklar kesildi. Ülkeyi kıtlık bürüdü. İnsanlar, tanrılar açlıktan kıvrandılar. Büyük güneş tanrısı, bir ziyafet hazırladı. Bin tanrıyı çağırdı. Yedilerse de doymadılar, içtilerse de kanmadılar.

Fırtına tanrısı, Telepinu’yu aramaya gitti. Onun şehrindeki evinin kapısını çaldı. Fakat o evde değildi. Kapı açılmadı. Kendi evine dönerek tahtına oturdu. Tanrıça, kartalı bir daha gönderdi. Ona: «Git Telepinu’yu ara!» dedi. Fırtına tanrısı, tanrıçaya: «Büyük tanrılar, küçük tanrılar onu aradılar, fakat bulamadılar. Bu kartal mi onu bulacak? Bunun gözü keskinse onların gözleri de keskindir.» dedi. Tanrıça, yine kartalı gönderdi: «Git yüce dağları ara, tara!» dedi. Kartal, uçtu; yüce dağları araştırdı, bulamadı. Şu haberi getirdi: «Ben, onu bulamıyorum.»

Tanrıça, bu defa Ari’yi gönderdi: «Git Telepinu’yu sen ara! Bulursan onun ellerini, ayaklarını sok! Onu al getir. Mum al, onu yıka, temizle ve bana getir.» dedi.

Fırtına tanrısı tanrıçaya dedi ki: «Büyük tanrılar, küçük tanrılar onu aradılar; fakat bulamadılar. Bu arı mı onu bulacak?»

Tanrıça fırtına tanrısına dedi ki: «Sen, arıyı bırak. O gidip onu bulacak!»

Arı, oradan uçtu. Aramaya başladı. Her tarafı dolaştı. Irmakları, kaynakları araştırdı. Sonunda Telepinu’yu uyurken buldu. Telepinu, acele evine geldi. O zaman ocaklara ateş geldi, ağıllara koyun, âhırlara sığır doldu. Ana çocuğunu, koyun kuzusunu ve inek danasını doğurdu.

İlluyanka Efsanesi

Hatti kökenli en önemli mitoslardan biri de Fırtına tanrısı ile yılan arasındaki savaştır. Bu mitosun izleri daha sonra kendini Apollon ya da Saint George mitoslarında da gösterir. Belki de izleri daha da derindir. Bu konuda İsmet Zeki Eyüboğlu şöyle yazmaktadır. “Bugün Anadolu halk masalları içinde, İlluyanka ile devlerin savaşını işleyen bir çok öyküler, gerçeküstü olaylar vardır. Yılanlarla kartalların savaşını içeren bütün masalların kaynağı budur. Kimine göre çok büyük bir devdir İlluyanka. Yalnız adı değişmiş, Anadolu türkçesinde ejder olmuştur. Halk ona ejderha diyor. İlluyanka başka başka ülkelerin halk anlayışlarına, dini inanışlarına göre nitelikler kazanmış. Anadolu´da büyük bir yılan olarak nitelendirilen Şahmeran, onunla ilgili olaylar, boğuşmalar bu eskiçağ Anadolu masalının değişikliğe uğramış kalıntılarıdır.”

Bu efsane, bahar bayramı olan Purulliyaş törenleri sırasında da anlatılıyordu. Ele geçen tabletlerde efsane şöyle başlar : “ Nerik şehri Fırtına Tanrısı [Merhemli rahibi] Kella’ya göre (bu) göğün Fırtına Tanrısı’nın […] için Purulli (festivali) metnidir (sözleridir). Onlar şöyle konuştuklarında : ‘Ülkede büyüme (bolluk) ve gelişme (bereket) olsun.’ Ve eğer (gerçekten ülkede) büyüme ve gelişme olursa, onlar Purulli festivalini kutlar.”

Efsane bu sözlerden sonra dev yılan İlluianka/İlluyanka ile Fırtına tanrısının savaşı ile başlar ve Fırtına tanrısı yenilir. Bunun üzerine Fırtına tanrısı bütün tanrıları toplar ve yardım ister. Tanrıça İnara buna bir çözüm düşünür ve bir festival düzenler. Daha sonra tanrıça, Ziggarata şehrine giderek burada Hupašiia adında bir ölümlü ile anlaşır ve planını anlatır. Hupašiia, karşılığında tanrıça ile yatmak koşulu ile bunu kabul eder. İnara daha sonra süslenerek yılan İlluianka’nın deliğine gider ve onu festivale çağırır. Deliğinden çocukları ile çıkan İlluianka oradaki içkilerin çoğunu içer ve sarhoş olur, hatta deliğine de geri dönmek istemez. Hupašiia yılanı bir ip ile bağlar. Fırtına tanrısı da İlluianka’yı öldürür. Böylece Fırtına tanrısının sorunu çözüme bağlanır. İnara ise Hupašiia için Tarukka şehrinde kaya üzerine bir ev inşa eder ve onu oraya yerleştirir. Ancak karısını ve çocuklarını görmemesi için Hupašiia’nın pencereden bakmasını yasaklar. Ancak yirmi gün geçince Hupašiia pencereden bakarak karısını ve çocuklarını görür ve İnara’ya eve dönmek istediğini söyler. İnara da Hupašiia’ı öldürür. Bu efsanenin bilinen bir versiyonu daha vardır. Bu versiyonda da efsane, İlluianka’nın Fırtana tanrısını yenmesi ile başlar. Ancak bu kez İlluianka Fırtına tanrısının kalbini ve gözlerini de alır. Fırtına tanrısı daha sonra fakir bir adamın kızı ile evlenir ve bir oğlu olur. Oğlan büyüdüğünde İlluianka’nın kızını alır. Fırtına tanrısı öcünü almanın peşindedir : “ Fırtına tanrısı ona (oğluna) sürekli olarak şöyle emreder: «Karının evine (yaşamaya) gittiğinde (başlık parası olarak) kalbi(mi) ve gözleri(mi) onlardan iste.» Oğlu Fırtına tanrısının istediğini yapar ve gözleri ile kalbini geri alır. Bunun üzerine yeniden İlluianka ile döğüşe tutuşur. Ancak bu kez oğlu da yılandan yanadır. Fırtına tanrısı İlluianka’yı ve kendi öz oğlunu öldürür. Bu iki versiyonda da ortak nokta Fırtına tanrısının yılanı öldürmesidir. Bu efsane daha da önce belirttiğimiz gibi farklı kültürlerde farklı şekillerde yaşamıştır.

Kaşıkçı Güzeli Efsanesi

Konya çarşısında küçük bir kaşıkçı dükkânı ve burada çok yakışıklı becerikli bir genç vardır bütün kızlar genci görmeye gelir. Delikanlı hiçbirine yüz vermez. Bir gün Konya Paşa’sının kızı dükkâna gelir. Ustayı görür görmez âşık olur. Peçelidir. Yüzünü görmez ama delikanlı da kıza âşık olur. Sevgisini kaşıklarda dile getirir. Öyle güzel kaşıklar yapar ki bir alan bir daha alır. Paşa kızı her gün dükkâna uğramakta deste deste kaşık almaktadır. Günün birinde kızın babası merak edip kaşıkları kimin yaptığın araştırmaya gider yanına şehrin kadısını da alır. Dükkâna varır, delikanlıyla konuşur. Sözün bir yerinde “.doğrusu çok ustasın kaşıklara diyecek yok, hele o üzerine yazdığın beyitler, o ne ateş, o ne yangın öyle, belli ki sevdalısın.” der. Delikanlı “sizden gizleyemem Paşam der. Bu sevda yüzünden ne gecem ne gündüzüm belli… “Paşa kızın kim olduğunu sorar. Delikanlı bilmediğini söyleyip olanları anlatınca Paşa şaşırır: -”Sizi baş göz etmek boynumun borcu olsun. Kimin nesi olursa olsun, alacağım sana onu” der. Birlikte beklemeye başlarlar. Derken kız dadısıyla görünür. Delikanlı işaret edince Paşa kızın peçesini aniden kaldırıverir. Bakar ki kendi kızı!” Bir kızına bir de delikanlıya bakar ve “Tanrı’nın yazısı böyleymiş. Yarından tezi yok düğün kurula” deyip iki sevdalıyı evlendirir. (Konya)

Sümer Yaradılış Efsanesi

Enuma Eliş (Bir zamanlar göklerde)

Evrensel boşlukta ilkin erkek dev Absu’yla dişi dev Tiamat varmış, bunların birleşmesinden erkek yılan Lakamu meydana gelmiş, yılanların birleşmesinden de gökyüzü tanrısı Anşar’la yeryüzü tanrısı Kişar doğmuş, yeryüzüyle gökyüzü birleşerek Anum, Enlil ve Ea’yı doğurmuşlar. Böylelikle sessizlik bozulmuş ve evrende gürültü başlamış. Sessizliğe alışık olan Absu’yla Tiamat bu gürültüden tedirgin olmuşlar. Absu, bütün yarattıklarını yoketmeye karar vermiş, çocuklarının yok olmasını istemeyen Tiamat her ne kadar ona karşı koymuşsa da dinletememiş. Ne var ki büyükbabasının bu kararını sezgileyen Ea bir büyüyle onu yoketmiş. Kocasının yokoluşuna çok üzülen ve o oranda da çok kızan Tiamat bir canavarlar ordusu kurarak öcalmak ve bütün tanrıları yok etmek istemiş. Tiamat dehşet verici yaratıklardan -akrep adamlar, kentaurlar ve başka korkunç yaratıklar- oluşan bir demon ordusunun başına komutan olarak konkunç dev Kingu’yu getirmiş ve kader ipleri’ni de onun eline vermiş. Tanrılar önce korkudan titremişler, sonra çaresizlik içinde kendilerini savunmaya karar vermişler. Önce Anum ve sonra Ea savaşı yönetmeyi denemişlerse de becerememişler ve korkup kaçmışlar. Tiamat’la başa çıkamayacaklarını anlayan tanrılar sonunda Marduk’a başvurmak zorunda kalmışlar. Marduk, kendisini bütün tanrıların başkanı yapmaları ve kaderin iplerinide kendisine vermeleri şartıyla başkomutanlığı kabul etmiş. Anum’un diplomasi yolunu denemesine karşın Marduk güç kullanmayı seçer ve kadın ceddine alevler, fırtınalar ve şimşeklerle saldırır. Tiamat onu yutmak üzere ağzını açar(kaos, her şeyi silip süpüren dişi, düzen ilkesini yutarak, yeniden soğurarak, onu ilk çıktığı yer olan ana rahmine geri göndererek yok etmeye çalışmaktadır), ancak Marduk, fırtınanın rüzgarını onun ağzından içeri sokarak midesine gönderir ve bedeninin acılar içinde şişmesine neden olur. Tiamat gücünü kaybettiği bir anda Marduk okunu çeker ve onu öldürür. Kozmosu meydana getiren, hayat veren su aynı zamanda yok edilmesi gereken kaos, yani Tiamat’tır.
Kingu ve ordularını fazla zorlanmadan alt eden Marduk, Tiamat’ı ikiye böler(yani Kozmos’u ayırır), bir yarısını gökyüzüne yerleştirir ve kendisi ve diğer tanrılar için bir saray inşa eder. Marduk şimdi evrenin örgütlenmesini, kozmosun yaratılışını tamamlar ve fiziksel dünyayı meydana getirdikten sonra, insanı yaratmaya koyulur. İnsanı tek bir amaç, kendisine ve diğer tanrılara hizmet etmesi için yaratmıştır: Bu nedenle, insanın başlıca görevi, tanrılara kurban sunmak ve tapınaklarda çalışmaktır.

Lokman Hekim Efsanesi

Yöre: Adana

Adana ve çevresinde yüzyıllardır yaygın olarak Lokman Hekim efsaneleri anlatılmaktadır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

Lokman Hekim, inanışa göre bütün hekimlerin piri, üstâdıdır. Her çiçeğin, her otun özelliklerini tanıyan Lokman, ilaç yapar, dertlere devâ bulurmuş. Bütün dünyayı dolaşmış. Çukurova’ya gelince ovanın bereket ve güzelliğine hayran olarak Misis’e yerleşmiş. Çevredeki bütün hastaları iyileştirmiş. Artık hastalığın ne olduğunu unutan Çukurovalılar, ölümsüz hayatın peşine düşmüşler. Kendileri için ölümsüzlük ilacını yapmasını istemişler.

Lokman Hekim Çukurova’yı adım adım dolaşmış, bütün bitkileri incelemiş. Bir gece dolaşmaktan yorgun düşmüş ve ulu bir çınarın altında uyuyakalmış. Bir ara bir ses duymuş:

“Ey Lokman, artık araman bitsin, ben ölümsüz hayatın devâsıyım. Bundan böyle insanlara ve hayvanlara ölüm yok”.

Lokman Hekim, sesin geldiği bitkiye doğru yürüyüp koparmış. Bu arada Tanrı, Cebrail’e: “Yetiş Cebrail, Lokman ölümsüzlüğe çare bulursa bu insanların hâli ne olur?” demiş.

Bunun üzerine Cebrail, pir-i fani kılığında Misis Havraniye tarafına gelmiş. Misis Köprüsü’nün üstünde Lokman Hekimle karşılaşmış. Cebrail: “Selamün aleyküm.” dedikten sonra. Lokman’ın elindeki kitaba bakmak istemiş. Kitabı alıp coşkuyla akan Ceyhan Nehri’ne atmış. Kitabın ardından Lokman da suya atlamış; ama bulamamış. Yaz gelip sular çekilince, ırmak boyunda aramaya devam etmiş. Sonunda kitabın sadece bir yaprağını, arpa tarlasında bulmuş. Bugünkü tıp biliminin, o günkü yapraktan geliştiğine inanılır. Yörede hâlâ, efsanenin izlerine rastlanılmaktadır. Kitabın bulunduğu arpa tarlasının toprağı kutsal sayılır. Çocukların karınları ağrıdığında bu toprağı ısıtıp beze sararak çocuğun karnına koyarlar. [1]

Bu hikâyenin farklı bir anlatımı da şöyledir:

Lokman Hekim bütün doktorların üstadıdır. Söylentilere göre, bütün otların, çiçeklerin dilinden anlayan Lokman Hekim bu bitkilerden türlü ilaçlar yaparmış. Her çiçek, her ot dile gelir, Lokman’a hangi hastalığı iyi edeceğini söylermiş.

Bütün dünyayı dolaşan Lokman Hekim, Çukurova’nın bereketli topraklarında her şeyin yetiştiğini görünce, Misis şehrine yerleşmiş. Her derde deva olan Lokman Hekim, çevresindeki hastaları iyi etmiş. Hastalıksız sapasağlam yaşamaya başlayan insanlar Lokman’a gelerek ölümsüzlüğe de bir çare bulmasını istemişler. Lokman Hekim de ölümsüzlüğe çare olacak bitkiyi bulmak için Çukurova’yı adım adım dolaşmaya başlamış.

Bir çınarın altında uyurken bir ses duymuş. “Lokman, bunca zamandır araman-taraman bitsin, ben ölümün ilacıyım. Bundan böyle insanlara da, hayvanlara da ölüm yok”demiş. Kendisine seslenen otun yanı başına koşan Lokman Hekim, ilacın nasıl yapılacağını da öğrenmiş, bir deftere yazmış. Otu da kopararak, Misis’e doğru yola koyulmuş…

Misis’e varırken, Ceyhan nehri üzerindeki Misis Köprüsü’nde duraksamış. Defteri de elindeymiş. Defterine yazdıklarına bakarak ilacı yapmaya koyulmuş. Tam yapıp bitireceği sırada, aniden esen rüzgar defteri de, otu da uçurarak suya düşürmüş. Efsane bu ya; Lokman Hekim de bu yüzden ölüme çare olacak ilacı bir daha bulamamış. Otlar da o tarihten sonra kendisine yüz çevirmişler. Bir daha onunla hiç konuşmamışlar. [2]

İkinci bir Lokman Hekim hikayesi de şöyledir:

Lokman Hekim doktor ve eczacıymış. Dükkânında her türlü hastalığın devası olan ilaçlar varmış. Hastalar içeri girdiklerinde, hastalıklarına iyi gelecek olan ilaç şişesi sallanırmış. Birgün, içeri birisi girmiş. Ancak hiçbir şişe sallanmamış. Lokman Hekim, bunun üzerine:

“Senin hastalığının çaresi yok, öleceksin.” demiş.

Adam ölümden kurtuluşun olmadığını öğrenince çok üzülmüş. Her şeyini satmış. Yanına bir at tüfek ve av köpeği alarak dağlara çıkmış. Vurduğu hayvanları yiyip, yörüklerden yoğurt, süt alarak yaşıyormuş. Bu arada hastalığı da iyice artmış.

Bir ağacın altına gelmiş. Atını bağlayıp köskelmiş. O sırada bir yörük kadını, bir tas sütü saylığa koymuş. Yılanların sütü sevdikleri bilinir. Tasa yaklaşan bir yılan, sütü içmiş, sonra da zehrini süte kusmuş. Tas, yemyeşil olmuş.

Ağrıları iyice azan adam:

“Gidip şu zehri içeyim de ölüp kurtulayım.” diyerek zehirli sütü içmiş. Bir süre sonra ishal olmuş ve kusmaya başlamış. Ancak oldukça hafiflediğini hissediyormuş. Ölmek için içtiği zehirden sonra daha iyi olduğunu görmüş. Gün geçtikçe iyileşmiş ve hastalığı tamamen geçmiş. Lokman Hekim’e gidip: “Sen, bana öleceğimi söylemiştin. Ama ölmedim.” demiş.

Bunun üzerine Lokman: “Ben, sana ala ineğin sütünü nereden bulayım, sütü yılana içirip, nasıl tasa kusturayım. Hastalığının çaresi vardı; ama bu ilacı temin etmek zor olduğu için öyle dedim.” diye cevap vermiş.

O gün bu gündür tas ve yılanın eczacılık ve tıp biliminin simgesi olması, halk tarafından Lokman Hekim’e dayandırılır.

Geyikli Baba Efsanesi

Bursa’nın alınışı sırasında kimi ermişlerin düşmanı yararak askerlere yol gösterdiği inancı yörede yaygındır. Bu ermişlerden biri de Geyikli Baba’dır. Geyikli Baba Azerbaycan’ın Huy Kasabası’ndandır.Bir geyiğin sırtında Bursa ‘ya girmiştir. Altmış okkalık kılıcıyla düşmanı yararak askerlere yol açar. Bursa alınıncaya kadar savaşı sürdürür. Gün batarken bir kestane ağacının yanında yiter. Savaşa nasıl katıldığı anlaşılamaz. Bursa alındıktan sonra Uludağ’da geyiklerle yaşadığı söylenir.
Orhan Bey iki yük rakı ve iki yük şarap göndererek, onu huzuruna çağırtır. Geyikli baba bunları bir kazanda kaynatır. İçine pirinç atarak zerde yapar. Bir çanak da Orhan Bey’e göndererek gelemeyeceğini bildirir. Nedenini de şöyle açıklar:
-Dervişler göz ehlidir, gözetirler. Vaktinde giderler ki duaları makbul ola.
Bir süre sonra bir kavak fidanıyla Bursa’ya gelir. Onu saray avlusuna diker. Durum Orhan Bey’e haber verilir. Orhan Bey gelir ve dikilen fidanı görür.
Geyikli baba şöyle der:
-Uğur saymamızdır. Durdukça dervişlerin duası sana ve soyuna makbuldur.
sözünü bitirir bitirmez oradan ayrılır. Orhan Bey de ardından giderek oturduğu yere varır. Eliyle İnegöl yöresini göstererek:
-Geyikli baba, Bu İnegöl çevresi tümüyle senin olsun, der.
-Mülk mal Allah’ındır. Ehline verir. Biz onun ehli değiliz, diyerek kabul etmez.
Orhan Bey:
-Ehli kimdir? diye sorar.
Geyikli baba
-Hak Teala dünya mülkünü senin gibi hanlara ısmarladı. Malı da iş ehline ısmarladı ki birbirleriyle iş görsünler. Bizlere gün yeni , nasip olan rızık daha yeni, karşılığını verir.
Bu arada bir tepeciği göstererek, oranın dervişler avlusu olmasını ister.
Aradan uzun yıllar geçer, derviş ölür. Orhan Bey ona kubbeli bir mezar yanına da bir tekke ve bir mescit yaptırır. Yöre halkının atak yeri olan tekke, Geyikli baba tekkesi olarak anılmaktadır.
 

 
  Bugün 33 ziyaretçi (52 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol